Felsefe hakkında her şey…

Devlet ve Modern Siyasal Düşünce

10.05.2020
975

İnsan toplulukları böylesi bir soyut, hükmi ve şiddet tekeline sahip bir varlığa neden ihtiyaç duymuşlardır? Bu konuyla ilgili farklı ideolojiler farklı açıklamalar getirmişlerdir.

Hatta çoğu ideoloji açısından kendisinin farklılaşmasını sağlayan unsurlardan en başta geleni devlete dair getirdikleri açıklamalardır. Liberal yaklaşıma göre devlet zorunlu bir kötülüktür.

Başta güvenlik ihtiyacı olmak üzere temel bazı genel ihtiyaçların örgütlenmesi için insan topluluklarının kendi iktidarlarını devrettikleri ve bunun üzerinden düzene kavuştukları bir tarihsel andır. Bu konudaki en bilindik yaklaşım biraz önce ismini andığımız Thomas Hobbes’a aittir. Hobbes, Leviathan isimli eserinde insanların doğal durumunu belirleyen özelliğin “insan insanın kurdudur” prensibi olduğunu söyleyerek yola çıkar.

Buna göre doğa durumu insanların güvensizlik ve terör içerisinde yaşadıkları bir durumdur. İnsanlar bu durumu aşmak için kendi aralarında bir sözleşmeyle merkezi bir otoriteyi iş başına getirirler ve özgürlüklerinin devrederler. Hobbes’a göre bu toplum sözleşmesi mutlak otoriteye sahip devleti –Leviathan’ı- ortaya çıkarır. Liberal felsefenin çoğu yorumcu tarafından ilk ismi olarak kabul edilen John Locke ise Hobbes’un bu sözleşme yaklaşımını kabul etse de, ortaya çıkan iktidarın mutlak olmadığını, insanların güvenlik ve kamusal örgütlenme ihtiyacı nedeniyle özgürlüklerinden bir kısmından vazgeçtiklerini vazeder. Devlet bireylerin tüm özgürlüklerine tecavüz ettiği andan itibaren ona karşı direnme hakkı doğar. Devlet iktidarı mutlak değil, sınırlıdır ve devlet, bazı kamusal faydalar için otoritesini kabul ettiğimiz zorunlu bir kötülüktür.

Böylelikle liberal kuram Hobbes’un devletin çıkış nedenine dair sert tutumunu bir nevi dönüştürür. Bu dönüşüm uyarınca liberal gelenek devlete esas olarak iki temel işlev addeder. İlkin, devletin hukuk düzenini tesis etmesi ve koruması öngörülür. Buna göre devletin asli işlevi, vatandaşları birbirlerinden koruyacak, onlar arasındaki ilişkileri belirli kurallara göre tanzim edecek hukuk sisteminin devamlılığını sağlaması gerekir. Meşruiyeti esas olarak bu devamlılığa bağlıdır.

Bu, can ve mal güvenliğinin korunmasından, vatandaşların kendi aralarındaki gönüllü sözleşmelerin ortaya çıkardığı yükümlülükleri geçerli kılmaya kadar bir dizi işlevi devlete yükler. İkinci olarak da devletlerin, diğer dış devletlerden gelecek olan saldırılar karşısında silahlı savunmayı üstlenmesi öngörülür. Bu iki işlev klasik liberalizmin devletin işlevlerini sınırlandırma eğiliminin ismi olan “gece bekçisi devlet” modelinin temel göstergeleridir. Liberalizm, devletleri bu işlevlerle sınırlandırarak, bunun dışında kalan geniş alanda, bireylerin kendi en iyi yaşam tasavvurlarını yaşamalarını öngörür.

Devlet, toplumun işlerliğinin ve güvenliğinin devam ettirilmesi açısından gerekli ise de, bunun aşırıya kaçmaması, devlet iktidarının kullanılmasının sınırlandırılması her zaman için liberal geleneğin temel düsturu olagelmiştir. Bu sınırlandırmanın en bilindik mekanizması hiç şüphesiz güçler dengesidir. Güçler dengesi, hükûmet etmenin üç temel işlevinin ayrıştırılmasına dayanır: Yasama, yürütme, yargı. Bu üç işlevin tek elde yoğunlaşması devlet iktidarını kullanan hükûmete büyük bir güç sağlamış olacağından, liberal anayasa geleneği bu üç iktidarı farklı kurumsal mekanizmalar içerisinde işletime sokar ve birbirlerini denetlemelerini ve sınırlamalarını öngörür. Güçler ayrılığı olarak da bilinen bu yaklaşım, liberal gelenek içerisinde farklı devlet düzeneklerini ortaya çıkmasına yol açmıştır. Fakat her halükârda yasama, yürütme, yargı işlevlerinin ayrıştırılması liberal anayasal geleneğin en birincil karakteristiği olmuştur. Bu mevzu, daha sonraki “siyasal rejim” başlığı altında etraflıca ele alınacaktır.

Bunun karşısında, örneğin anarşizm devletin bir mutlak kötülük olduğunu savunur. Anarşist felsefe, liberal felsefenin aksine insan toplumlarının doğal durumlarının şiddet ve düzensizlik değil, doğal bir işbirliğinden kaynaklanan düzenli bir bir aradalık olduğunu savunur. Bu doğal bir aradalığı bozan, şiddet tekelini eline geçiren ve insanları bu şiddetin yarattığı korku ve terör ile köleleştiren devlettir. İronik bir şekilde söylenen şudur: Devlet, anarşiyi ve terörü önleyen değil, bizzat yaratan aktördür. Ve bu nedenle de mutlak olarak ortadan kaldırılması gerekir. Anarşizme göre, bunun yerine insan topluluklarının barış ve işbirliği içerisinde yaşayacakları, ölçek olarak küçük bir aradalık birimlerini ve bu birimlerin aynı ilkeler çerçevesindeki işbirliklerini temel alan bir toplumsal yapı pekâlâ mümkündür.

Marksist yaklaşım ise, anarşist felsefe ile benzer bir şekilde, devletin mutlak bir kötülük olduğu fikrini sahiplenir. Devlet, insan toplumlarının kendilerine ait olan iktidarı ele geçiren ve onların karşısına dikilen yabancı bir varlıktır. Bu yabancılığı ortadan kaldırmak veya onu görünmez kılmak için devlet çoğu zaman kutsallaştırılır. Fakat devletin kökeninde sınıflı toplumun ortaya çıkması bulunur. İnsan toplumları içerisinde mülkiyet ezel ebed bir unsur değildir.

Mülkiyetin bazı ellerde temerküz etmesi, yani merkezileşmesi hâli ortaya çıktıkça, bu merkezileşmeye paralele olarak siyasi iktidar ve onun güç araçları da merkezileşir ve insan topluluklarından koparak devleti oluşturur. Devletin antropolojisi mülkiyetin antropolojisi ile paraleldir. Bu nedenledir ki devlet, son kertede, hâkim sınıfların bağımlı sınıflar üzerindeki siyasi baskı mekanizmasıdır ve ortadan kaldırılması da sınıflı toplumların aşılması ile mümkündür. Mülkiyet ortadan kaldırıldığında sınıf farklılıkları da silinecek ve buna paralel olarak devlet de varlık nedenini kaybedecektir. Engels’in kullandığı ve Lenin’in ünlü Devlet ve Devrim isimli eserinde devraldığı kavramla, devlet sınıfsız topluma geçildiği oranda giderek sönümlenecektir.

Marx’ı ve akabinde Marksist yaklaşımı devlet konusunda ayrıştıran bir diğer temel husus, bu sefer onu anarşist yaklaşıma yaklaştıracak şekilde, devletin yerine geçecek, onu sönümlendirecek ve gereksiz hâle getirecek toplumsal organizasyonların peşinde olması idi. 1871 Paris Komünü deneyimi Marx ve ardılları açısından büyük önem taşır. Napolyon’un Prusya karşısındaki yenilgisinden sonra Paris’i korumak adına silahlanan, çoğunluğunu işçilerin oluşturduğu Paris halkının, Fransız hükûmetinin işçileri silahsızlandırma girişimleri karşısında, Paris’te kontrolü tamamen ele alması sonucu kurulan Paris Komünü takriben iki ay sürmüş ve daha sonra da kanlı bir yenilgiye uğramıştır. Komün, Marksistler açısından tarihteki ilk proleter yönetim denemesi olarak, sınıf ve devlet arasındaki ilişkileri aydınlatması açısından önemli bir deneyimdir.

Komünün yaptığı, Marx’a göre, mevcut devlet yapısını parçalamaktan başka bir şey değildi. İlk icraatı sürekli ordu ve polisi kaldırarak yerine silahlı halk milislerini koymak olan Komün, daha sonra dinsel kurumu, yani kiliseyi mülksüzleştirdi. Devlet memurlarının maaşı işçi ücretleri ile eşitlendi. Ayrıca genel oy hakkı çerçevesinde seçilen her yöneticinin, yine onu seçenler tarafından geri çağrılabilmesi sağlandı. Adalet görevlileri de seçime ve geri çağrılmaya tabi tutuldu. Eğitim parasız olarak halka açıldı. Kısacası Komün, mevcut devlet mekanizmasını bürokratik içeriğinden soyundurarak, doğrudan demokrasi prensipleri çerçevesinde yeni bir yönetim mekanizmasının gerçekleştirilmesinin adı oldu.

Marx’a göre devlet toplumun kendi güçlerinden uzaklaşmasının, bu güçlerini belirli odaklara teslim etmesinin siyasal anlamda ifadesinden başka bir şey değildi. Bu nedenle de Komün, bu güçlerin tekrardan topluma devredilmek üzere, bürokratik odaklardan alınması sürecini ortaya koymaktaydı. Bu nedenle, Marx’a göre, ilerideki komünist devrimin başlıca amaçlarından birisi de, toplumsal sömürü ve baskıyı devam ettirme işlevi esas olan devleti ortadan kaldırmak olmalıydı.

Hazırlayan: Sosyolog Ömer Yıldırım

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...