“Varoluş özden önce gelir” ne demektir?
İnsan olmanın ne demek olduğu ve bizi diğer varlıklardan ayıranın ne olduğu soruları antik zamanlardan beri filozofları en çok meşgul eden konuların başında gelmiştir.
Onların bu sorulara yaklaşımları insan doğası veya insan olmanın özü diye bir şey olduğunu varsayar. Ayrıca insan doğasının zaman ve mekana karşı sabit olduğunu da varsaymaya meyillidir. Başka bir deyişle insan olmanın evrensel bir doğası olduğunu ve bu özün şimdiye kadar varolmuş ve olacak tüm insanlarda bulunduğunu da varsayar. Bu görüşe göre tüm insanlar şartlarına bakılmaksızın aynı temel niteliklere sahiptir ve aynı temel değerler tarafından yönlendirilirler. Ancak Sartre için insan doğası hakkında bu şekilde düşünmek insanlar hakkındaki en önemli noktayı, yani özgürlüğümüzü gözden kaçırmak demektir. Bununla ne kast ettiğini netleştirmek için Sartre aşağıdaki örneği verir:
Bizden bir kağıt bıçağı -zarf açmak için kullanılan türden bir bıçak- hayal etmemizi ister. Bu bıçak, bu tür bir gereç yaratma düşüncesine ve bir kağıt bıçağı için gerekenler hakkında net bir kavrama sahip bir zanaatkâr tarafından yapılmıştır. Kağıt kesmek için yeterince keskin olmalı, ama tehlikeli olmamalıdır. Kullanması kolay olmalı, uygun bir maddeden -metal, bambu veya tahtadan- olmalı -ve elbette tereyağı, balmumu veya tüyen olmamalı- işlevsel olacak şekilde tasarlanmalıdır. Sartre bir kağıt bıçağının, onu imal edenin ne için kullanılacağını bilmemesi halinde var olamayacağını söyler. Bu yüzden de kağıt bıçağının -ya da onu, bir biftek bıçağı ya da kağıt uçak değil de kağıt bıçağı yapan her şeyin- özü herhangi bir kağıt bıçağının varoluşundan önce gelir. İnsanlar elbette kağıt bıçakları değildirler. Sartre’a göre bizi olduğumuz türden varlıklar yapan önceden tasarlanmış bir plan yoktur. Hiçbir amaç için yaratılmamışızdır. Varızdır, ama bu, amacımız ya da bir kağıt bıçağınınki gibi bir özümüz olduğundan değil, varlığımızın özümüzden önce gelmesindendir.
Makas gibi bir gerecin kullanımı veya amacı onun biçimini belirler. Örneğin sağlam bir tutuş için tasarlanmış ergonomik bir tutamak, herhangi bir malzemeyi zahmetsizce kesebilmesi için keskin bir çift bıçak ve yumuşak bir dönüş için hassas bir vidaya sahiptir bir makas. Sartre’a göre insanların herhangi bir amacı yoktur, o yüzden de kendilerini şekillendirmekte serbesttirler.
İşte tam burada Sartre’ın “varoluş özden önce gelir” teziyle tanrıtanımazlığının arasındaki bağı görmeye başlarız. Sartre insan doğasına dinsel yaklaşımların genellikle insan zanaatkârlığına benzetilmesi üzerinden işlediğine -yani Tanrı’nın zihnindeki insan doğasıyla kağıt bıçağını yapan zanaatkârın zihnindeki kağıt bıçağının doğasının benzeştirilmesine- işaret eder.
Sartre’a göre insan doğasıyla ilgili dinsel olmayan pek çok teorinin bile kökleri dinsel düşünce biçimlerinde yatar, çünkü özün varoluştan önce geldiğinde ya da bir amaçla yaratıldığımızda ısrarcıdırlar. Varoluşun özden önce geldiğini öne sürerek Sartre, tanrıtanımazlığıyla daha tutarlı bir konumda olduğuna inanır. Evrensel ve sabit bir insan doğası olmadığını, çünkü böyle bir doğayı tasarlayacak bir Tanrı olmadığını ifade eder. Sartre burada, bir şeyin doğasını amacıyla tanımlayarak insan doğasının çok özgün bir tanımını da yapmaktadır.
Filozofların insan doğasında teleoloji adını verdikleri -insan varoluşunun amacı anlamında düşünebileceğimiz bir şey- kavramı reddetmektedir. Sartre’ın bizim, yaşamlarımıza anlam kazandırmaya mahkûm türden varlıklar olduğumuzu öne sürerek sunduğu insan doğasıyla ilgili teorisinin anlamı şudur: Bu amacı öngörecek ilahi bir güç yoksa kendimizi biz tanımlamak zorundayız. Ancak kendimizi tanımlamak sadece insan olarak ne olduğumuzu söyleyebilmemiz meselesinden ibaret değildir. Aynı zamanda olmayı seçtiğimiz varlığa dönüşecek şekilde şekillenmemiz meselesidir. Bu da bizi dünyadaki diğer varlık türlerinden farklı kılar; bizler kendimizi ne yapmayı seçiyorsak o olabilen bir türüz. Bir kaya sadece bir kayadır; karnabahar karnabahardır ve bir fare de sadece faredir. Ama insanlar kendilerini aktif olarak biçimlendirme yeteneğine sahiptirler.
Sartre’ın felsefeyi bizi önceden tasarlanmış insan doğası kısıtlamasından kurtardığı için aynı zamanda bir özgürlük felsefesidir. Birtakım sınırlandırmaları kabul etmek zorunda olsak da kendimizi şekillendirmekte özgürüz. Kanatlarım olmasını ne kadar istesem de bu hiçbir zaman olmayacaktır. Ama sahip olduğumuz gerçekçi seçenekler içinde bile kendimizi genellikle kısıtlanmış buluruz ve alışkanlılara dayanan ya da kendimizi görmeye alıştığımız tarzlardan ötürü seçimler yaparız. Sartre bizim bu kalıplaşmış düşünceleri oluşturmamızı ister ve hiçbir şeyin önceden tasarlanmadığı bir dünyada yaşamanın çıkarımlarını göze almamızı söyler. Bilinçsiz davranış örüntülerine düşmemizi engelleme için sürekli olarak nasıl davranacağımız hakkındaki seçimleri cesaretle göğüslememiz gerektiğine inanır.
Seçimler yaparak aynı zamanda insan hayatının nasıl olması gerektiği hakkındaki düşüncelerimiz için bir kalıp yaratırız. Eğer bir filozof olmaya karar verirsem sadece kendim için karar veriyor olmam. Dolaylı yoldan filozof olmanın uğramaya değer bir faaliyet olduğunu da söylüyor olurum. Bu, özgürlüğün en büyük sorumluluk olduğu anlamına gelir. Bizler sadece seçimlerimizin kendimiz üzerindeki etkilerinden değil, insanlığın tümü üzerindeki etkilerinden sorumluyuz. Ve ne eylemlerimizi haklı çıkaracak dışsal ilkeler ve kurallar vardır ne de yaptığımız seçimler için arkasına sığınacağımız bahanelerimiz. Bu nedenle Sartre “özgür olmaya mahkûm olduğumuzu” ifade eder.
Sartre’ın özgürlüğü sorumluluğa bağlayan felsefeyi karamsar olarak etiketlenmiştir, ama o bunu reddeder. Aslında Bunun olabilecek en iyimser felsefe olduğunu, çünkü eylemlerimizin başkaları üzerindeki etkilerinin sorumluluğunu taşımamıza rağmen, dünyamızı ve kendimizi nasıl şekillendireceğimiz üzerinde tek başına kontrol sahibi olmayı seçebileceğimizi belirtir.
Sartre’ın fikirlerinin etkileri özellikle hayat aradaşı ve dostu filozof Simone de Beauvoir’nın yazılarında görülmektedir, ancak Sartre aynı zamanda Fransız günlük hayatında ve kültürel yaşamında da hatırı sayılır bir esin kaynağıdır. Özellikle gençler varoluşlarını biçimlendirmek için özgürlüğü kullanma çağrısına heyecanla tepki vermişlerdir. Sartre onlara Fransa’da 1950’ler ve 60’larda geçerli olan geleneksel, otoriter tutumlarla mücadele etmeleri konusunda ilham kaynağı olmuştur.
Ünlü filozof, 1968 mayısında, muhafazakâr hükümeti devirmede rolü olan ve tüm Fransa’da daha liberal bir siyasi iklimin doğmasına neden olan Paris’teki sokak protestolarının önemli bir ilham kaynağı olmuştur. Siyasal meselelerle ilgilenmek Sartre’ın yaşamının önemli bir parçasını oluşturur. Sürekli değişen siyasal bağlantılarının yanı sıra politika, felsefe ve edebiyat arasında gidip gelen kariyeri de hiç kuşkusuz varoluşun özden önce geldiği fikri ışığında yaşanan bir hayatın en önemli kanıtıdır.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Sartre varoluşçuluğun ilke ve öğretilerini açıklayan ufak ama popüler bir kitap yazmıştır.
“Varoluşçuluk ve İnsan Duyguları” (1947) isimli bu eserinde alışılmamış, özgün ve heyecan verici bir fikir olan insan özgürlüğünü ortaya atmış ve bu sayede yirminci asrın en şöhretli savaş sonrası filozoflarından biri haline gelmiştir. “Varoluş özden önce gelir” ifadesi, belirlenmiş ya da önceden verili insan doğası diye bir şey olmadığını ileri sürmektedir. Aksine kimliğinizi meydana getiren, kendi seçimleriniz, hareket ve davranışlarınızdır. İnsan önce var olur, sonra seçimleri özünü belirler.
Sartre’ın “Varoluş özden önce gelir” düsturu, onu Platon ve Aristoteles başta olmak üzere başlıca pek çok klasik filozoftan ayırmaktadır. Platon için doğru ya da hakikat ezeli-ebedidir, değiştirilemez ve mutlaktır ve hakikatin bilgisi felsefenin merkezindeki hedeftir. Platon’a göre, ezeli ve ebedi olarak var olan idealar vardır, sizin işinizse bunları felsefi derin düşünme yoluyla, akıl yoluyla keşfetmektir. İnsanoğlunda ortak mevcut bulunan ve akılla belirlenen ezeli ve ebedi “özcü” bir tabiat söz konusudur. Aristoteles de insanların akıllı hayvanlar olduğunu belirtip söyle söylemiştir:
Akıl her insanın hakiki kendisidir, çünkü yüce ve daha iyi olan taraf akıldır. Bu durumda, insanın kendi hayatını değil de bir başkasınınkini seçmesi tuhaf olacaktır… Her yaratık için doğal olarak münasip olan kendisi için en yüksek ve en memnun edici olandır. Bu yüzden, insan için, bu hayat aklın hayatı olacaktır, çünkü akıl en yüksek anlamda insanın kendisi demektir.
Platon’dan tutun da Orta Çağa, Descartes’a, Leibniz’e, Kant’a ve Hegel’e kadar tüm felsefi sistemler o ya da bu şekilde bu özcü geleneği devam ettirmişlerdir. Hakikat sizin dışınızdadır, sizin görevinizse onu keşfetmek için aklı kullanmaktır. Oysa Sartre der ki: “İnsan tabiatı diye bir şey yoktur… İnsan kendi kendisinden yarattığı şeyden başka bir şey değildir.” Sartre tabiatı “insanın varlığı özden önce gelir” formülüyle ifade etmektedir. Bunu söylerken demek istediği sabit ve belirlenmiş bir tabiatınızın olmadığı ve herhangi bir belirli amaç için yaratılmadığınızdır. Kağıt kesici ya da çekiç gibi şeylerin belirlenmiş birer tabiatı vardır, çünkü önceden belirlenmiş bir amaca hizmet etmek üzere yaratılmışlardır. Fakat insanlık, ne Tanrı ne evrim ne de başka bir şey tarafından yaratılmıştır; basitçe ifade etmek gerekirse, kendinizi kendi seçiminin dışında var olurken buluverirsiniz ve kendinizden ne oluşturmak istediğinize karar vermek zorundasınızdır. Her bir kişi kendi özürlü yaratmalıdır.
“Varoluş özden önce gelir.” önermesi varoluşçuluğun merkezini oluşturur. Bu, bireysel anlayışın en anlamlı bütünü olarak görülmüştür. Kişinin varoluşu dışında gelişen bireysel yapı “o” ile ifade edilmektedir. Bu durumda diğerlik ifade eden bu yapı; bağımsız edimler ve sorumluluk bilincini kapsayarak varoluş olarak tanımlanmaktadır.
Hazırlayan: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Ömer YILDIRIM’ın Kişisel Ders Notları. Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf “Felsefeye Giriş” ve 2., 3., 4. Sınıf “Felsefe Tarihi” Dersleri Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı; “Her Yönüyle Felsefeyi Anlamak” Kennet Shouler