Varoluşçu Feminizm Nedir?
Varoluşçuluk iradesi ve bilinci olan insanlarla irade ve bilinçten yoksun nesneler arasında kesin bir ayrım yapan, insanların davranışlarından sorumlu olduğunu vurgulayan bir felsefi akımdır.
Varoluşçu feminizm temel olarak kadınların ikincil konumunu varoluşçuluk üzerinden açıklayan Simone De Beauvoir’ın düşüncelerinden doğan ve daha sonra farklı yaklaşımlarla zenginleşmiş olan bir feminist teoridir. De Beauvoir’ın 1949’da yayınladığı “İkinci Cins” (The Second Sex) adlı eseri ikinci dalga içindeki en önemli eserlerden biridir.
De Beauvoir varoluşçuluk geleneği içinde yer aldığı için önceden verilmiş olan, belirli niteliklere sahip olan bir insan özü olduğu şeklindeki özcü görüşü reddeder. Kadınların da doğalarından ya da biyolojilerinden kaynaklanan bir rolü olmadığını savunur. İkinci Cins adlı eserinde biyolojik cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasında önemli bir ayrım yapmıştır. Yine de De Beauvoir kadın ve erkekler arasındaki biyolojik farklılıkları reddetmez.
Her ne kadar (biyolojik) cinsiyetin psikolojik ve davranışsal yönlerinin biyolojik farklılıkların kaçınılmaz sonuçları değil ataerkil kültürün ürünü olduğunu belirtse de yine de erkeklerle kadınlar arasında indirgenemez biyolojik farklılıklar olduğunu vurgular. Kadınsılıkla ilgili davranışlar toplumsal olarak inşa edilmiş olsa da kadın sosyo-tarihsel değil, biyolojik bir kategoridir (Freedman, 2001, s.14).
Ancak toplumsal olarak inşa edilen kadınsılık davranışları kadınları sosyal ve ekonomik olarak ikincil konuma iter. Dolayısıyla kadınların kurtuluşu erkeklerin ve kadınların biyolojik olarak ayrı kategoriler olduğunu reddetmekten değil, toplumsal olarak inşa edilmiş olan bu ebedi kadınsılıktan kurtulmaktan geçer (De Beauvoir, 2010).
De Beauvoir’ın biyolojik cinsiyet ve ebedi kadınsılık arasında yaptığı ayrım feminist teorilerin çoğunda biyolojik cinsiyet/toplumsal cinsiyet ayrımı şeklinde görülür. Toplumsal cinsiyet bu anlamda biyolojik cinsiyetle ilgili olan ama öncelikli biyolojik çağrışımlar yapmayan duygu, düşünce ve davranışlardır. “Kadın doğulmaz, kadın olunur” cümlesiyle De Beauvoir kadının ikincil konumunun doğal ya da biyolojik olmadığını, toplum tarafından yaratıldığını vurgular. Kişi insan toplumunda biyolojik olarak dişi doğmuş olabilir, ama kadının kim olduğunu, kadınsı davranışların neler olduğunu, kadınların nasıl davrandıklarını ve nasıl davranmaları gerektiğini tanımlayan toplumdur, dolayısıyla biyolojik olarak dişi olanı kadın haline getiren de toplumun kendisidir.
Kadının bu toplumsal olarak inşa ediliş süreci aynı zamanda kadınların sürekli olarak ezilmesi sürecidir. Çeşitli uygarlıklarda kadınlara atfedilen davranış kalıpları ve sosyal roller erkeklere atfedilenlerden daha değersiz, daha aşağı statüde görülmüştür. Kadınların bu konumu değiştirebileceklerini düşünen De Beauvoir’a göre bunun yolu mevcut ataerkil düzenin ona sunduğu avantajlardan faydalanıp erkekler tarafından korunan bir nesne olmak yerine kendini gerçekleştiren bir özne olmayı seçmesidir. De Beauvoir Hegel, Heidegger ve Sartre’dan etkilenerek ataerkil kültür içinde erkeğin/erilin olumlu ve norm olarak kurulduğunu, kadının/dişilin ise normal dışı, Öteki olarak kurulduğunu düşünür. Erkek kadına göre değil, kadın erkeğe göre tanımlanır. Erkek esas, Özne ve Mutlak konumundayken kadın Öteki konumundadır, erkek kendisini ötekine, nesneye karşı esas olan olarak kurar (De Beauvoir, 2010, s.25-27).
Erkeklere göre tanımlanan kadınlar yine erkekler tarafından Öteki konumunu benimsemek zorunda bırakıldıkları bir dünyada yaşarlar. Ötekilik olumsuzla, kötülükle ilişkilendirilir ve De Beauvoir bu görüşü desteklemek için tarihten pek çok örnek verir. Aristo kadınların doğal olarak kusurlu olduğunu söylemiş, Saint Thomas kadınları eksik erkekler olarak tanımlamış, Psagor düzeni, ışığı ve erkeği yaratan bir iyi ilkenin ve kaosu, karanlığı ve kadını yaratan bir kötü ilkenin olduğunu savunmuştur (De Beauvoir, 2010, s.25-26, 114).
Böylece erkek, öteki olan kadını kendinde olmasını istemediği tüm olumsuz özelliklere sahip bir Öteki olarak kurmuştur. De Beauvoir, kadının kendini gerçekleştirme kapasitesinin bedeni tarafından sınırlandığını da düşünür, çünkü erkek bedeni özgürken kadın bedeni hamilelik, doğum yapma, menstrüasyon gibi nedenlerle kısıtlanır ve kadınların kendilerini birer birey olarak ortaya koyması çok daha meşakkatli bir hal alır (De Beauvoir, 2010, s.66). De Beauvoir, kadınların Öteki ya da nesne rollerini benimsemelerinin özgürlükten kaçmak olduğunu belirtir ve bir dereceye kadar kadınları kendilerinin Öteki olarak tanımlanmasına izin vermekle suçlar (Donovan, 2001, s.236).
De Beauvoir’a göre kadınların buna izin vermesinin nedeni kişisel hayatlarının sorumluluğunu almak yerine nesne olmanın sağladığı (maddi koruma gibi) avantajlardır, hâlbuki kadının özgürlüğü ancak kendi geleceğini kuran aşkın bir özne olarak var olmayı seçmesiyle başlayabilir (Donovan, 2001, s.236-7). Varoluşçu feminizmin diğer teorisyenleri arasında De Beauvoir’a zıt bir konumda olan, ev işlerinin teolojisi üzerinde çalışan Kathryn Allen Rabuzzi ve kadın hareketini, kadınların kendi Ötekilik statülerini reddetmeleriyle başlayacak olan bir tinsel devrim olarak gören ve aynı zamanda ekofeminizm içinde de yer alan Mary Daly sayılabilir.
KISACA VAROLUŞÇU FEMİNİZM
İnsan doğası hakkında yazanların pek çoğu erkektir.
Erkekler değerlendirdikleri insan doğasının karşısında, standart olarak erkekliği ele alırlar. Erkekler, kadınları bu standarttan nasıl ayırdıklarına göre tanımlanırlar. Erkek insan olarak tanımlanır, kadın ise dişi…
Fransız filozof Simone de Beauvoir “İkinci Cins” adlı kitabında insan olmanın —felsefede ve genel olarak toplumda— standart ölçütünün tarih boyunca hep erkek görüşüyle belirlendiğini yazar. Aristoteles gibi bazı filozoflar tüm insanlığı açıkça erkeklikle özdeşleştirmişlerdir. Diğerleri ise bu kadar ileri gitmemiş, ancak yine de erkekliği insanlığın değerlendirilmesinde bir standart olarak almışlardır. Beauvoir da işte bu yüzden felsefi bilginin benliğin (veya “ben”in) erkek olarak varsayıldığını ve ikilinin diğer çiftinin -dişinin- bu yüzden farklı bir şey olduğunu, kendi deyişiyle “öteki” olduğunu söyler. Benlik aktif ve bilgiliyken öteki, benliğin reddettiği her şeydir: pasif, sessiz ve güçsüz. Beauvoir ayrıca kadınların ancak erkek gibi olduklarında erkeklerle eşit kabul edildiklerini de düşünür. Ona göre kadınların eşitliği hakkında yazanlar bile, bu eşitliğin kadınların erkeklerin aynısı olmaları ve onun yaptıklarının aynısını yapmaları anlamına geldiğini savunmaktadırlar. O, bu fikrin yanlış olduğunu öne sürer, çünkü kadınlarla erkeklerin farklı olduğu gerçeğini görmezden gelmektedir.
De Beauvoir’in felsefi altyapısı fenomenoloji, yani şeylerin deneyimimize nasıl göründükleri bilimidir. Bu görüş her birimizin dünyayı kendi bilinç çerçevemiz içinde oluşturduğunu, şeyleri ve anlamları deneyimlerimizin akışından inşa ettiğimizi öne sürer. Dolayısıyla de Beauvoir kendi bedenlerimizle, başkalarıyla ve dünyayla olduğu kadar felsefeyle kurduğumuz ilişkilerin de erkek veya kadın olmamızdan güçlü bir biçimde etkilendiğini iddia eder.
Simone de Beauvoir aynı zamanda bir varoluşçudur; bir amacımız olmadan doğduğumuza ve ne olmak istediğimizi seçerek kendimiz için otantik bir varoluş oluşturmamız gerektiğine inanır. Bu fikri “kadın” mefhumuna uyarlayarak bizden biyolojik kendilik (kadınların içine doğdukları bedensel biçim) ile sosyal bir kurgu olan kadınsılığı birbirinden ayırmamızı ister. Her kurgu değişim ve yoruma açık olfuğu için bu da “kadın olmanın” pek çok biçimi olduğu anlamına gelir; burada varoluşçu seçeneğe de yer vardır. “İkinci Cins”in girişinde de Beauvoir toplumun bu alışkanlıktan haberi olmadığını yazar: “Bizler kadın olmaya, kadın kalmaya, kadın haline gelmeye teşvik ediliyoruz. O zaman şöyle bir gerçek ortaya çıkıyor: her dişi insan mutlaka kadın değildir.” Ardından durumu açıkça dile getirir: “Kadın doğulmaz, kadın olunur.”
De Beauvoir kadınların Kendilerini hem erkekler gibi olmaları gerektiği fikrinden hem de toplumun onlara dayattığı pasif konumdan kurtarmaları gerektiğini söyler. Gerçek anlamda otantik bir varoluş, toplum tarafından dayatılan bir rolü kabullenmekten daha çok risk taşır, ama aynı zamanda eşitlik ve özgürlüğe giden tek yoldur.
VAROLUŞÇULUK ve FEMİNİZM İLİŞKİSİ
Varoluşçu felsefede kadının konumu, ilk olarak Simone de Beauvoir’ın İkinci Cins (1949) adlı eserinde kapsamlı bir şekilde irdelenmiştir. Varoluşçu felsefeye göre insan doğayı aşabildiği sürece insandır. Bu felsefe ışığında bakıldığında erkekler kendilerini yeniden yaratmak, insanlık için bir şeyler icat etmek, dünyayı şekillendirmek gibi aktivitelerde bulunmuşlardır.
De Beauvoir, tam bir insan olabilmenin gereği olarak ileri sürülen yaratma, icat etme ve geleceği şekillendirme gibi eylemlerden soyutlandıkları için kadınların tarih boyunca tam-insan olarak kabul edilmediklerini iddia etmiştir. Ayrıca, varoluşu bir değer haline getirenin, değerleri yaratan erkek aktivitesi olduğunu, bunun sonucu olarak da Doğa ve Kadının ikincil konuma düştüğünü belirtmiştir. Bu düzen içerisinde kadının da doğayla, bilinmeyenle ve insan olmayanla özdeşleşmesi kaçınılmaz olmuştur. Fakat, yine varoluşçu felsefeye göre insan, var olduğu sürece yaşamı sorgulamak ve şekillendirmek, yaşama anlam katmak yükümlülüğü altındadır. De Beauvoir da, “Kadın doğulmaz, kadın olunur” diyerek kadının içinde bulunduğu konumu değiştirebileceğini, kendisini özgürleştirmeyi, ve yeniden yaratmayı seçebileceğini, bulunduğu ikincil konumdan kurtularak anlamlı, yaratıcı projelere imza atabileceğini iddia etmiştir. Ve bir varoluşçu olarak kadının iki çeşit ruhsal seçim yapma şansına sahip olduğunu savunmuştur. Kadın toplum düzeninin ona sunduğu avantajlardan faydalanarak yaşamını korunan bir nesne olarak sürdürmeyi seçebilir.
Ancak bir nesne veya öteki olmayı kabul edip bu durumu içselleştiren bir kadın ümitsizlik veya şizofreniye yenik düşecektir. Kadın kendisine dayatılan bu rolü reddeder ve erkeğe biçilen rol olan kendini gerçekleştiren projeleri hayata geçirirse de kadınsılığını reddetmiş sayılacaktır. İşte bu çelişki özgürleşmiş kadının durumuna damgasını vurur. Fakat kadın, akılcı tarafını, eleştirel yetilerini geliştirdiği, nesne olmayı reddettiği takdirde kendisini nesne olarak görenleri özne olarak görmeleri için zorlamış olacaktır.
Feminist kuramlar içinde kadının kişi olarak kendi benliğini oluşturması gerektiği görüşü varoluşçuluk felsefesinden türetilmektedir. Bu konuda en önemli çalışmaları Simone de Beauvoir “ikinci cins” isimli kitabı ile yapmıştır.
Yazar bu kitabında görüşlerini şöyle açıklamaktadır: “Erkeğin, kendisini çocukluktan itibaren hissettiren avantajı, bir insan uğraşının hiçbir şekilde bir erkek olarak yazgısına ters düşmemesidir…
Buna karşılık kadından, kadınlığını gerçekleştirebilmesi için kendisini nesne ve kurban haline getirmesi istenir: bu da, egemen özne olma iddialarını bir yana bırakmak zorunda kalması demektir. Özgürleşmiş kadının durumuna özellikle damgasını vuran, işte bu çelişkidir. Eksik olmayı kabul etmediği için kendisini kadın rolüyle sınırlandırmak istemez; öte yandan kendi cinselliğini yadsımak da eksik olmak anlamına gelir. Erkek, cinselliği olan bir insandır: kadında ancak cinselliği olan bir insan olduğu zaman erkek ile eşit bir birey olur. Kadınlığını yadsıması insanlığının bir bölümünü yadsıması demektir”. Varoluşçu felsefeye göre insan doğayı aşabildiği ölçüde insandır. İnsan olmak sadece yaşamak değil, yaşama değer katacak projeler üretmek, yeni araçlar icat etmek, geleceği biçimlendirmektir. Var olan koşullara boyun eğen, insanlıktan uzak yaşama koşullarını da benimsemiş olmaktadır. Kısacası insan yaşadığı sürece varlığının anlamını sorgulamak zorundadır.
Beauvoir’e güre “Ataerkil toplum düzeninde kadın, ensoi ya da öteki rolüne mahkûm edilirken, erkek poursoi’nin aşkın ayrıcalıklarının tadını çıkarıyordu. Tasan aracılığıyla doğaya ve kadına egemen oldu”. Bu bağlamda kadınların var olan toplumsal düzende öteki olarak yaşamayı kabul edip içselleştirirlerse şizofreniye ve ümitsizliğe kapılacağını söylemektedir. Bu aynı zamanda nesne olmayı da kabul etmek anlamına gelmektedir. Yazar diğer feminist yazarlar gibi kadınların kendilerini geliştirebilmek için akılcı özelliklerini ve eleştirel yetilerini güçlendirmelerini önermektedir. Kadınlar nesne olmayı ret ederlerse onları nesne olarak görenleri, onları özne olarak görmeye zorlayacaklarını söylemektedir.
Adrienne Rich ise, kadınların, onlara ideolojik olarak boyun eğdiren sahtelikleri kırabilmeleri için, kendi haklarında doğruyu söylemeyi öğrenmelerinin zorunlu olduğuna dikkat çeker ~. Feministlerin de kendi doğrularının değerlendirileceği karşı bir gelenek yaratmaları gerekmektedir, çünkü “gerçekliğin toplumsal inşâsı” ortak bir çaba gerektirmektedir. Kişinin gerçekliği ve doğrularının değer görmesi, toplumsal hayatta başkaları ile etkileşimi sayesinde olmaktadır. Böylece ataerkil kültüre karşı alternatif bir tanıklık ile onu tanımlamak ancak, ona karşı alternatif bir “öteki” kültür oluşturabilecek- tir. Alternatif “öteki” kültürün oluşumu için ise radikal feminist kuramcılar farklı çözüm yollan üretmektedirler.
Kaynak: T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 3781, AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 2595