20. Yüzyıl Felsefesinde Varoluşçuluk ve Varoluş-Öz Sorunu
20. yüzyıl felsefesinin önemli akımlarından biri de varoluşçuluktur.
15. yüzyılda başlayan ve 18-19. yüzyıl felsefesinde hız kazanan bilimsel düşünme tarzı, felsefeyi büyük oranda etkilemiştir. Varoluşçuluk, bilimsel bilginin en ideal bilme şekli olduğuna yönelik anlayışa karşı insan varoluşunun bu bilgi çemberine sıkıştırılamayacağı iddiasıyla ortaya çıkmıştır. 20. yüzyıl, varoluşçu düşünürlere göre gelişme ve ilerlemenin yanı sıra savaş ve yıkımları da beraberinde getirmiştir. Bu çağ, insanın birey olarak var olmasını zora sokmuştur. Böyle bir süreçte ortaya çıkan varoluşçuluk, bir yandan felsefi bir düşünüş alanı yaratma bir yandan da pratik hayata yönelik tutumlar oluşturma çabasının sonucudur.
Varoluşçu olarak kabul edilen filozoflar; özgürlük, seçim yapma (özgür irade), varlığın anlamı, varoluş-öz sıralaması gibi bazı kavram ve felsefi problemler üzerinde durmuşlardır. Özellikle II. Dünya Savaşı’nda yaşanan büyük acılar, modern dünyaya yönelik güveni sarsmış ve varoluşçuluk felsefesine olan ilgiyi artırmıştır.
Varoluşçu filozof Kierkegaard, 19. yüzyıl düşünce yapısını ve bireyin önemini azalttığı düşüncesiyle Hegel felsefesini eleştirir ve varoluşçu felsefenin ilk temellerini atar. İnsanın temel sorunu bilgi ve bilmek değil, varoluşun kendisidir. Varoluş, hiçbir zaman hazır değildir; oluş içinde olan insan, sürekli yeni kararlar alıp seçimler yaparak kendini yeniden sentezler. İnsanın seçim yapabilmesi özgür oluşundandır. Özgürlük ise seçimlerin sonuçlarının sorumluluğunu almayı gerektirir.
Varoluşçu felsefeyi, farklı açılardan Nietzsche de etkilemiştir. Aydınlanma düşüncesiyle oluşan modern insanın değerlerini eleştirir. Modern insanın değerlerinin dayandığı ilkelerin çöktüğünü söyler. Nietzsche’ye göre insan, toplumu ve kendini aşmalıdır. Aşmak, belirlenmiş amaca yönelmekten öte aşma sürecinin kendisiyle anlamlıdır.
Jaspers, modern dünyanın düşünce yapısıyla materyalist ve idealist felsefelerin varlığı açıklama konusunda yetersiz kaldığını söyler. Bilimlerin insanın varoluşunu açıklayamayacağını, felsefenin ise insanın öznel varoluşunu açıklayabileceğini söyler.
Varoluşçuluğun önemli temsilcilerinden olan Sartre, “Varoluş, özden önce gelir.” yargısıyla felsefi sistemin merkezinde olan bir savı dile getirir. Bu yargı, insanın önceden belirlenmiş bir özle dünyada bulunmadığını, seçimleriyle özünü ve asıl olarak kendini oluşturduğunu söyler. İnsanın hayat karşısındaki özünü oluşturma gücü, seçim yapabilmesinden yani özgür olmasından kaynaklıdır. İnsanın özgürlüğü doğuştan değil bilinci sayesinde vardır.
Hazırlayan: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Ömer YILDIRIM’ın Kişisel Ders Notları. Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf “Felsefeye Giriş” ve 2., 3., 4. Sınıf “Felsefe Tarihi” Dersleri Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı
her nesnenin bir varoluşu ve bir de özü vardır. Öz, bir nesnenin özelliklerinin değişmez bir bütünüdür, yani insanda öz denen şey kalıtımdır. Varoluş ise evrenin içinde gerçek olarak bulunuşudur bu da insanın düşünceleri, yaptıkları, yapamadıklarıyla kendini gerçekleştirmesidir. Sartre’a göre insanin bir tasarlanma amacı yoktur. Kağıt makasının aksine insan neye yarayacağını bilmeden dünyaya gelir ve varoluşunu, kendisini herhangi bir öze bağlamadan kendisi var eder. Yani insan, önce var olur, sonra da özünü yaratır. Nesnelerde olanın aksine; insan özü, işlevi ve işleyişi kendi var oluşundan önce belirlenmemiştir.