Felsefe hakkında her şey…

‘İyi yaşamak’ ne demektir? İnsan iyi ve tatmin edici bir hayata nasıl sahip olabilir? Varoluşçular iyi yaşamak için özgürlüğü ve özgünlüğü kucaklamamız gerektiğine inanıyorlar…

23.07.2024
‘İyi yaşamak’ ne demektir? İnsan iyi ve tatmin edici bir hayata nasıl sahip olabilir? Varoluşçular iyi yaşamak için özgürlüğü ve özgünlüğü kucaklamamız gerektiğine inanıyorlar…

İnsan iyi ve tatmin edici bir hayata nasıl sahip olabilir?

Aristoteles bu soruyu ilk kez “Nikomakhos’a Etik” adlı eserinde ele almıştır ve muhtemelen Batı entelektüel tarihinde ilk kez bir kişi bu konuya bağımsız bir soru olarak odaklanmıştır.

O, nasıl yaşamamız gerektiği sorusuna teleolojik bir yanıt geliştirmiştir. Aristoteles, bir tür olarak gayemizin ya da ereklerimizin (telos) sorgulanmasına dayanan bir yanıt ortaya koymuştur.

Ona göre ereğimiz, insan olmanın ne anlama geldiğinin temel özelliklerini içeren esas üzerine yapılacak bir çalışmayla ortaya çıkarılabilir.

Erekler ve esaslar

Aristoteles şöyle demiştir:

“Her becerinin ve her soruşturmanın ve benzer şekilde her eylemin ve rasyonel seçimin bir iyiyi amaçladığı düşünülür; bu yüzden iyi, her şeyin ana ereği olarak tanımlanır.”

Neyin iyi olduğunu ve dolayısıyla iyiye ulaşmak üzere ne yapılması gerektiğini anlamak için öncelikle bizim ne tür varlıklar olduğumuzu anlamamız gerekir. Bu, iyi ya da kötü bir şeyin gerçekte ne olduğunu belirlememizi sağlayacaktır.

Aristoteles için bu genelgeçer bir hakikattir. Örneğin bir bıçağı ele alalım. Uygun işlevinin ne olduğunu belirlemek için öncelikle bıçağın ne olduğunu anlamamız gerekir. Bir bıçağın özü kesme işlemidir; bıçağın ereği budur. Dolayısıyla kör bir bıçağın kötü bir bıçak olduğunu iddia edebiliriz; eğer iyi kesmiyorsa önemli bir anlamda işlevini düzgün bir şekilde yerine getiremiyor demektir. Özün işlevle ilişkisi ve bu işlevin yerine getirilmesinin söz konusu şey için bir tür iyiyi gerektirmesi bu anlama gelir.

Elbette bir bıçağın ya da çekicin işlevini belirlemek, Homo sapiens‘in işlevini ve dolayısıyla bir tür olarak bizim için iyi ve tatmin edici bir yaşamın ne olabileceğini belirlemekten çok daha kolaydır.

Aristoteles, işlevimizin büyüme, beslenme ve üremeden daha fazlası olması gerektiğini; çünkü bitkilerin de bunları yapabildiğini savunur. İnsan olmayan hayvanlar da bunları yapabildiğinden, işlevimiz algılamaktan daha fazlası olmalıdır. Dolayısıyla, özümüzün, yani bizi benzersiz kılan şeyin, insanların akıl yürütme yetisine sahip olmasından ibaret bulunduğunu öne sürer.

Dolayısıyla, iyi ve mutlu bir insan yaşamının içerdiği şey, “akıl sahibi olanların pratik yaşamıdır”. Bu, Aristoteles’in etiğinin başlangıç noktasıdır.

İyi akıl yürütmeyi ve pratik bilgelik geliştirmeyi öğrenmeli ve bu aklı kararlarımıza ve yargılarımıza uygularken erdemin aşırılığı ve eksikliği arasında doğru dengeyi bulmayı öğrenmeliyiz.

İlgili konu: Altın orta

Ancak, “akla uygun erdemli bir eylem” hayatı yaşayarak, bizi tanımlayan şeyleri derinlemesine kavrayıp bunlardan zevk alarak serpilip geliştiğimiz ve işlevlerimizi yerine getirdiğimiz bir hayat sürerek eudaimonia‘ya, yani en yüksek insani iyiye ulaşabiliriz.

Varoluş özden önce gelir

Aristoteles’in bu fikri o kadar etkili olmuştur ki binlerce yıl boyunca Batı değerlerinin gelişimini şekillendirmiştir. Thomas Aquinas gibi filozoflar ve teologlar sayesinde Aristoteles’in kalıcı etkisi Orta Çağ’dan Rönesans’a ve Aydınlanma’ya kadar izlenebilmiştir.

Aydınlanma döneminde, Aristoteles’in çalışmalarını da içeren egemen felsefi ve dinî gelenekler, yeni Batı düşüncesinin ilkeleri ışığında tekrar ele alınmıştır.

18. yüzyılda başlayan Aydınlanma dönemi, modern bilimin doğuşuna ve bununla birlikte Kraliyet Cemiyeti’nin sloganı haline gelen nullius in verba (kimsenin sözüne bağlı kalma, otoriteyi sorgula) ilkesinin benimsenmesine sahne olmuştur. Gerçekliğin doğasını ve buna bağlı olarak hayatlarımızı nasıl yaşamamız gerektiğini anlamaya yönelik seküler yaklaşımlar da buna paralel olarak yaygınlaşmıştır.

Bu seküler felsefeler arasında en etkili olanlardan biri varoluşçuluk idi. 20. yüzyılda, varoluşçuluğun kilit isimlerinden Jean-Paul Sartre, teolojiye başvurmadan hayatın anlamı hakkında düşünmenin zorluğunu ele aldı. Sartre, Aristoteles’in ve Aristoteles’in izinden gidenlerin her şeyi enine boyuna düşündüklerini ileri sürmüştür.

Varoluşçular bizi hayatlarımız boyunca sonsuz gibi görünen seçimler yaparken görürler. Ne giyeceğimizi, ne söyleyeceğimizi, hangi kariyerleri takip edeceğimizi, neye inanacağımızı seçeriz. Tüm bu seçimler bizim kim olduğumuzu oluşturur. Sartre bu ilkeyi “varoluş özden önce gelir” formülüyle özetlemiştir.

İlgili konu: Varoluş özden önce gelir

Varoluşçular bize kendimizi yaratmakta tamamen özgür olduğumuzu ve dolayısıyla benimsemeyi seçtiğimiz kimliklerden tamamen sorumlu bulunduğumuzu öğretir. Sartre 1946 tarihli Varoluşçuluk Bir Hümanizmdir adlı makalesinde “Varoluşçuluğun ilk etkisi, her insanı olduğu gibi sahiplenmesi ve varoluşunun tüm sorumluluğunu doğrudan kendi omuzlarına yüklemesidir” diye yazmıştır.

Varoluşçular, sahici bir yaşam sürmenin en önemli koşulunun, özgürlüğü her şeyden çok arzuladığımızı kabul etmek olduğunu söylerler. Temelde özgür olduğumuz gerçeğini asla inkâr etmememiz gerektiğini savunurlar. Ancak ne olabileceğimiz ve ne yapabileceğimiz konusunda o kadar çok seçeneğimiz olduğunu da kabul ederler ki bu bir ızdırap kaynağıdır. Bu ızdırap, hissettiğimiz derin sorumluluk duygusudur.

Varoluşçular önemli bir olguya ışık tutarlar: Kepimiz bir noktada ve bir ölçüde, kaçınılmaz özgürlüğümüzün ızdırabından kaçmak için kendimizi “dış koşullara bağlı” olduğumuza ikna ederiz. Önceden tanımlanmış bir öze sahip olduğumuza inanmak böyle bir dış koşuldur.

Ancak varoluşçular psikolojik olarak açıklayıcı bir dizi başka örnek de sunarlar. Sartre, Paris’te bir kafede bir garsonu izlediği bir hikâye anlatır. Garsonun biraz fazla hassas, biraz fazla hızlı hareket ettiğini ve etkileyici olmak için biraz fazla hevesli göründüğünü gözlemler. Sartre, garsonun garsonluğu abartarak yapmasının bir oyun olduğuna, garsonun kendisini garson olarak aldattığına inanır.

Sartre’a göre garson bunu yaparken kendi gerçek benliğini inkâr etmektedir. Bunun yerine özgür ve özerk bir varlıktan başka bir şeyin kimliğini üstlenmeyi seçmiştir. Bu eylemi, kendi özgürlüğünü ve nihayetinde kendi insanlığını inkâr ettiğini ortaya koymaktadır. Sartre bu durumu “kötü niyet” olarak adlandırır.

İlgili konu: Dünya sahnesinde bir rol oyuncusu olarak kalmak mı; özgün ve kendin olmak mı?

 


Bu makale Sosyolog Ömer Yıldırım tarafından www.felsefe.gen.tr için, Oscar Davis’in “What makes a good life? Existentialists believed we should embrace freedom and authenticity” isimli makalesinden Türkçeye çevrilip derlenerek hazırlanmıştır. Alıntılanması durumunda kaynak gösterilmesi, ahlaklıca olanıdır.

Çeviri ve Derleme: Sosyolog Ömer Yıldırım

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...