Eğitim ve Toplum İlişkisi
Eğitim ve toplum ilişkisi, insan yaşamının en önemli ilişki ağlarından birisidir. Eğitim toplumu, toplum da eğitimi biçimlendirerek eğitim – toplum ilişkisi kurulmaktadır.
Uzun yüzyıllar boyunca eğitim, toplumun ahlak kurallarının, ekonomik ve politik yapısının belirlediği – ama kesin olarak belirlediği – ve mevcut toplumsal düzeni aynen devam ettirmeyi sağlayacak vatandaşlar yetiştirmeyi amaçlayan bir sistem olarak görüldü. Öyle ki toplum düzeni ve onun felsefî ahlaki ve politik kuralları, öğretmen ile öğrenci arasındaki ilişkiyi, eğitimin amaçlarını, eğiticinin hedeflerini, eğitim araçlarını ve vasıtalarını tek başına belirliyordu.
Avrupa’da 18. yüzyılın ortalarına kadar hem okullarda hem de okul dışı dinî ve meslekî eğitim kurumlarında verilen eğitim, eğiticilerin öğrenciler üzerindeki kesin egemenliğine dayanıyor ve yeni nesiller mevcut toplumsal düzenin devamını sağlamak için zamanın toplumsal ihtiyaçlarına ve gereklerine göre düzenleniyordu.
Tarihte artık klâsik olmuş olan bu tezi ilk defa 1888 yılında Wilhelm Dilthey, “eğitim, toplumun bir fonksiyonudur” şeklinde formüle etmişti. Buna göre eğitim hedefleri toplumun hedeflerinin aynısı idi. Eğitim düşünce ve hareketleri sosyal yapıya bağlı ilişkiler tarafından, “toplumsal güç” ve politik çıkarlar bakımından belirleniyordu. Öyle ki eğitim, mevcut yönetim-yönetilen (iktidar-halk) ilişkilerinin sağlamlaştırılarak sürdürülmesine yarıyordu.
18. yüzyılın ortalarından itibaren aşırı derecede hızlanmış olan toplumsal değişmede eğitim, çok önemli bir rol oynayamadı. W.F. Ogburn‘ün “kültürel geri-kalma” (cultural lag”, “kulturelles Zurückleiben”) teorisine göre, toplumdaki bütün kültürel unsurlar aynı değişme sürecini paralel zamanlar içinde geçirmediler; “maddî kültür” dediğimiz bilim ve teknik keşifleri, bilgi ve metodları, “manevî kültür” (“immaterialle Kultur”) dediğimiz toplumsal kurumlar, değerler, kurallar, dünya görüşleri, örgütler vs. den daha yavaş bir gelişme gösterdiler ve onların gerisinde kaldılar.
Oysa günümüzde ise tam tersi bir durumla karşılaşmaktayız. Bugün maddî kültür unsurları alabildiğine bir gelişme içinde bulunmalarına karşın, manevî kültür unsurları önemli bir gerilik içinde bulunmakta; yeni değerler yaratılmadığı gibi eskilere karşı da vaziyet alınmakta ve insanlar büyük bir manevi boşluk içinde bunalımlara düşmektedirler.
Genellikle Eğitim Sosyolojisinin kurucusu olarak kabul edilen Fransız sosyolog Emile Durkheim, eğitimi toplumun bir fonksiyonu olarak görmeye devam etti.
Ona göre eğitim, topluma bağlı değişkenlerden biri idi ve amacı da çocukları ve gençleri, içinde yaşadıkları topluma katmak, oraya uyum yapmalarını sağlamak; bu toplumsal ve politik sistemi anlamalarını ve işleyişine katılmalarını temin etmek idi. Hatta bazı anne-babalar istemeseler bile, çocukların başarılı olabilmeleri için, içinde bulundukları toplum düzenine uygun, sosyal yönden arzu edilen çerçevede yetiştirmek zorundadırlar. Bu, çocukların hayatta başarılı olabilmeleri için vazgeçilmez bir esastır.
Eğitim-toplum ilişkilerindeki bu aşırı görüş insanın tamamen toplum tarafından şekillendirildiğini kabul ediyor ve onu, toplum düzeni içindeki sosyal rollerden kendisine uygun düşenleri seçip oynayan bir “rol oyuncusu” olarak görüyordu. Ancak bu görüşün bir antitezi olarak, eğitim toplumdan bağımsız bir değişken olduğu ve toplumun eğitim tarafından şekillendirilip değiştirdiği görüşü savunulmaktadır.
Dilthey’in tezine tamamen zıt olan bu görüşe göre de “toplum, eğitimin bir fonksiyonudur”. Eğitim, toplumu yenileştirme ve değiştirme, mevcut toplumsal, politik güç ve fikirleri kontrol altına alma, şekillendirme gücüne sahiptir.
Sosyal bilimler tarihinde bu tip bir görüşün ilk savunucularından biri J. G. Fichte idi. Ona göre, eğitim sisteminde ve bilhassa ilkokul düzeyindeki eğitim-öğretim yürüten öğretmenlerin çalışmalarıyla toplum yapısında büyük değişikler olur.
Fichte, Alman milletinin Napolyon’un işgalinden kurtulmasının ancak bu yolla mümkün olabileceğini savunuyordu. Tanınmış Amerikalı eğitim düşünürü J. Dewey de 1899’da yayınladığı “Eğitim ve Toplum” adlı eserinde, eğitim sistemini, toplumsal değişimin doğrudan doğruya bir aracı olarak görüyor; toplumsal reformların yapılmasını okullardan bekliyordu.
Yukarıda kısaca söz edilen görüşler, eğitim ile toplum arasında diyalektik bir ilişki olduğunu göstermektedir. Bu kitapta işlenecek olan eğitim ile toplum arasındaki bağlantılara, düşünce tarihinin ilk dönemlerinden beri dikkat çekilmektedir.
Platon, Aristoteles, Poseidonius, Çiçero gibi antik Yunan ve Roma dönemi düşünür ve siyasetçilerinin eserlerinde eğitim olgusuna toplumsal, felsefî ve politik yaklaşımlar görülmektedir. Orta Çağ düşünce hayatında da, toplumsal yaşam ile eğitim bir görülmeye devam etmiştir. Ancak daha sonra eğitim ve toplum, felsefî ve teolojik görüşlerin kontrolünden kurtulmuştur.
Bu, İngiltere’de de Locke; Fransa’da, Rousseau ve Almanya’da J. G. Herder tarafından gerçekleştirilmiştir.
Bilimsel ve teknik keşifler, icatlar, gittikçe artan nüfus, üretim tekniğinde ortaya çıkan yeni düzenlemeler sosyal yaşayış biçimindeki değişiklikleri zorunlu kılmıştır. Bu arada politik iktidarlar da toplumsal değişmeye ayak uydurmak zorunda kalmışlardır.
O zaman bu sosyo-ekonomik değişiklikler içerisindeki insanlarda kendi çıkarlarını düşünen, rasyonel davranan, feodal yapılardan ve geleneksel meslek bağlarından kurtulan bireyler olarak ortaya çıktılar. Bunun sonucu olarak da, eğitim ve öğretim anlayışı ferdin kendini bağımsızlaştırmasına ve toplum yapısındaki değişikliklere uymak zorunda kaldı.
J.-J. Rousseau, ferdin doğuştan getirdiği saf tabiatını temele alan bir eğitim teorisi geliştirdi. Onun “Emile veya Eğitim Üzerine” adlı pedagojik romanında vurgulamak istediği, ferdin doğuştan esas olarak temiz olduğu, ancak feodal toplumun ve eğitim dahil bütün toplumsal kurumların daha sonra kişinin temizliğini ve ahlakını bozduğu idi.
Ona göre eğitim, toplumun, dinî, felsefî, ahlaki ve politik sistemlerin çocuğa kabul ettirilmesi değil; çocuğun serbest gelişimini, “tabiî gelişimini” sağlayıcı bir düzen olmalı idi. Rousseau’nun eğitim anlayışı yalnız bu değildir; onun eğitim anlayışını toplum anlayışı ile birlikte ele almalıdır.
Ona göre toplum, o topluma katılan insanların bağımsız ve mantıklı düşünüp anlaşmalarıyla (“sosyal sözleşme”) kurulmalıdır; bu da ancak demokratik bir cumhuriyet şeklinde mümkündür. Onun “tabiata geri dönme” şeklindeki eğitim görüşü toplum ve medeniyet düşmanı bir görüş değil, sosyal eşitsizliğe ve çatışmalara yol açan o zamanki eğitim ve toplum düzenine karşı bir vaziyet alıştır.
Rousseau’nun açtığı bu çığır, daha sonra da devam etmiş ve bugün de hâlâ temsilcileri bulunmaktadır. Bunların en tanınmışları M .J. A. Condorcet, I. Kant, W. v. Humboldt, K. Marx, S. Freud, W. Reich, H. Marcuse, J. Habermas’tır.
Bunlar eğitimden, insanın kendini gerçekleştirmesi ve haklarını elde etmesi (“Emanzipation“) yolunda ona yardım etmesini istemekte ve genellikle radikal ütopyalar şeklinde, daha iyi ve çocuklara uygun bir toplum kurulmasını hayal etmektedirler.
Bunlara göre toplumsal statüler, çocukların kimin çocuğu olarak doğduklarına veya ailelerin servetlerine bakılmaksızın, şans eşitliğine dayalı bir eğitim sistemi içinde yetişecek çocukların yükselebilecekleri yerlere göre verilmelidir. Yani eğitim, bir taraftan çocukları ve gençleri toplumsal ve geleneksel bağlardan kurtardığı gibi, öte yandan da toplumsal yapı, eğitim tarafından belirlenmiş olmaktadır.
Toplumun eğitimi veya eğitimin toplumu belirlediği şeklindeki diyalektik görüşlere gerçekçi bir yaklaşımla bakıldığında bunların aslında iç-içe oldukları, birbirlerini karşılıklı etkiledikleri ve belirledikleri ortaya çıkmaktadır.
Eğitimin toplumsal olarak üstlendiği görev, diyalektik bir yapı göstermektedir; eğitim hem yetiştirdiği çocukları ve gençleri içinde yaşayacakları topluma uyan birer şahsiyet olarak yetiştirmek için toplum düzenini ve kültürünü onlara aktarmakta hem de bu çocuklara ve gençlere, toplum yapısını değiştirici, düzeltici ve ileriye götürücü, eleştirici düşünceyi vermeye çalışmaktadır.
Eğitimde bu iki yöne daima dikkat edilmelidir; gençler hem devlet ve toplum için, onların kültür ve kanunlarına uyacak şeklinde yetiştirilmeli hem de ileriye yönelik olumlu değişiklikleri yapabilecek güçte olmalıdırlar.
Aslında birbirine zıt gibi görünen bu hususlar, daha dikkatlice incelendiğinde, sadece görünürde bir zıtlık olduğu ortaya çıkar; eğitimde her iki husus ne kadar mükemmel bir şekilde gerçekleştirilse, zıtlığın o kadar belirsiz bir şekilde ortadan kalktığı görülecektir. Yalnız burada toplumsal ve bireysel ilgi ve ihtiyaçlar çok dikkatli değerlendirilmelidir.