Şüpheciliğin Tarihsel Serüveni
Felsefi şüpheci hiçbir şey bilmediğimizi ileri sürmez. Bir kere zaten “Hiçbir şey bilmiyorum” dersek, en azından hiçbir şey bilmediğimi biliyor oluruz ki kendi sözümüzle çelişiriz. Şüphecinin asıl duruşu, bilgi sahibi olduğumuz iddiasına meydan okumaktır. Birçok şeyi bildiğimizi düşünürüm, peki ama bu iddialarımızı nasıl savunabiliriz? Herhangi bir bilgiye sahip olduğumuz iddiasını kanıtlamak için hangi dayanakları ortaya koyabiliriz? Dünyamıza ilişkin sözde bilgilerimiz, algılarımıza ve aklımıza dayanır. Ama böylesine algılar, her zaman hataya açık değil midir? Sanrılar ya da rüyalar görmediğimizden nasıl emin olabiliriz? Ya da belleğimizin bize oyunlar oynadığından?.. Gerçek kabul ettiğimiz şey belki de gerçek değildir.
1. Antik Çağ: Tarihsel süreçte şüphecilik, ileri sürülen düşüncelerin eskidiği ve yeni düşüncelerin henüz ortaya çıkmadığı çağlarda belirmiştir. Bu çağlardan ilki, Yunan köleci toplumunun yozlaştığı ve çökmeye yüz tuttuğu çağdır. Bu yozlaşma ve çöküntü, Yunan bilgicilerinin (sofistlerinin) şüpheciliğinde yansımıştır. Thales’ten beri ortaya atılan felsefesel açıklama denemelerinin çokluğu, doğal olarak eleştiriyi ve şüpheyi gerektirmiştir. Bu çağa antik aydınlanma çağı denir. Antikçağ Yunan bilgiciliğinin kurucusu Protagoras (485-411), tarihsel süreçte ilk şüphelenen düşünürdür. Şöyle der: ”Her şeyin ölçüsü insandır. Her şey bana nasıl görünürse benim için böyledir, sana nasıl görünürse senin için de öyledir. Üşüyen için rüzgar soğuktur, üşümeyen için soğuk değildir. Her şey için, birbirine tümüyle karşıt iki söz söylenebilir”. Demek ki herkes için gerekli kesin ve saltık bir bilgi edinmek olanaksızdır. Bu göreci şüphecilik, Protagoras’ın izleyicisi Leontinoilı Gorgias (483-375)’ta daha da ileri giderek yokçuluğa (nihilizme) varmaktadır. Gorgias şöyle diyor: “Hiçbir şey yoktur. Varsa bile insan için kavranılamaz. Kavranılsa bile öteki insanlara anlatılamaz.” Antik Çağ Yunan şüpheciliği, bu ilk bilgici döneminden sonra Elisli Pyrrhon (365-275)’la okullaşıyor. Bilgi sorununu dizgesel (sistematik) olarak ilk inceleyen şüpheci Pyrrhon’dur. Bu yüzden Pyrrhon’a şüpheciliğin kurucusu denir. Büyük İskender’in ve Aristoteles’in çağdaşı olan Pyrrhon, Akademia’yla peripatos (Platon’la Aristoteles) okulları arasındaki karşıtlığı sezmekte gecikmemiştir, daha sonra da bu karşıtlığın Stoa ve Epikuros okullarında derinleşmesini izlemiştir. Bu gözlemleri, Pyrrhon’a, felsefe öğretilerine karşı güvensizliği ve bundan ötürü de şüpheyi aşılamıştır. Şöyle diyor: ”Gerçekten güzel ya da çirkin olan hiçbir şey yoktur. Herhangi bir şeyi güzel ya da çirkin bulan insanın kişisel seçimidir. Gerçek bir bilgi olmadığına göre, bilge kişi, her şeyde yargıdan kaçınmalıdır”. Ruhsal rahatlık ancak böylesine bir ilgisizlik ya da duygusuzluk’la sağlanabilir. Bu düşüncelerini sözlü dersleri ve yaşamıyla açıklayan Pyrrhon’un öğretisi, yazılı olarak, izdaşı Timon (320-230) tarafından yayılmıştır. Timon, ustasının öğretisini üç önermede formüle etmiştir:
a. Nesnelerin gerçek yapısı kavranılamaz’dır.
b. Öyleyse nesnelere karşı tutumumuz yargıdan kaçınma olmalıdır.
c. Ancak bu tutumladır ki ruhsal dinginlik’e kavuşabiliriz.
Pironcular için gerçek mutluluk budur.
Görüldüğü gibi, yüzyıllarca sonra Kant’ın öğretisinde biçimlenecek olan bilinemezcilik, antikçağ Yunanlılarında şüphecilik biçiminde yansımaktadır. Daha açık bir deyişle, antikçağ bilinemezciliği şüpheciliktir. Pyrrhon şüpheciliği, stoacılıkla Epikurosçuluğu da belli ölçülerde etkilemiştir. Bundan sonra Şüpheciliğin, Platon’un izdaşlarınca sürdürülen akademiye sızdığını görüyoruz. Kimi felsefe tarihçileri bu sızmayı, Pyrrhon şüpheciliğinin büyük bir başarısı olarak nitelerler(?N.şüphecilik kaçınılmaz olarak ortaya çıkacaktır ve Akademide de zaten var olan şüphecilik ortaya çıkmıştır N.). Platon akademisinin akademi şüpheciliği adıyla anılan bu şüpheci dönemi, orta akademi dönemidir. Arkesilaos (316-241, Karneades (214-129) ve Klitomakhos (180-110) gibi düşünürlerce sürdürülen akademi şüpheciliği, felsefe tarihçilerince ölçü şüpheciliği olarak nitelenir. Akademi şüpheciliği, kesin gerçek deyimi yerine gerçeğe benzer deyimini koymuş ve bununla yetinilmesi gerektiğini savunmuştur. Onlara göre kesinliği hiçbir zaman elde edemeyeceksek de kimi şeylerin öteki şeylerden daha çok doğruluğa yatkın olduğunu görebiliriz. Gerçeğe benzer olan, en çok olasılı (muhtemel) bulunandır. Ussal olan da, olanaklı bulunanların içinde en olasılıya göre davranmaktır. (Bertrand Russell Batı Felsefesi Tarihi’nde, bu görüş çoğu çağdaş düşünürlerin paylaşabileceği bir görüştür, der). Bu yüzden akademi şüpheciliği, olumlu şüphe ya da verimli şüphe deyimiyle nitelenmiştir. Çünkü bu şüphe, kesin gerçeğe henüz ulaşamamışsa bile, yanılınabileceğini de göz önünde tutarak kesin gerçeği aramakta ve her an kendi kendini düzeltip tamamlayarak gittikçe daha çok kesin gerçeğe yaklaşmaktadır. Bununla beraber, İ.Ö: 56 yılında Atina’nın elçilik göreviyle Roma’ya gönderdiği üç düşünürden biri olan, orta akademinin ikinci başkanı Karneades, Roma’da tüze (adalet) üstüne iki ayrı konuşma yapmış ve birinde tüzeyi tanıtlamak için ileri sürdüğü kanıtları ikincisinde birer birer çürütmüştür. Böylelikle de kesin gerçeğin bulunmadığını göstermiştir. Romalı gençlerin pek beğendiği bu söylevlere yaşlı Marcus Cato şiddetle karşı çıkmış ve senatoda yaptığı bir konuşmayla elçi Karneades’in Atina’ya geri gönderilmesini sağlamıştır.(Plutarkhos, ünlü Yaşamlar’ında, Cato’nun bunu, Karneades’i sevmediğinden değil, genellikle felsefeyi sevmediğinden yaptığını yazar). Orta akademi, özellikle Arkesilaos’un büyük etkisiyle tam iki yüzyıl (İ.Ö. 69 yılında ölen Antiokhos’un akademi başkanlığına kadar) şüpheci kalmıştır. Bu iki yüzyıl sonunda stoacılığa teslim olan akademi şüpheciliğinden sonra antikçağ Yunan şüpheciliği, Giritli Aenesidemos (İ.S. 1. yüzyılda yaşadığı sanılıyor)’la yeniden ve Pironcu biçimiyle canlandırılmıştır. Tarihlerin yazdığına göre Greklerden iki bin yıl önce Knosos’ta, şüpheci söz oyunlarıyla saraylıları eğlendiren bir çeşit şüpheciler varmış. Bu yüzden kimi felsefe tarihçileri Aenesidemos’un bu kökenden de kaynaklandığına işaret ederler. Aenesidemos’un Pironcu şüpheciliği, akademi sonrası şüpheciliği ve yeni Pironculuk adlarıyla da anılır. Şüphecilik yolunda Aenesidemos’u Lukianos (İ.S. 2. yüzyılda yaşamıştır) ve Sekstos Empeirikos (140-230) izlemiştir. Özellikle Empeirikos’un tanrıbilimsel şüphecilik’i Rönesans’ta filizlenecek olan bilim tutkusunun tohumlarını atmış sayılmaktadır. Antikçağ Yunan şüpheciliği, İ.S. 3. yüzyılda gücünü yitirmiş ve yerini çağın gereksinimlerine daha uygun düşen inakçı dinlere bırakmıştır. Antikçağ Yunan şüpheciliği genellikle duyumsal bilgiden şüphelenmiş ve bundan ötürü duyumcu şüphecilik deyimiyle de nitelenmiştir. İlerde, eytişimsel ve tarihsel özdekçi öğreti böylesine bir şüphenin ne kadar yersiz ve yanılgılı olduğunu bütün açıklığıyla sergileyecektir.
2. Rönesans şüpheciliği: Rönesans şüpheciliği, feodal üretim düzeninin yozlaşmasını ve çöküşünü yansıtır. Antikçağ Yunan şüpheciliğinde de görüldüğü gibi şüphecilik, tarihsel süreçte, daima var bulunan üretim düzeninin bunalıma girdiği çağlarda başgöstermiştir. Batı’da antikçağ Yunan şüpheciliğine karşı duyulan ilgi daha 15. yüzyılda uyanmıştı. Columbia Üniversitesi profesörlerinden Kristeller 15. yüzyıla ait Latince bir Sekstos Empeirikos çevirisi bulmuştur. Rönesans şüpheciliği Henricus Cornelius Agripa vaon Nettesheim (1486-1533)’la başlar. Michel de Montaigne (1533-1592), Fransisco Sanches (1552-1623), Jean Pierre Camus (1584-1654), rahip Pierre Charron (1541-1603) ve izdaşlarınca sürdürülür. Rönesans şüpheciliği özellikle Fransa’da filizlenmiştir. Bu şüphecilik, kimi felsefe tarihçilerinin savlarının tersine, tümüyle bilime karşı, bilinemezci ve yıkıcı bir niteliktedir. Bu şüphecilik, tanrıdan değil, bilimden şüphelenmiş ve hiçbir bilimsel gerçeğe varılamayacağını ileri sürmüştür. Pascal’ın ünlü sözü, Rönesans şüpheciliğinin ana savını özetler: ”Tanrı bize gerçeği gösterinceye kadar doğru olan Pironculuktur”. Felsefe tarihçileri Rönesans şüpheciliğine modern şüphecilik de derler. Ne var ki çağımızda onun çok daha modernleri türemiştir.
3. 17. Yüzyıl: Bu yüzyılın şüpheciliğinde Fransız düşünürü Rene Descartes (1596-1650)’ınözel bir yeri vardır. Onun şüpheciliğine yöntemli şüphe denir. Descartes, şüpheciliği, kesin bilgiyi buluncaya kadar tüm bilgileri gözden geçirme anlamında bir yöntem olarak kullanmıştır. Onun dışında 17. yüzyıl şüpheciliği François la Mothe le Vayer (1586-1672), Blaise Pascal (1623-1662) ve özellikle Pierre Bayle (1647-1706) gibi düşünürlerce sürdürülmüştür. Çağının en ilginç kafalarından biri ve pek güçlü bir sözlükçü olan Bayle, gerçekte dincidir, şöyle der: ”Usumuz, sadece, her şeyi daha şaşırtıcı bir hale getirmeye ve her şey üstünde şüpheler uyandırmaya yeteneklidir. O, şimdiye kadar, kendi kurduklarını yıkacak araçlar sağlamaktan başka bir şey yapmamıştır. Us, gün boyunca ördüklerini gece söken bir Penelope’dir. Bundan ötürü felsefe çalışmalarının bize sağlayacağı en büyük yarar, felsefenin doğru bir yol gösterici olmadığını anlamaktır. Kendimize başka bir yol gösterici aramak zorundayız. Bu da dinsel vahyin ışığıdır”. Bu gerici sözlerine karşın Bayle, tanrıtanımazlığı bile savunacak kadar hoşgörülü olduğundan ve Protestanlığından ötürü çağının feodal Katolik inakçılığıyla (kısa bir süre Katolik de olmuştu) savaştığından bir bakıma ilerici bir rol de oynamıştır. Özellikle, tanrıbilimcilerin inaksal kanıtlarını tartışma alanına çekmekle özdekçiliğin yerleşmesini kolaylaşmıştır. Bayle’a göre erdem aklın aldığına değil, aklın almadığına inanmaktır. Akla uygun olana inanmak kolaydır, bunu herkes yapabilir. Güç olan, herkesin beceremediği akla uygun olmayana inanabilmektir. Gerçek dincinin erdemi bu güç eylemde belirir. Tanrı düşüncesini, bilimle, akılla bağdaştırmaya çalışmak boşunadır. Bunlar hiçbir zaman bağdaşamazlar. Şu halde her birinin alanını ötekinden ayırmak, birbirlerine karşı hiçbir üstünlük düşünmeksizin, her birini kendi alanı içinde değerlendirmek gerekir. Aklın gücü kendi sınırı içindedir, bu sınırı aşamaz. Hiçbir bilimde gerçek bir kesinlik yoktur. Buna karşı inanın da sınırı çizilemez, inan inanabildiğin kadar. Her ikisi birbirlerine karşı da çelişiktir. İsteyen istediği yolu tutsun. Ben kendi payıma her iki yolu birden tutuyorum, der Bayle.
4. 18. Yüzyıl: Bu yüzyılın şüpheciliği özellikle İngiliz düşünürü David Hume (1711-1776)’la Alman düşünürü Immanuel Kant (1724-1804) tarafından gerçekleştirilmiştir. 17. yüzyılın büyük şüphecisi Bayle’ın etkisinde kalan Hume, daha ılımlı bir şüphecilik geliştirmekle beraber, Bayle’ın nesnel gerçeklik üstünde tutarlı bir açıklama yapılamayacağı yolundaki genel savını benimsemiştir. Profesör Richard H. Popkin bu konuda yaptığı bir incelemede şöyle der: ”Hume, eğer doğa bize yardım etmese, bizim ya da hiç olmazsa kendisinin şüpheden çıldırabileceğini gördü”. Hume, bu durumda, temelde bir şüpheci olmakla beraber ne de olsa bir bilim adamı olan Blaise Pascal’ın şu görüşüne sığınmıştır: ”İnsan, hiçbir zaman gerçek anlamda tam bir Pironcu (şüpheci) olamaz. Doğa, onun yetersiz usunu destekler ve çıldırmasına engel olur”. Hume da böyle davranmış ve şüpheciliğin zorunlu sonucu olan dinsel kör inacın yerine Hutcheson’un ruhbilimini koymuştur. Kant’ın şüpheciliyse ünlü bilinemezciliğinde belirir. Hume ve Kant, usun olanaklarını sınırlamakla gerici bir rol oynamışlar ve dinsel inançların içeri girmesini sağlayacak kapıları açmışlardır.
5. 19. Yüzyıl: Şüphecilik ve bunun doğal sonucu olan bilinemezcilik, burjuva felsefesinin bilgisiz kafaları bulandırmak için kullandığı araçlardır. Bu yüzen hemen bütün burjuva ideologları, gizli ya da açık, şüphecilikten ve bilinemezcilikten yararlanmışlardır. Bu tutumun en ünlü iki örneği Alman düşünürü Gottlob-Ernst Schulze (1761-1833)’un öğretisiyle Fransız düşünürü Auguste Comte (1798-1857)’un olguculuğudur. Schulze’a felsefe tarihçileri Aenesidemos derler. Schulze’a göre nesnel gerçekliği açıklayabilecek hiçbir bilgi olanaklı değildir. Auguste Comte da aynı kanıdadır ve olgulardan başka hiçbir şeyin bilinemeyeceğini savunarak şüpheciliğin geleneksel kanıtlarından yararlanmaya çalışır. 20. yüzyılın olgucu temele dayanan tüm idealist bilimdışı öğretileri de bu tutumu izlemekte ve sürdürmektedirler. Çağdaş bilimdışı öğretilerin şüpheciliği, bozuk düzenin ve düşüncesinin yozlaşmasını ve çöküşünü yansıtır.
6. Eytişimsel ve tarihsel özdekçilik: Eytişimsel ve tarihsel özdekçi felsefe, şüpheciliğin bütün yanılgılarını ortaya koymuştur. Çağdaş bilimsel felsefede şüpheciliğe yer yoktur. Çünkü bilimsel felsefe düşünce alanında kalmaz, kuramı pratikle denetleyip doğrulayarak geliştirir. Pratiğe uygulanabilen kuramdansa şüphe etmek olanaksızdır. Engels’in dediği gibi, eğer yapay olarak kauçuk yapabiliyorsak kauçuğu biliyoruz demektir. Bilimsel şüphe, kesin gerçekliği elde edinceye kadar bilimsel çalışmayı sürdürmek için gereklidir; yoksa onu yadsımak ya da bilinemez saymak için değil. Şüpheciliğin büyük yanılgıları başlıca iki noktada toplanır: 1. Saltık gerçeğe yanlış bir anlam verirler ve onu son (değişmez, başkaca hiçbir bilgiyi gerektirmez) bilgi sayarlar. Gerçekten de böyle bir bilgi yoktur. Gene Engels’in dediği gibi, bilgiye son çekmek sonsuza son çekmek olur. Evrensel gelişme nasıl sonsuzsa onun bilgisi de elbette sonsuz olacaktır. Belli bir yere bir zamanlar yirmi saatte giden tren, teknik gelişme sonucu olarak bugün sekiz saatte gitmektedir. Yarın bu süre çok daha az bir zaman parçasına inecektir. Bir zamanlar o belli yere trenin yirmi saatte gittiği nasıl kesin bir bilgiyse bugün sekiz saatte gittiği de öylece kesin bir bilgidir. Bilgi bu anlamda görelidir ama tarihsel olarak kesin ve saltıktır. Her göreli bilgi saltıklığını da birlikte taşır. Şüpheciler, kendi verdikleri anlamdaki saltık (kesin, değişmez N.) bilginin yokluğundan bilginin yokluğu sonucunu çıkarırlar; bundan ötürü de metafizik ve idealist göreceliğin çıkmazına düşerler. 2. Bilgi sürecinde duyumların rolünü abartıp saltıklaştırırlar. Oysa bilgi sadece duyumlarla elde edilmez, bilgi edinmenin duyum ve düşüncenin çeşitli etkileşimlerini gerektiren karmaşık bir süreci vardır. Şüpheciler, duyumları saltıklaştırmakla da yetinmeyip onun kişiden kişiye değiştiğini ve bundan ötürü de aldatıcı olduğunu ileri sürerler. Çeşitli kişiler aynı gerçekliği birbirinden farklı olarak algılayabilirler, ama bu duyumlarımızın bizi aldattığı anlamına gelmez. Ünlü bir diyalektikçinin dediği gibi, eğer bir duyu örgenimiz şüphe uyandırıyorsa başka bir duyu örgenimizi kullanırız. Gözlerimize inanmıyorsak ellerimizi kullanırız. Bu da yetmiyorsa başka insanların ellerinden ve gözlerinden yararlanırız. Bu da yetmezse çeşitli araçlara, deneye, pratiğe başvururuz. Böylece duyu örgenlerimiz, hem birbirlerini denetleyerek, hem de başkalarının duyu örgenleriyle denetleyerek ve aynı zamanda çeşitli araçlar, deneyler ve pratikle de denenip doğrulanarak bize doğru ve kesin bilgiyi verirler. Örneğin elimize aldığımız yuvarlak meyveye ”bu, elmadır” deriz. Bu kesin bir bilgidir, şüphelenilemez.
Görüldüğü gibi, antikçağın ilk şüphecilerinden çağdaş burjuva şüphecilerine kadar tüm şüpheciliğin kanıtları sadece bu iki büyük yanılgıya dayanır. Protagoras ”hava üşüyen için, üşümeyen için sıcaktır” diyordu, doğru. Ama havanın sıcak ya da soğuk olduğunu sizin üşümeniz ya da üşümemeniz değil, termometre saptar. Hava size sıcak ya da soğuk gelebilir, bu, bedensel yapınızın direncine bağlıdır. Ne var ki havanın, sizden bağımsız olarak ısısal bir nesnel gerçekliği vardır. Kaldı ki bedensel dirençleri düzgülü bulunan insanların büyük çoğunluğu da bunu termometre kadar doğrulukla saptayabilirler (Üşüyüp üşümeme, daha çok hareket halinde olup olmamaya, açlığa tokluğa, sıcak soğuk içmeye vb. bağlıdır. N.).