Felsefe hakkında her şey…

Doğal yansıma teorisi: Tüm canlı organizmalar bilinç sahibi olabilir mi?

09.03.2025
Doğal yansıma teorisi: Tüm canlı organizmalar bilinç sahibi olabilir mi?

İnsan; özünde de sen, ben diye adlandırdığımız şey nedir? Bilim bu sorulara, ‘maddi parçacıkların bir toplamı, karmaşık bir makine, özünde herhangi bir anlamdan tamamen yoksun bir varlık yanıtını veriyor. Kimi dinlerin cevabı ise şu şekilde: ‘Hissetme ve sevme kapasitesine sahip, anlam ve ilahi değerlerle donatılmış, kutsal ve bilinçli bir ruh’.

Peki insan olmanın ne olduğu konusundaki bu birbirine zıt yargılar nasıl ortaya çıkıyor? Bu sorunun yanıtı da insanın iki farklı perspektiften ele alınabileceği gerçeğinde yatmaktadır: içsel perspektif ve dışsal perspektif.

İçeriden bakıldığında ben olmak fiziksel olarak her ne olursanız olun, zihinsel olarak bilinçli, hisseden bir şey olduğunuz hâliyle algılanır. Yağmur yağdıktan sonra toprağın kokusunu duyumsarsınız; güneşin doğuşunun ihtişamını fark edersiniz; çok çeşitli ve derin duygular yaşarsınız. Bu, kendimizi doğrudan deneyim yoluyla bilmektir. Bizler insan zihnini inceleyebilmek için bilimsel araçlara sahip olmadan çok önce, mistiklerin binlerce yıldır üzerinde kafa yorduğu şey tam olarak budur. Meditasyona yönelen, kendinden geçercesine ibadet eden ya da günlerce oruç tutup dua eden bu içsel yaşam yolcuları, doğamız ve gerçekliğin geri kalanıyla olan ilişkimiz hakkında derin kavrayışlar edinmişlerdir.

Dışarıdan bakıldığında ise bilim bize moleküllerden oluşan fiziksel bedenlere sahip olduğumuzu, bunların da atomlardan ve atom altı parçacıklardan oluştuğunu söyler. Bedenlerimizi oluşturan bu maddi yapı, ihlal edilmesi mümkünsüz fizik yasalarına itaat ederek bizleri yalnızca evrim tarafından içimizde programlanmış yönelimleri işleten otomatlar olarak göstermektedir. Vücudumuzu oluşturan elementlerin çoğunun yok olan yıldızlardan kaynaklanmış olması ya da milyarlarca atom altı parçacığın bir araya gelmesiyle var olmamız hayranlık uyandırıcı görünebilir; ancak bilimin bu hayranlık duygusunu yaratan durumu açıklamasının bir yolu yoktur; bilincimiz ve duygual altyapımız, dünyanın mevcut bilimsel tablosuna uymamaktadır. Bilimsel yöntem dış dünyayı anlamamıza yardımcı olma konusunda inanılmaz bir iş çıkarmış olsa da iç dünyamızın varlığı bilim için bir gizem olmaya devam etmektedir.

Bilinçten söz ederken aslında deneyim olgusunun ta kendisinden söz etmiş oluruz. Bilinç, kafamızın içindeki sesler ya da görüntüler veya kendinin farkında olma yeteneği değildir; ancak bunların hepsi bilince bağlı gelişir. Bilinç, herhangi bir şeyin farkında olma kapasitesidir. Olgun bir çileğin tadını, güneş ışığının teninizdeki etkisini ya da derin bir özlemin yarattığı sancıyı düşünün. Çok güçlü ve yoğun olan bu deneyimlerin hepsi bilincin farklı tezahürleridir. Bilinç, düşünce ya da kendi üzerine düşünme yeteneği gerektirmez; bilinç, gökyüzünün mavisini görme deneyiminden bundan on yıl sonra hayatınızın nasıl olacağını hayal etmenize kadar her türlü hissin yaşandığı yerdedir.

Bilincin önemli tanımlarından biri filozof Thomas Nagel’e aittir. Nagel’e göre bir şeyin bilinçli olduğunu düşünebilmemiz için o şeyin “gibi bir şey” olması gerekir. Örneğin, sizi bir kayaya dönüştürmek için atomlarınızı yeniden düzenlersek o zaman kaya olmanın “hiçbir şeye benzemeyeceğini” varsayabiliriz ki bu da kayaların bilinçli olmadığını söylemenin başka bir yoludur. Sizi bir maden haline getirmek için atomlarınızı karıştırırsak bu başkalaşımın bir noktasında bilinç sönecek ve deneyimin ışığı kaybolacaktır. Peki ya bir maymun ya da bir sincap, bir termit ya da bir bakteri için durum nedir? Bu varoluşların “gibi bir şey” olduğu söylenebilir mi? Yani, bu varlıklar bilinçli midir?

Bilimin içinde bulunduğu zorluk, atom gibi fiziksel olguların düzenine ilişkin nesnel tanımımızın, bilincin öznel niteliksel deneyimiyle o şey olmanın gibi bir şey olmasıyla yani deneyimsel olarak hissetmenin kendisiyle nasıl bağlantılı olduğunu anlamak demektir.

Bilinci bir simülasyon gibi düşünebiliriz. Bir gökkuşağı görme deneyimi yaşadığınızda, gökkuşağı fiziksel dünyanın kendisinde değil, dünya simülasyonunuzda, yani bilincinizde var olur. Böyle anlarda dünyanın nesnel tasvirinde renkli ve kemerli bir fiziksel yapı bulunmadığını düşünebiliriz. Siz kendi etrafınızdaki dünyaya ilişkin simülasyonunuzda belirli şeyler deneyimliyorsunuz, ben ise farklı bir şey deneyimliyorum. Bilinci anlamak için, sizin ve benim çevremizdeki dünyayı neden simüle ettiğimizi ve simülasyonlarımızın içeriğinin farklı olmasına neyin yol açtığını açıklamalıyız. Bilgisayarlar bir şeyleri simüle edebiliyor; ancak bunun bilgisayarları bilinçli yaptığını düşünmeyiz, bu da bizi bilincin gizeminin temeline götürür. Simülasyonumuz neden sadece bilinmeyen bir yerde gerçekleşen fiziksel bir süreç olmasın ki? Neden beynimiz basitçe bir bilgisayar gibi çalışmıyor ve gerekli bilgileri ek bir deneyim olmadan fiziksel olarak işleyemiyor ki? Bir bilgisayar, size gökkuşağı görmenin bilinçli deneyimini yaşatan aynı görsel sinyalleri, bu deneyime ihtiyaç duymadan çözümleyebilir. Peki bizim durumumuzda neden ortalıkta renkler dolaşıyor? Simülasyonunuz neden renkleniyor ve bu rengârenk durumun kaynağı nedir?

Bu renklerin nitelikleri farkındalık olarak bilinir ve bilincin özünde yer alır. Farkındalık hakkında düşünmenin bir başka yolu da bilmektir. Muzun tadına dair bir deneyim yaşandığında, bu tadın bilinmesi söz konusudur. Bir eylemi bilinçsizce gerçekleştirdiğinizde, bu eylemin gerçekleştiğine dair deneyimsel bir bilme söz konusu olmaz. Bilinç dediğimiz bu içsel simülasyonu tam olarak açıklayabilmek için, kör ve bilinçsiz bir mekanizma aracılığıyla karanlıkta işleyen bir şeyden ziyade simülasyonun gerçekten deneyimlenmesine yol açan bu farkındalık özelliğini açıklamamız gerekir.

Bilincin kaynağı ve doğasıyla ilgili çok sayıda yorum bulunmasına rağmen, bilincin doğal dünyanın modern bilimsel öyküsünün neresinde yer aldığı konusunda bir fikir birliği yoktur. Aslında, bilincin neden var olması gerektiğine ilişkin genel kabul görmüş bir açıklamamız da yoktur. Bilinç bizimki gibi karmaşık canlı beyinlerinin bir ürünü müdür? Varlığımızın temel niteliği midir? Bir yanılsama olabilir mi? Birbiriyle çelişen bu görüşlerin her biri bugün birçok önde gelen filozof ve bilim insanı tarafından savunulmaktadır. Dolayısıyla bilinç konusunda sadece bir fikir birliği olmadığını söylemek hafif kalacaktır.

Bilinç meselesi yalnızca kendi zihinlerimizi değil, gerçekliğin kendisini de anlamamız açısından son derece önemlidir. Deneyimin doğasıyla hesaplaşmak bizi bilim, felsefe ve dinin cevaplamaya çalıştığı belki de en temel soruyla yüzleşmeye zorlar: Burada neler oluyor? Kendimizi, görünürde hiçbir neden yokken saat gibi işleyen bir evrende mi bulduk? Bir matrisin ya da bir tür simülasyonun içinde miyiz? Kozmik bir zihinde bir rüya mıyız? Bu bağlamda bilinç konusunda bir duruş sergilemek, zorunlu olarak gerçekliğin doğası konusunda da bir duruş sergilememizi gerektirir. Bilinç teorileri ve bunlara bağlı dünya görüşleri bir bütün teşkil etmektedir.

Doğal yansıma teorisinin temel savı, yaşam ve bilincin özünde birbiriyle bağlantılı olduğudur. Biz öncelikle bir beynimiz olduğu için deneyimlemeyiz; yaşadığımız için deneyimleriz. Beyin kesinlikle insan bilincine dâhildir; ancak yaşam sürecinde ikincil bir oyuncu olarak yer alır. Bilinci var eden şey beynin evrimi değildir; bilinci var eden şey yaşamın ortaya çıkışıdır. Beyin yalnızca deneyimin muhtevasını bizim türümüz için baş döndürücü boyutlara ulaştırır.

Doğal yansıma teorisi; Darwin teorisi, termodinamik, karmaşıklık teorisi, biyofizik ve çağdaş nöroljiden etkilenen bilimsel bakış açısıyla tamamen uyumludur. Bilimsel kavrayış kazandığımızda genellikle karşılaştığımız gibi, bir teoriyi kabul etmek beraberinde pek çok ilginç ve bazen de mantığa aykırı sonuçlar doğurur. Darwinci evrim bize, yaşam ağının sürekliliği nedeniyle, bir muzla aynı atayı paylaştığımızı söyler. Astrofizikteki Kopernik devrimi, evrenin merkezinde olmak yerine, astrofizikçi Carl Sagan’ın ifadesiyle “evrenin unutulmuş bir köşesine sıkışmış bir galakside kaybolmuş önemsiz bir yıldızın önemsiz bir gezegeninde yaşadığımızı” fark etmemize yol açmıştır. Doğal yansıma teorisi, ne olduğumuza ilişkin kendi çarpıcı çıkarımlarını da beraberinde getirir.

Teorinin bir anlam ifade edebilmesi için, onu ikna edici bir bakış açısıyla çerçevelemek gerekiyor. Bilimde yalnızca fiziğin maddi parçacıklarının gerçekten var olduğunun düşünüldüğü mevcut baskın dünya görüşü, bilinç hakkında düşünmek söz konusu olduğunda bizi bir çıkmazla karşı karşıya bırakıyor. Bilinci anlamlandırmak için öncelikle bu baskın bilimsel dünya görüşündeki hatalı kabullerin incelenmesi ve ortadan kaldırılması gerekmektedir. Ancak o zaman iç dünyamıza ve onun gerçekliğimiz içindeki yerine ilişkin yeni bir anlayış ortaya çıkabilir ve ne olduğumuz sorusuna dair bilimsel ve dinî görüşleri yeniden bağdaştırabiliriz.

Maneviyat ve din alanı bilimsel düşünen insanları anlaşılabilir bir şekilde rahatsız etse de bu geleneklerde varoluşsal durumumuza ilişkin değerli görüşler bulunduğuna inanıyorum. Özellikle, birçok dinde, insanların zaman içinde ikna edici bulduğu temel bir anlayışa işaret eden mistik bir öz var gibi görünmektedir: etrafımızdaki dünyadan gerçekten ayrı olmadığımız ve aslında varoluşun derinliklerinde evimizde bulunduğumuz fikri. Dinî geleneklerde bu, genellikle etrafımızdaki dünyayı keşfederek değil, bizzat bilinçli deneyim yoluyla ortaya çıkan bir şeydir.

Bana öyle geliyor ki bu deneyimin derinlemesine anlaşılması, bilinci anlamamızı engelleyen mevcut varsayımlarımıza karşı bir panzehir olacaktır.

Yazan: Sosyolog Ömer Yıldırım

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...