İyi bir insan olmak için mantıklı ve bilimsel olmalısınız: Ne kadar çok şey bilirseniz o kadar iyi eylemde bulunursunuz.

Üniversitelerde her zaman bir çeşit mücadele süregelir. Avrupa Orta Çağ’ında bu mücadele Ortodoks Hıristiyanlık ile dinsizlik arasındaydı. Aydınlanma döneminde rasyonalistler ile empiristler müthiş bir kapışmanın içine girmişlerdi. Bugünse en keskin mücadele alanlarından birisinde bilimselciler ile bunların karşıtı olan tarafları görebilmemiz mümkün.
“Bilimselci” olmak bilim insanı olmak değildir. Bilim insanı sadece bilim yapan kişidir; ancak bilimsel davranmak, bilimin bilginin biricik kaynağı olduğuna inanmaktır. Daha ileriye gidilmiş hâlindeyse bu, bilimin yaşamanın tek yolu olduğuna inanmak anlamını alır. Dolayısıyla buradaki karşıtlık şu sorudan kaynaklanır: Bilim dışı alanların bize dünya hakkında söyleyebileceği bir şey var mıdır?
Bugün bilim, bilgi perdesini her geçen gün daha da aralamaktadır. Örneğin artık kuantum mekaniğini yorumlayabiliyor ve kuvvetlerin işleyiş biçimine dair daha fazla şey söyleyebiliyoruz. Ciddi biçimde “her şeyin teorisi” bizi oracıkta bekliyor, ona adım adım ilerliyoruz. Peki filozoflar, sosyologlar, psikanalistler ve sanatçılar gibi diğerleri, bu durumda hangi konumda bulunuyorlar?
Her ne kadar bilim bugün oldukça ilerlemiş görünüyorsa da bilimciler ve diğerleri arasındaki bu mücadelenin geçmişi antik dünyaya kadar uzanıyor.
Burada üzerinde durmamız gereken iki soru var. Birincisi, bilimin en iyi, hatta tek bilgi edinme yolu olup olmadığıdır. İkincisi ise şu: Günümüzde bilim insanı olmayanların yapabileceği ne kalmıştır?
Eğer dünyayı olduğu gibi bilmekten bahsediyorsak o zaman bilim, bilmenin tek yoludur diyebiliriz. Ya da en azından şu ana kadar bulduğumuz en iyi yol budur. Peki diğer alternatifler nelerdir?
Sezgi mi? Sezgi, beyninizin bilgiyi bilinçaltında işlemesidir. Bazen doğruya ulaştırırken bazen doğruya hiç de yakın değildir. Sezgiden kaynaklanan bilginin doğru olduğunu nasıl anlayabiliriz? Bunun doğruluğunu kontrol ederiz. Ancak salt sezgiden bu kontrol etme aşamasına geçtğimiz zaman işte bilim yapmış oluruz.
Felsefe peki? Felsefe dünya hakkında yeni bir şeyler keşfetmenin peşinde değildir; onun derdi daha çok büyük resmi anlamak olmuştur. Felsefe anlama dair problemleri yanıtlamakla ilgilenir. Felsefenin dünya hakkında yeni şeyler keşfetmek gibi bir amacı yoktur.
Dine ne demeli? Dinî inançlar bize, örneğin, temel fizik ya da evrimsel biyolojiye denk bir şeyler anlatırsa o zaman bu anlatılar dikkatimi çekebilir; fakat ne yazık ki dinsel anlatılar bunların yakınından bile geçemiyor.
Mistisizm var bir de ve orada da pek işe yaramayan bir sürü muğlak görüş mevcut.
Bu anlamda, evet, bilim aslında dünyayı anlamanın tek yolu ya da açık ara en iyi yoludur. Ancak dünyayı anlamak her şey demek değildir.
Felsefede hiçbir zaman tam olarak ortadan kalkmamış olan ve “doğalcı safsata” olarak adlandırılan bir konu vardır. Buradaki temel mesele, dünya hakkında ne kadar çok gerçek ortaya koyarsak koyalım, asla bir “olması gereken” ya da ahlaki bir önerme türetemeyecek olmamızdır. Eğer “bu şey acıya neden oluyor” derseniz, o zaman bana acıya neden olmanın neden kötü bir şey olduğunu da anlatmanız gerekecektir.
Doğalcı safsatanın kimi popüler örnekleri, yiyecek, giyim, alternatif tıbbın etkisiyle kullanımı bir hayli artan bitkisel ilaçlar ve bunun gibi pek çok alanda reklamlarda bulunabilir. Etiketler, ürünlerin çevre dostu ve güvenli olduğunu belirtmek için “tamamen doğal” ifadesini kullanabilir. Bununla birlikte, bir ürünün “doğal” olup olmaması, kendi başına, güvenliğini veya etkililiğini belirlemede önemsizdir. Misal, doğada birçok tehlikeli zehir de bulunur. İlaçların “doğal olmadığını” ve bu nedenle kullanılmaması gerektiğini ifade ederek doğaya başvurma medya ve internetin de etkisiyle yaygınlaşmış bir uygulamadır. Bu, aşılama uygulamasına karşı kullanılan bir argüman olarak özellikle dikkate değerdir. Et tüketimi konusunda Peter Singer “doğal olan”ın bir parçası olarak et yemekten kaçınmanın daha kabul edilebilir olduğu düşüncesinin safsata olduğunu söylüyor. Bu nedenle Singer, et yemenin ahlaki olarak izin verilebilirlliğinin “doğal” olana başvurarak değil, kendi yararına göre değerlendirilmesi gerektiğini iddia ediyor.
Antik Yunan ve Roma’da yaygın olan ve modern zamanlarda ‘doğalcı etik’ olarak adlandırılan bir etik anlayışı vardır. Tüm erdem etiği okulları – Stoacılık, Kuşkuculuk, Aristotelesçilik, Platonculuk – esasen bu modeli benimser. Ve bu model, sözcüğün geniş anlamıyla, sadece iyi bir hayatın nasıl yaşanacağının irdelenmesidir. Dolayısıyla etik, aslında felsefe yapmanın empirik olarak biçimlendirilmiş bir yoludur; zira insanın ne olduğunu, insan doğasının mahiyetini ya da nasıl işlediğini anlamadan hangi temele dayanarak etik yapabilirsiniz ki?
Bir örnek verelim. Bilim size işkencenin insani gelişmeye katkıda bulunmadığını anlatır. İnsanlar işkence görmeyi sadece fiziksel anlamda değil, aynı zamanda psikolojik anlamda da arzu etmezler; çünkü daha sonra her türlü travma sonrası davranış bozukluğu semptomlarını geliştirebilirler. Dolayısıyla, tüm davranış biçiminiz zarar görecektir. Elbette bunu söylemek için bilime ihtiyacınız yok. Sadece insan doğasının akılcı bir gözlemcisi olmanız yeterlidir. Ama demek istediğim de budur. ‘İnsanlar işkence görmekten hoşlanmazlar’ gibi gerçekler, modern toplumlarda işkenceye izin verilmemesi gerektiği sonucuna götürür; çünkü işkence insanın gelişimini desteklemez.
Bilim dünyayı anlamak için sahip olduğumuz en iyi araçtır ve ahlaki açıdan uygun davranışlarda bulunmak için de dünyayı anlamamız gerekir. Ancak bilimin ve mantığın bizi daha iyi insanlar kılmasına ilişkin bir başka neden daha vardır ve bu da karar verme süreçleriyle ilgilidir.
19. yüzyılda Clifford adında bir matematikçi İnanç Etiği adlı ünlü eserini kaleme aldı ve burada inanmak için geçerli hiçbir neden yokken bir şeye inanmanın her zaman ahlaka aykırı olduğunu savundu ki bu pek çok insana çok tuhaf geldi. Peki bu ne anlama geliyordu? Bilirsiniz, birçok insan özel bir nedeni olmaksızın birçok şeye inanır. Tüm bu insanlar ahlak dışı mı davranıyorlar? Clifford oldukça kararlıdır: Evet, öyle yapıyorlar.
Bunun nedeni, inancınız ampirik kanıtlara dayanmıyorsa hata yapma olasılığınızın çok daha yüksek olmasıdır ve Clifford’a göre bunu bilerek yaparsanız etik dışı davranmış olursunuz.
Cicero, filozofların ‘yeterli epistemik kanıt’ dediği şeye sahip olmadığınız sürece hiçbir zaman bir şeye inanmamanız gerektiğini söylemiştir. Stoacılar, iyi bir hayat yaşamak istiyorsanız, içinde yaşadığınız dünyayı mümkün olduğunca anlamanız gerektiğini savunuyorlardı. Çünkü onu anlamazsanız ya da yanlış anlarsanız, bazıları vahim olabilecek kötü kararlar alabilirsiniz.
Başka bir deyişle, günümüzde kullandığımız anlamda bilimle uğraşmak zorundasınız; elbette profesyonel bir bilim insanı olarak değil; ama dünyanın nasıl işlediğine dair asgari bir anlayışa sahip olmalısınız.
Son olarak, bildiğinizi düşündüğünüz şey hakkında mantığınızı kullanabilmeli ve doğru bir şekilde ya da mümkün olduğunca doğru bir şekilde akıl yürütebilmelisiniz, çünkü olgusal olarak doğru bilgilere sahip olsanız bile, bu bilgiler hakkında doğru bir şekilde akıl yürütmüyorsanız, bu bilgilerden doğru sonuçlar çıkaramazsınız. Dolayısıyla, hem Stoacıların hem de akademik şüphecilerin amacı aynıydı: Yaşamaya değer bir hayat sürmek; iyi bir hayat, gelişen bir hayat. Ve her iki durumda da buna ulaşmanın yolunun dünyayı anlamak ve onun hakkında derinlemesine düşünmekten geçtiğini düşünüyorlardı.
Yazan: Sosyolog Ömer Yıldırım