Felsefe hakkında her şey…

Sosyolojinin dil teorisindeki temelleri

11.10.2022
526

Habermas, 1971 yılında verdiği The Christian Gauss Konferansları’nın kendisinin felsefî yönelimi için oldukça anlamlı bir tarih olduğunu söylemiştir. Bu tarih, Habermas’ın dil ve iletişimle olan ilgisinin daha yüksek sesle ve yeni bir ilgi alanı olarak belirlendiği tarihtir. Burada atılan adım, toplumsal ilişkilerin kurulma kaynağı olarak aşkın bilinci, toplumun hakikate yönelik içkin referansını barındıran gündelik iletişim pratikleriyle değiştirmektedir. Bir başka deyişle, gündelik iletişimin rasyonalite potansiyelini, bilen öznenin “biliş edimleri”nin yerine eyleyen öznelerin konuşma edimlerini koyarak ve anlamın üretimini bilinçli monadların deneysel dünyasının kuruluşuna değil, bir dili kullananlar topluluğunun iletişimine götürerek açıklamaktadır.

Habermas şöyle demektedir:

“Anlamlı olarak yapısallaşmış bir hayat olarak kavradığımız her toplumun hakikatle içkin bir ilişkisi vardır. Çünkü anlam yapılarının gerçekliği, geçerliliğe yönelik özel olgusallık iddialarına dayalıdır. Genelde bu geçerlilik iddiaları safça kabul edilir. Ancak geçerlilik iddiaları tabiatıyla sorgulanabilir, kabul edilebilir ya da reddedilebilir. Burada ‘doğru’dan yerine getirilebilen ya da başarısızlığa uğrayan geniş bir meşruiyet iddiasından bahsediyoruz. Şu hâlde, bir görüş ya da iddianın, bir ümid, istek, tahmin kadar doğru ya da haklı olduğundan söz edebiliriz. Bir vaad ya da ilanın uygun bir biçimde yapıldığından, bir tavsiyenin yakışık alır bir biçimde verildiğinden, bir tedbirin tam olarak alındığından, bir tasvir ya da değerlendirmenin doğru bir şekilde yapıldığından da. Gündelik etkileşimlerde sonsuz sayıda ve neredeyse naif bir şekilde bu türden meşruiyet iddialarında bulunuruz. Her zaman bu arka plandan bireysel iddialar ortaya çıkar, sonradan hayal kırıklığına uğrandığında üzerine konuşulur ve doğru olup olmadığına bakılır.”

Habermas’ın sosyolojiyi lingüistik bir bağlama oturtma ya da sosyolojinin lingüistik temellendirilmesine yönelik ilgisi, yakın çalışma arkadaşı Karl-Otto Apel’in katkıları bir yana bırakılırsa kabaca üç damara bağlanabilir. Neopozitivist tümleşik bilim kavramına en önemli meydan okuma analitik diyebileceğimiz felsefenin içerisinden yükseldi. Wittgenstein’ın Felsefi Soruşturmalar’ı, dili mantıksal formun mutlaklığı yerine “hayat formları” hüviyetiyle somut “dil oyunları”nın sosyolingüistik analizinde kavramayı dener. Dil artık mantıksal olarak katı bir özün somutlaşımı değildir. Buna rağmen, bu dil oyunlarının bir gramere, bir kurallar bütününe sahip olmadığı söylenemez. Bir dilin öğrenilmesi süreci, konuşmayı becermek ve başkalarını anlamak özneler arasılığın sağladığı bir performansta gerçekleşir. Bir başka deyişle, dilin dünyayla (gerçeklikle) ilişkisi teorik değil, pratiktir.

Wittgenstein, Habermas’ın dile yöneliminin birinci nedenidir. İkinci neden ise Gadamer ve onun hermenötiğidir. Burada, Gadamer dilselliği, insan varlığının esas modu olarak ortaya koyar. Hermenötik, bir dilin doğru biçimde anlaşılması ya da öğrenilmesi değildir; bu zaten bir diyalogdaki anlaşmanın ön şartını oluşturur. Hermenötik metodolojik ilke, dili ve anlamayı tarihsel bir arka plana yerleştirir; tarihsellik (tarihi teleolojik okumayı ve böylelikle tarihsel düzenlilikleri bulmayı öneren tarihsicilikten farklı olarak), özellikle gelenek formunda, biraz paradoksal bir söyleyişle anlamanın ve yorumsamanın ufkunu oluşturur. Psikanalizin benlik yapıları ve toplum arasındaki ilişkiyi doğrudan belgelemesi bir yana, Habermas için bu disiplin tahrif edilmiş bir iletişim modeli sunmaktadır. Psikanalizin özel bir tür yorumlama biçimi olduğu açıktır. Bu yorumlama biçimi, analiz eden ve analiz edilen arasındaki dilsel mesafeyi ve bu mesafenin kurulduğu terapatik amacı görmezlikten gelemez. Psikanaliz, tahrif edilmiş bir iletişim süreci olmaktan, yâni bilinçaltından kurtularak, hastanın kendisi hakkında bir tür aydınlanmaya vardığı bir sürece doğru evrilir. Bilinç ve bilinç öncesi “kamusal” ya da “iletilebilir” olana, bilinçaltı ise “bastırılan” ya da “kamusal iletişimden uzaklaştırılmış olan”a gönderme yapar.

Habermas, psikanalizin dil ve iletişimle ilgisini üç düzeyde yeniden kurar: Dilin tahrifi ve davranışsal patoloji arasındaki bağlantıyla ilgili varsayımları toplayan metapsikoloji; sistematik olarak genelleştirilmiş anlatı formunda psikodinamik gelişmenin genel bir yorumu ve nihayet, yorumlayıcı bir çerçevenin bireylerin hayat hikâyelerine uygulanması.

Teorik yaklaşımlar birbirleriyle rekabet eder, demektedir Habermas, rekabet sadece ilgilendikleri sorunlar ve bunları ele almak için kullandıkları araçların farklılaşmasıyla değil, “teorik nesnelerini”, “alanlarını” nasıl tanımladıkları ve yorumladıklarıyla ortaya çıkar. Bu yaklaşımların disipliner ifadesi ve açığa vurumu olarak her tekil bilimin kendi teorik nesnesini tanımlama kaygısı, sosyal bilimlerin ve teorinin bir “toplum teorisi”ni ihtiva etmesi zorunluluğunu getirir. Habermas için sosyal teori ve buna bağlı olarak da sosyoloji, bir taraftan öznelliği yadsımayan diğer taraftan normatif (regülatif, kuralsal) temellere dayalı bir toplum teorisiyle, araçsal ya da amaçsal eylem türlerinin dışında bir eylem türüyle, “iletişimsel eylem”le başlamak zorundadır. “İletişimsel eylem teorisi” Habermas için, hem sosyal teorinin gerçek ve genel bağlamı hem de teorinin kendini anlamasının aracı olarak düzenleyici bir epistemolojinin işler kılınacağı bir zemini sunar. Buna ek olarak Habermas, pozitivist bir bilim ve epistemoloji anlayışının eleştirisini, “açıklama” ve “anlama” modlarına sıkışmış bir metodolojinin sunduğu hermenötik girişimin de ötesine giderek gerçekleştirir. Yorumun tarihselliği ve öznenin konumlanmışlığı, ideoloji eleştirisi ve yapısal psikanaliz modeliyle belirlenerek eleştirel bir bilimin hem kendi hem de vargıları üzerine düşünmesinin getirileri öne çıkarılır. Sosyolojinin dil esası üzerinde inşa edilmesi, bir bilgi öznesinin bilme edimlerinin sonucu bir eylemselliği, bu eylemselliğin gözettiği rasyonel sınırların, özneler arasılığın sunduğu zengin deneyimselliğin göreliliğini aşacağı düşüncesiyle savunulur.

Pozitivizm tartışması, Habermas’ın herkesin suskun kaldığı Heidegger konusundaki sorumluluk cesaretini sergilediği yazılarını bir yana bırakırsak daha sonra da sık sık yer alacağı kamusal/akademik tartışmalardan ilkidir. 1961 yılında Alman Sosyoloji Derneğinin toplantısında Adorno-Habermas ve Popper-Hans Albert ikilisi arasında geçtiği varsayılsa da (oysa bu doğru değildir; Dahrendorf da vardır katılanlar arasında), aradaki gerilimi büyüten ilave katkılarla konferans metninin yayımlanması olmuştur. Bu tartışmada, ilkin sosyolojik bir boyut vardır: çelişkinin kavramsallaştırılması. Adorno tekrar tekrar çelişkinin ortadan kaldırılamayacak bir gerçeklik olduğunu, çelişkiyi pasifize etmenin siyasal bir tutum almak sayılacağını, ayrıca çelişki kavramı olmaksızın toplumsal bütünün anlaşılamayacağını söyler. Oysa Popper, bölük börçük bir mühendislikle ve minimalist bir yaklaşımla toplumsal-siyasal sorunların çözülebileceğini ve toplumsal entegrasyonun mümkün olduğunu savunur. İkinci boyut, metodolojiktir. Popper’in tartışmadaki açıklığına karşılık, Adorno belli belirsiz Popper’in bilimsel pratikteki subjektif boyutun korunmasına ilişkin kaygısını paylaşır ancak düşünsel pratiğin tümdengelim ya da tümevarım, hipotez, doğrulama, yanlışlama gibi sınırlanmasına karşı çıkar. Bir tezin kendisinde doğrulanacak ya da yanlışlanacak olandan daha fazla bir şey vardır. Bir tezden, bir düşünceden özgürleşime giden yolda kalan şey, doğrulanabilen ya da yanlışlanabilen bir şey değildir.

Habermas’ın tartışmadaki katkısı, özellikle, tartışmanın genişletilmiş metninde, aslında daha anlamlı ve Adorno’yla kıyaslandığında daha derindir. Birincisi Popper ve Albert’in temsil ettiği eleştirel rasyonalizmin, sosyal bilimler felsefesinde bütünüyle kapsayıcı olamayacağını, söz gelimi hermenötik prosedürleri dışarıda bırakacağını vurgular. İkincisi, rasyonalizmin taşıdığı tarihsel ve kültürel çağrışımlardan soyutlanmış, sadece ampirik-analitik bir metodolojik prosedür olarak konumlanması ve bu prosedürdeki konumun tüketiciliği kabul edilemez. Üçüncüsü Habermas, değer ve normun, biçim ve içeriğin, objektiflik ve tarafgirliğin kendilerinde herhangi bir ayrıcalığa ve üstünlüğe sahip olmadığını, bunların ancak bireylerin tarihsel, kültürel, dilsel ve politik olarak gerçekleşen bir hayat-alanında birbiriyle çatışarak, iç içe geçerek varolduklarını özellikle değerden arındırılmış bir bilimsel pratiğin pozitivist bir yanılsama olduğunu vurgular. Tarihsel ve karşılaştırmalı çalışmaların bilim pratiklerinin farklı motivasyonlarla gerçekleştirilebileceğini, Popperyan rasyonalizmin ılımlı yaklaşımının bu konuda aslında dışlayıcı olduğu hakikatini gizlemeyeceğini belirtir.

Habermas’a göre değerden bağımsız olarak bilimsel faaliyet yapılamaz.

Habermas’ın epistemolojiyi bir sosyal teori olarak kurma girişimi, istem kavramı ve bu kavramın metodolojik ve teorik vargılarıyla belirginlik kazanır. Bilgi ve İnsansal İlgiler (1968) kitabı, bilgi kritiğinin kriziyle başlamakta, pozitivizm, pragmatizm ve tarihsiciliğin sosyal bilimler felsefesindeki konumlarını sergilemekte, sonuçta kitabın başındaki sosyal teori ideası, geniş bir tartışma arka planına yayılarak savunulmaktadır. İstemler, insan türünün var kalmak ve toplumsal hayatını yeniden üretmek için sahip olduğu dürtüsel yapılardır. Emek ve etkileşim, maddî ve zihinsel çaba, istemlerin kazandığı süreçsel boyutu; dil, bu boyutların ifadesini; araçsal eylem, pratik eylem ve özgürleştirici eylemse bu süreçlerin özneler aracılığıyla gerçekleştirilmesini anlatır.

Epistemolojinin sosyal bir teori kurulması ve “düşüncenin bastırılmış uğraklarını diriltme” çabasına bağlanabilecek erken dönem Habermas’ın tezi, gerçekliği özgül bakış açılarından kavradığımızı ve bu özgül bakış açılarının insan türünün natürel tarihinde temellendiğini, emek ve etkileşim aracılığıyla toplumsal yeniden üretimi gerçekleştirdiğini savunur. Maddi ve kültürel emeğin güç ilişkileri tarafından belirlenmesiyle gerçekliği kavradığımız bakış açılarının ya tabiata ya insana ya da topluma yönelen bir istem yapısına bağlandığı iddiası, tabiatı denetleme ve olayları biçimlendirebilme amacına bağlı teknik istemi, insanların birbirini anlama ve iletişimini yönlendiren pratik istemi ve nihayet hem eleştirel düşünceyi hem de bu düşünce aracılığıyla daha iyi bir hayat/toplum tasarısına yönelik özgürleşimci istemi ortaya çıkarır. Teknik istem, ampirik-analitik bilimleri; pratik istem, tarihsel- hermenötik bilimleri; özgürleşimci istem ise eleştirel bilimleri doğurur.

Dolayısıyla emek, teknik istemle ampirik analitik bilimlere; etkileşim (iletişim) pratik istemle tarihsel-hermenötik bilimlere; güç ise özgürleşimci istemle eleştirel bilimlere uzanır. Ampirik-analitik bilimler, tabiatı ve nesneleri tahakküm altına almayı hedefleyen araçsal-rasyonel eylemle; tarihsel-hermenötik bilimler, anlaşmayı ve anlamayı mümkün kılan sembolik-pratik eylemle; eleştirel bilimler, tahakküm şartlarının ortadan kaldırılması ve tahrif edilmemiş bir iletişim vasatını yaratmayı amaçlayan politik-değersel eylemle toplumsala uzanır. Tahakküm, anlama ve güç ilişkilerini bozmakla, bilimlerin böylece, epistemolojik-teorik öncülleriyle birbirine eklemlenir. Habermas bu dönemde sık sık, hem özerklik hem de sorumluluk yüklemine sahip bir “erginlik” (aydınlanma) hâli olarak “Mündigkeit” (ergin olma durumu) kavramına müracaat eder ve bu kavramın eleştirel bilimlerin sonucu olarak bireylere yansıma beklentisini ifade eder.

Habermas’ın Niklas Luhmann’la tartışması, Toplum Teorisi veya Sosyal Teknoloji- Sistem Araştırması Neyi Başarmıştır başlığıyla 1971 yılında yayımlanmıştır. Habermas aynı iddialarını bu sefer başka bir muhataba karşı yineler. Luhmann, Habermas’ın toplum teorisinin, bir iletişim teorisi olması (ya da öyle bir teoriyi içermesi) iddiasını kabul eder. Ancak, Habermas’ın sonraları sistem ve hayat-alanının ayrışmasına dair görüşlerine itiraz eder; toplumun çeşitli sistemlere ayrışmasını, bir gerileme değil, gelişme olarak görür. Bir toplumun evrimini, bu evrimi yaratan entegrasyon süreçlerinin toplamı olarak değerlendirir. Habermas’ı “tekkültür aklı”na bağlı kalarak toplumların işlevsel farklılaşmasını, demokrasi, insan hakları, modernite vb. kavramların sunduğu yanılsamayla eleştirdiğini belirtir. Tarihin müzesine kaldırılması gereken Aydınlanmaya bağlılığı eleştirir. Buna karşılık Habermas, sosyal teorinin salt gözlem ve analizle, bir tür teknolojiye indirgenerek ancak varolan toplumsal şartları olumlayacağını ve çatışmanın mahiyetini her durumda olumlu bir gelişme anlatısına bağlayacağını söyler. Bir toplumun herhangi bir referans ölçütü olmaksızın işlevsel bir birim olarak değerlendirilmesinin taşıdığı kültürel tehditlere dikkat çeker. Habermas nitekim yıllar sonra Modernliğin Felsefî Söylemi’nde (1985) Luhmann’a tekrar döner ve onu, bilinç ve özne felsefesinin edimlerinin metabiyolojik bir çevrime tabi tutulduğu antimodernist düşüncenin temsilcilerinden biri sayar.

Habermas’ta sistem iki alt ögeden oluşur: sermaye ve devlet. İlki sistemin iktisadi ögesidir; ikincisi ise idari. Bu ikisi hayat-alanını tahakküm altına alır, standartlaştırmaya ve nesneleştirmeye çalışır. Bir bakıma sistem ile hayat-alanı arasındaki ayrışma sistemin, hayat-alanını kendi çıkarları için düzenleme çabasının bir sonucu olarak ortaya çıkar.

Kaynak: Çağdaş Felsefe II, s. 195-199, T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 4175, AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 2955

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...