Felsefe hakkında her şey…

David Hume’un Ahlak Felsefesi (Etik) Anlayışı

03.11.2019
5.726

Hume, tüm kuşkuculuğuna karşın etik konuları da dikkatli biçimde ele almıştır. İnsan Doğası Üzerine’nin 3. kitabının açış tümcesi şöyledir: “Ahlak tüm ötekilerden daha çok bizi ilgilendiren bir konudur.”

Bu konuya ilgisi öylesine büyük idi ki Galileo ve Newton doğal bilim alanında ne yapmışlarsa o da aynısını ahlak alanında yapacağını düşünüyordu.

Ahlak İlkeleri Üzerine’ de “ahlak felsefesi Copernicus’un zamanından önceki aynı koşuldadır… Tıpkı soyut genel ilkeleriyle daha eski bir bilimin daha deneysel bir yönteme doğru gitmek zorunda olması gibi, filozofların da etik uyuşmazlıklarda uygun bir reform girişiminde bulunmaları zamanı gelmiştir.” diye yazıyordu. Hume bu nedenle olgu ve gözlem üzerine temellenmemiş olan hiçbir etik sistemi ne denli incelikli ve dâhice olursa olsun beğenmedi.

Hume için etiğe ilişkin temel olgu ahlak yargılarının sadece akıl tarafından değil, sempati-duygudaşlık duygusu tarafından düzenlenmiş olmasıdır; kuşkusuz, etik kararlara ilişkin tartışmalarda akıl dikkate değer bir rol oynayabilir, ama herhangi bir ahlaksal övgü ya da yergi konusunda tek başına yeterli değildir, şeklinde düşünmektedir. Aklın ahlakta oynadığı rolün sınırları olgu konuları ve ilişkiler üzerine yargılarda bulunmaktır. Oysa iyi ve kötüye ilişkin etik yargılar, olgu konuları ya da ilişkilerle sınırlı değildir. Örneğin neden cinayet işlemeyi bir suç olarak yargılıyoruz? Suç dediğimiz şey bir olgu konusu mudur?

Eğer eylemi betimlerseniz, olayın gerçekleştiği zaman, kullanılan silah, kısacası olaya ilişkin tüm ayrıntıları bir araya getirseniz bile, akıl yetisi halen, suç etiketinin iliştirilmesi olgusundan izole olmuş değildir. Ve yine bu eylem, daima ve tüm koşullarda bir suç olarak görülmeyebilir. Aynı eylem öz-savunma ya da resmi infaz olarak da görülebilir. İyi ya da kötü yargısı tüm olgular bilindikten sonra verilir. Bir eylemin iyiliği ya da kötülüğü akıl tarafından keşfedilen ya da çıkarımlanan yeni bir olgu değildir ve yine etik söylem matematiksel uslamlamaya benzemez. Üçgen ya da daireye ilişkin birkaç olgudan ilave olgular ve ilişkiler çıkarımlanabilir. Ama iyilik tıpkı güzellik gibi, akıl yoluyla ek olarak tümdengelimsel bir sonuç biçiminde çıkarımlanacak şeyler değildir. “Öklid dairenin tüm niteliklerini tümüyle açıkladı ama herhangi bir önermede onun güzelliğine ilişkin bir tek söz bile söylemedi” (akt. Stumpf, 1994: 288).

Bunun nedeni açıktır. Çünkü güzellik dairenin bir niteliği değildir. O çizginin herhangi bir parçasında bulunmaz; onun parçaları bir merkezden eşit uzaklıktadır. Güzellik, bu biçimin-dairenin insan zihninde ürettiği bir etkidir; bu etki duygusal alanda kendini gösterir. Çünkü bu alanda bir olgu durumu ya da gerçek varoluş bulmak istersek bulacağımız şey nedir? Hangi yolu tutarsak tutalım, sadece belirli tutkular, güdüler, arzular ve düşünceler. Daha başka bir olgu durumu yoktur. Bütün bunlar ise akıl değil duygu konusudur, bunlar nesnede değil bizim içimizde bulunurlar.

Hume duygu, duyarlık ya da sempati yetisi üzerinde bir etik sistem kurduğunun farkındaydı ve etiği hoşlanma konusuna indirgemek oldukça riskli bir durum olabilirdi. Çünkü bu şekilde ahlak yargıları öznel ve göreli olmuş oluyordu. Ayrıca duyguyu ya da duyarlılığı övgü ve yerginin kaynağı haline getirmek, etik yargılarımızın bizim bireysel kendi-çıkarımız ve ben-sevgimiz biçimindeki bir ölçütten çıkacağını ima etmiş oluyordu. Hume bu iddiaları etik duyarlılığın tüm insanlarda bulunduğunu vurgulayarak, yadsıdı; insanların aynı eylemleri övdüğünü ya da kınadığını söyleyerek, övgü ve yerginin çok dar bir ben-sevgisinden çıkmadığını ekledi.

Ona göre, sempati duyarlılığı ya da duygudaşlık insan doğasında kendisinden daha geneli olmayan bir ilke olarak alınmalıdır. Bu insan kapasitesi aracılığıyla biz sık sık nerede ve ne zaman olursa olsun, gerçekleştirilen erdemli eylemleri övme yoluna gideriz. Bu eylemlerde kişisel -ilginin herhangi bir görünümü keşfedilemez ya da şu anki mutluluğumuz ve güvenliğimiz ile bağlantılı olan herhangi bir ilişki keşfedilemez; bunlar birbirinden çok ayrı şeylerdir. Ayrıca, bir düşman tarafından performe edilen cömert, cesur, asil bir iş bizim beğenmemize engel olamaz. Bu düşüncelerin sonucu olarak Hume, övgü ve yergi yargılarımız için biz insanlarda bulunan duygudaşlık-sempati kapasitesinin yeterli bir açıklama sağladığına ikna oldu.

Hume’un ahlak duygusu ve duygudaşlık kavramı geleneksel etik kuramlarla keskin bir zıtlık içindedir. Bu kuramlarda ahlaklılık, eylemlerin bir etik kurala ilişkisi içinde ortaya çıkar; böyle bir etik kuram bir eylemi etik kurala uyması ya da uymaması bakımından iyi ya da kötü olarak betimleme yoluna gider. Ama Hume etik kurallar bulunduğu hipotezini kabul etmez, çünkü böyle bir hipotez tümüyle anlaşılmaktan uzak ve asla akla uygun kılınamayacak bir durumdadır. Tersine Hume, etik için almaşık bir hipotez önerir: Zihinsel bir eylem ya da nitelik, bir gözlemciye hoşnutluk yaratan bir beğenme duygusu veriyorsa o zaman erdem olarak betimlenebilir, tersi de erdemsizlik olacaktır. Gözlemciye beğenmenin-onaylamanın hoşnutluk duygusu veren nitelikler arasında kibarlık, ihtiyat, girişkenlik, çalışkanlık, tutumluluk, aklıselim-makul düşünme, sağduyu, basiret gibi nitelikler vardır.

Yine, dünyaca kabul edilen uzlaşılar vardır; bunlar arasında, “itidal-ılımlılık, sabır gösterme, sadık olma, saygılı olma, düşünceli olma, düşünmede hızlılık ve anlatım güzelliği” vardır. Bu niteliklerde bizim övgümüze yol açan şey nedir? Ona göre bu nitelikler yararlı ve uygun niteliklerdir. Ama yararlı nedir? Kuşkusuz birisinin ilgisini doyurandır. O halde kimin ilgisini doyurandır? Sadece bizimkini değil; bizim beğenmemiz çoğunlukla daha ötelere yayılır. Yaptıkları işlerle karakter ve eylem olarak beğenilenlerin ilgisini doyurmalıdır. Yararlılık, Hume tarafından “doğal bir sonuca yönelim” olarak tanımlanır. O, yine şunu kabul eder: Yararlı olan ve zararlı olan arasındaki ayrım, en temel etik ayrımdır; eğer bir şey yararlı ise o etik duygunun kaynağıdır ve bu yararlılık daima kendimize referans olarak düşünülmemelidir. Toplumun mutluluğuna katkı yapan her şey kendisini doğrudan doğruya bizim beğenmemize-onaylamamıza sunar. Burada ahlaklılığın temeli için büyük ölçüde kabul edilen bir ilke vardır.

Hume adalet ilkesi üzerinde de durmuştur: Ona göre, genel barışı ve düzeni betimleyen adalet ötekilerin kazanımlarından genel bir uzak durma ilkesi olarak kişiliğinde ve kazanımlarında güvenlik içinde olmak isteyen her kişinin kendi çıkarını yansıtır. Bu güvenlik ve mutluluk bir adalet düzeninin bulunduğu bir toplum içinde kazanılır. Bu bağlamda adalet kişisel ilginin bir yansımasıdır. Adalet ilkesinin yararı kişisel kazancı korumasıdır. Bu nedenle kamusal yararın adaletin biricik kökeni olduğunu söyleyebilecek duruma gelir. Ve bu erdemin iyi sonuçlar doğuracağı düşüncesi onun değerliliğinin biricik temelidir.

Toplumsal yararlılık ya da kişisel kazanç, bizi topluma doğru ya da bir adalet sistemine doğru sürüklemesine karşın, kişisel kazancın ötesinde o adalet için etik temeli sağlayan bir şeydir. Adaleti bir etik erdem niteliği yapan şey ve tersine adaletsizliği yapan şey, kişisel çıkar değil, daha çok bir sempati duygusudur. Biz, sadece kendi kişisel çıkarımızı ilgilendirdiği için değil, ama öteki insanlarda bizim sempati-duygudaşlık aracılığıyla paylaştığımız bir acı ve hoşnutsuzluk duyguları ürettiği zaman adaletsizliği kınarı z ve mahkûm ederiz. Bu nedenle Hume’a göre insanların her birinin kendi kişisel çıkarı adaletin tesis edilmesinin kökensel güdüsüdür, ama kamusal çıkar demek olan duygudaşlık, ahlaksal onaylamanın kaynağıdır.

Hazırlayan: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Ömer YILDIRIM’ın Kişisel Ders Notları. Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf “Felsefeye Giriş” ve 2., 3., 4. Sınıf “Felsefe Tarihi” Dersleri Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...