Felsefe hakkında her şey…

Dünya sahnesinde bir rol oyuncusu olarak kalmak mı; özgün ve kendin olmak mı?

20.09.2023
314
Dünya sahnesinde bir rol oyuncusu olarak kalmak mı; özgün ve kendin olmak mı?

Hepimiz, davranışları ya da konuşmaları yapmacık, eğreti ya da doğallıktan uzak görünen; sergilediği tavırları gerçek benliğiyle uyuşmuyormuş hissi veren biriyle muhatap olmuşuzdur.

İnsanların samimiyetsiz tavırlarını anlamak zor değildir. Belki gülümsemesi gözlerinin içinde parıldamıyordur. Özrü, alaycı bir gülümsemenin gölgesinde silinip gidiyordur. Ya da birinin dilinden dökülen taziye sözlerinin, sesinin titreşiminden basmakalıp ve bayağı olduğu fark ediliyordur. Ancak samimiyetsizlik, muhakkak, gündelik hayatta sıkça karşılaşılabilecek bu gibi durumlardan daha kemikleşmiş görüntüler sergileyecektir.

Biriyle tanıştığınızda bazen sanki o kişinin tüm varlığı bir tür rolden ibaretmiş gibi hissedebilirsiniz. Onun hareketleri size doğallıktan uzak gelebilir. Tanıştığınız kişinin dış görünüşüyle ses tonu, kıyafetleriyle tavırları birbiriyle uyumsuz olabilir. Ya da konuşma biçimi doğruyu söylemek için çaba gösteriyormuş da bunu yapamıyormuşçasına garip bir hâli yansıtabilir. Bunlar, sezgilerimizin bize, konuştuğumuz kişinin kendisi gibi olmadığını, daha ziyade başka bir şey ya da başka biriymiş gibi davrandığını, özetle samimiyetsiz olduğunu söylediği anlardır.

Fransız filozof Jean Paul Sartre, yaşadığımız bu duyguyu “kötü niyet” kavramıyla oldukça etkileyici biçimde açıklamıştır.

Varlık ve Hiçlik

Sartre başyapıtı olarak kabul edilen Varlık ve Hiçlik”te bizden kendimizi bir kafede işini yapan bir garsonu izlerken hayal etmemizi ister. Adam servis yapıyor, koşuşturuyor ve Parisli bir garsondan bekleyebileceğiniz tüm becerilerini sergiliyor. Ancak bir şeyler yerli yerine oturmuyor. Hareketleri zorlama biçimde “… canlı ve ısrarlı, biraz fazla kesin, biraz fazla çabuk…” İyi bir garsonun yapması gereken her şeyi yapıyor; ama “… müşterilere biraz fazla canlı adımlarla yaklaşıyor, biraz fazla candan bir tavırla eğiliyor, sesi ve gözleri müşterinin siparişi için biraz fazla dikkatli bir ilgiyi yansıtıyor…” (Sartre, 2011: 114) 1

Peki kafede tam olarak neler oluyor? “Bunu anlamak için onu uzun süre gözlemlemek gerekmez: kafe garsonu olmayı oynamaktadır.” Adam işini istediği gibi ya da doğasına uygun bir şekilde değil, insanların ondan yapmasını istediğini düşündüğü şekilde yapıyor.

“Garsonun işlevlerim istediğim kadar yerine getireyim, oyuncunun Hamlet olması gibi benim de o olabilmem ancak nötr bir kipte mümkündür, bunun için kendi durumumun tipik jestlerini mekanik bir şekilde yerine getiririm ve birer ‘benzeşik’ [analogon] olarak benimsediğim bu jestlerin içinden kendimi imgesel garson olarak hedeflerim.” (Sartre, 2011: 114)

Bir işin ve rolün yükümlülüğünü taşıyan herkes bu garson gibidir. Garsonlar her yerdedir. Her işin veya rolün gereklilikleri ve yükümlülükleri vardır. Bir meslek icra etmek törensel bir eylemdir. Bir iş insanı takım elbise giymeli ve misafirlerini içten görünen bir tokalaşma ile karşılamalıdır. Bir toptancı elindeki malları yüksek zevke hitap eden bir sanat eseri gibi pazarlamalıdır. Öğretmen öğrencilerini eğitmeli ve kuralları uygulamalıdır. Her birinin dile getirilmesi gereken sözleri vardır. Her birinin karşılaması gereken beklentiler vardır. Shakespeare’in de dediği gibi:

“Tüm dünya bir sahnedir ve tüm erkeklerle kadınlarsa sadece birer oyuncudur.”

Hikâyelerle yaşamak

Garsonun hikâyesi özelinde günlük hayatımızın törenselliğinin en ürkütücü tarafı, özünde kim olduğumuzu belirleyen kendimizliğimizi içimizden söküp atmasıdır. Eylemlerimizi ve söylemlerimizi bir kalıbın önceden belirlenmiş biçiminin içine bırakırken, kendi özgün karakterimizi de orada bırakmış oluruz. Varlığımızı; seçebilen, irade sahibi ve etken bir özne durumundan istendiği gibi bir o yana bir bu yana çekiştirilen, edilgen bir kuklaya indirgemiş bulunuruz.

Bazı durumlarda sanki bedenimizden soyutlanmış, benliğimizin ötesinde ya da tamamen dışında, anlamlandıramadığımız biçimde davranıyor ve konuşuyor gibi hissedebiliriz. Kendini, canlandırdığı role bir süre adayan herkes, kişiliğinin bölünmüşçesine tuhaf bir ikilikte kaldığı bir an olduğunu söyleyebilir. Bir yanda olanı biteni seyreden otantik ve gerçek benliğiniz, diğer yanda bedenimizin bir kuklayı andıran devinimleri vardır. Bahsini ettiğimiz duygular “Ben bunu neden yaptım?”, “Aslında öyle demek istememiştim” diye düşündüğümüz tüm o anlarda hissedilenlerdir.

“… ilk randevusundaki bir kadını alalım. Kendisiyle konuşmakta olan adamın onun hakkında beslediği niyetleri çok iyi bilir. Aynı zamanda er ya da geç bir karar alması gerekeceğini de bilir. Ama bu kararın aciliyetini hissetmek istemez: partnerinin tavrında nazik ve saygılı olarak görünen ne varsa yalnızca ona tutunur. Bu nazik ve saygılı davranışı, ‘ilk adımlar’ diye adlandırılan şeyi gerçekleştirmek üzere başlatılmış bir girişim olarak kavramaz, yani o davranışın sunduğu zamansal gelişme imkânlarını görmek istemez: o tutumu, o anda olduğu şeyle sınırlar, kendisine yöneltilen tümcelerde ilk anlamlarından başka şeyler okumak istemez, ona, ‘Size öyle hayranım ki’ dendiğinde, bu tümcenin cinsellik içeren arka fonunu kaldırır, kendisiyle konuşan erkeğin sözlerine ve davranışına nesnel nitelikler olarak düşündüğü dolaysız imlemler atfeder. Kendisiyle konuşan erkek ona tıpkı masanın yuvarlak ya da dört köşe olması gibi, tıpkı duvarın boyasının mavi ya da gri renkte olması gibi içten ve saygılı görünür.” (Sartre, 2011: 110)

Sartre’ın bu örneğindeki kadın kendi çekiciliğinin farkındadır. Adamın onu eve götürmek istediğini ve bu randevu için pek de incelikli niyetler taşımadığını çok iyi biliyordur. Yine de bunun zihnini meşgul etmesine izin vermez ve bunun yerine kendi kurguladığı bir anlatıya inanıp ona göre yaşamayı tercih eder. Mesela adam onu çok çekici bulduğunu söylediğinde, kadın bu ifadeyi cinsel arka planından arındırarak yorumlar. Müstehcen sözleri ve şehvetli bakışları zihninde “hayranlık, saygı, takdir” göstergelerine dönüştürür. Orada, hemen önünde duran gerçekliğe göre değil, bir hikâyeye göre yaşamaya devam eder.

Sartre, bu süreçte beden ile ruhun birbirinden ayrılmasının tamamlandığını söyler. Kadın kafasının içinde kendine açtığı özel locada yaşar ve bedenini oradan yalnızca “bedenselliğin vuku bulacağı edilgen bir nesne” olarak seyreder. Özgün, kendine has benlik, yani kadının gerçek kişiliği, salona adım atmış, locasına yerleşmiş ve bedeninin bir sahnedeymiş gibi sergileyeceği fiziksel performansı seyretmektedir.

Kötü niyet

Kendi seçimlerimizdense bizim için önceden tasarlanmış hikâyelerin üzerine kurarak yaşadığımız bu anlar, Sartre’ın “kötü niyet” olarak adlandırdığı şeydir.

Kötü niyet, içinde bulunduğumuz durum üzerindeki etkin katılımımızı kendimizden dahi sakladığımız zamanları ifade eder. Garson, oynadığı rolü görmeyi reddeder. İlk randevusuna giden kadın tam da karşısında alenen duran gerçeği görmezden gelir. İçinde bulundukları koşullarda yaptıkları ve yapacakları seçimleri gizlerler. Örneğin kadın, partnerinin şehvet düşkünü olduğundan hiçbir şekilde şüphelenmemiştir. Bu belki de kötü niyetten değil de sadece saflıktandır.

Sartre’ın kötü niyeti, onun en spesifik düşüncelerinden biridir. İşten eve döndüğünde “iş kıyafetini” üzerinden bir an evvel atmaktan büyük haz duyan herkes onun kötü niyet ile ne demek istediğini bilecektir. Yapmacık gülümsemeler takınmaktan ve basmakalıp merhabaları tekrarlamaktan usanç duyan ve yılgınlığa kapılan herkes onun ne demek istediğini bilecektir. Milyonlarca kişinin belirlenmiş, sınırları çizilmiş bir şekilde davranma konusundaki dayatmalarına boyun eğen herkes onun ne demek istediğini bilecektir.

Hepimiz hayatımızın büyük bir bölümünü Sartre’ın bu “kötü niyet”iyle yaşıyoruz. Buna bir isim vermek ve yaptıklarımızı dile getirmek, işleri biraz daha iyi hâle getirmemize yardımcı olabilir. Ancak Sartre’ın da belirttiği gibi: Bu yalnızca istersek gerçekleşecektir.

 


Bu makale Sosyolog Ömer Yıldırım tarafından www.felsefe.gen.tr için, Jonny Thomson’ın “Want to be more authentic? Don’t be like Sartre’s café waiter” isimli makalesinden Türkçeye çevrilip derlenerek hazırlanmıştır. Alıntılanması durumunda kaynak gösterilmesi, ahlaklıca olanıdır.

Kaynak Metnin Yazarı: Jonny Thomson, Oxford Üniversitesinde felsefe öğretmenliği yapmaktadır.

Çeviri ve Derleme: Sosyolog Ömer YILDIRIM

KAYNAKÇA

  1. Sartre, J.P., (2011), Varlık ve Hiçlik, (4. baskı), İthaki Yayınları, İstanbul.
BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...