Liberal Felsefe ve Modernlik
Klasik biçimi altında liberalizm, XVII. yüzyıl İngiltere’sinde “mutlakiyetçi” ve Stuartların Katolik yanlısı eğilimlerine düşman güçlerle sıkı sıkıya bağlantılı bir biçimde gerçekleşti.
Demek oluyor ki liberalizm kökeninde polemik, klasik Avrupa içinde hem mutlakiyetçiliğin gelişiminin hem de topluma egemen olmak için farklı Kiliselerin çabalarının damgasını vurduğu azınlıkçı bir akımdır. Ama yine de, liberal düşüncenin daha baştan modern düşüncenin merkezin de yer alan eğilimleri -ve bundan kaynaklanan siyasal deneyimi-dile getirip keskinleştirdiği gözlemlenebilir.
Batı Avrupa’da Reform hareketi ile Aydınlanma Çağı arasında aynı anda hem yeni bir siyasal var oluş biçimi hem de yeni bir düşünce biçimi doğmuştur. Bu dönemde, Fransız “mutlak monarşisi” içinde örnek bir biçimde somutlaşan monarşik ulus-devlet biçimi, kendini kabul ettiren siyasal biçim olmuştur; ama bu biçim aynı zamanda İngiltere’de, VIII. Henri’nin gerçekleştirdiği Anglikan kilisesinin “ulusal” kurtuluşunu da esinlemiştir. Ana çizgileriyle, bu siyaset biçiminin başarısının, “papa” ile “imparator” arasındaki sürtüşmeyi (Orta Çağ’da cismani erkle ruhani erk arasındaki karşıtlıkla dile gelen) sınırlandırarak çözümlemesinden kaynaklandığı söylenebilir.
Fransa’da olduğu gibi Katolikliğini öne sürdüğünde bile, monarşik erk, gücül olarak siyasal yetkenin papalık üzerindeki üstünlüğünü var sayar ama, İmparatorluğun tersine, evrensel egemenlik savını gütmez; modern mutlakiyetçi ligin gücü, savlarının böylece önsel bir biçimde sınırlandırılmasından kaynaklanır. Bu da kendisine “Kilisenin evrenselliğini ele geçirmek için girdiği sürtüşmeye bir sınır getirir” (E Manent), ama aynı zamanda cismani işlerin özerkliğini yeni bir güçle öne sürmeye olanak tanır. Demek oluyor ki “Modern Devlet” bugünkü koşullarda “Hıristiyan”dır (çünkü tinsel işlevler üstlenmek zorundadır) ama gücül olarak “laik”tir de (çünkü, siyasal erkin tinsel erk karşısındaki üstünlüğünü varsayar) Ama doğmakta olan modernlik, eski bir soruna (“Tanrıbilimsel sorun”) yeni bir çözüm getirmekten başka bir şey üretmemiştir:
Ayrıca, felsefe ve düşüncenin genel bir dönüşümüyle de tanımlanır. Orta Çağ sonu adcılığıyla başlayan ve antik evrenbilimin çöküşüyle modern bilimin gelişimini de beraberinde getiren Aristotelesçiliğin çöküşü, bu değişimin en bilinen görünümünü sunar ama aynı zamanda siyasal etkiler de taşır ve bunların en önemlisi, belki de, özellikle insanın eylemlerine yükleyebileceği amaçlara yönelik yeni bir kuşkuculuk türünün ortaya çıkmasıdır. Bu dönüşüm tam anlamıyla özellikle Hobbes’da ortaya çıkar: Sivil erkin üstünlüğünü, eylemin amaçlarına yönelik hiyerarşi konusundaki kararsızlık oluşturur (“autoritas non veritas facit legem”), ama bu hiyerarşinin kendisi de, bireylerin “yükümlülükleri” karşısındaki “haklarının” “doğal” üstünlüğü (siyasal kurumun oluşturulmasıyla aşılması amaçlanan durum) tarafından temellendirilir.
Dolayısıyla modern siyaset, toplumun dinsel yetke karşısında aşamalı bir biçimde özgür kalmasından doğar; bu da eşanlı bir biçimde Devlet’in güçlendirilmesiyle ve kısa bir süre sonra “insan hakları” olarak adlandırılacak kavramın bilincine varılmasıyla ortaya çıkar.
Liberal düşünce, gücünü, modern Devlet içinde insan özgürlüğüne engel oluşturabilecek her şeyi eski “baskıcı” örgütlenim içine katarak bu siyasal dönüşümlere eşlik eden yeni eğilimleri bilinçli bir biçimde dile getirmesinden alır. Dinsel düzlemde, bu durum “vicdan” hakları üzerinde durulmasıyla dile gelir: Devlet, yalnızca Kilisenin himayesinden kendisini kurtarmak zorunda değildir; kurtuluşunu, her birey için genel bir güvencenin aracı, algıladığı biçimiyle kurtuluşunu elde etme hakkı durumuna getirmesi gerekir (Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde yer alan ‘mutluluğu arama” hakkının anlamı da budur).
Siyasetin amaçları bakımından, liberalizm Devletin yapaycı ya da sözleşmeci düşüncesinden öze ilişkin sonuçlar çıkarır: İnsanlar güvenliklerini ya da haklarını güvence altına almak için Devleti kendi elleriyle kurduklarına göre, Devletin onları tehdit etmek veya özgürlüklerini tehlikeye atmak gibi yetkisi olmamalıdır ve dolayısıyla “egemenlik” insan hakları ya da yurttaş “hakları”yla sınırlı olmalıdır. Bu kuram, kurumların örgütlenmesi konusunda kendi başına önemli sonuçlar içerir: Bu kurumlar “Örnek” oluşturmalı ve “hukuk”un ya da “yasanın” egemenliğini (rule of law) elverişli kılmalıdır (meclislerin ve yasama yetkisinin yeniden değer kazanmasının nedeni buradan kaynaklanır) ve bunlar, aralarından hiçbirinin kendini mutlak yetkeyle donatamayacak biçimde düzenlenmesi gerekir (checks and balances, frenler ve karşı- güçler düşüncesi buradan kaynaklanır). Önce, Locke’un siyaset felsefesini, mutlakiyetçiliğin en büyük kuramcısının, yurttaşı Hobbes’un siyaset felsefesiyle karşılaştıralım. Sonuçlar bakımından bu iki doktrin birbirleriyle tümden karşıtlaşır: Hobbescu sözleşme, “Léviathan” ı mutlak bir erkle donatır; bu erkin karşısında yasal hiçbir direniş yoktur (kaçış ya da sürgün dışında), buna karşın Locke’a göre güven sağlama almak için mutlak bir krala boyun eğmek, “tilki” ya da “kokarca”dan kaçmak için “aslan”a sığınmak denli çılgınca birşeydir (Second Treaty of Government, s. 93). Ama, yine de her iki felsefe arasında, ilkelerinin yakınlığından kaynaklanan ve bunları göründüğü kadar uzak olmayan temel konumlara yönlendiren belli bir düşünsel yakınlık vardır.
Önce, her iki yazarda da “sivil hükümet” in kapsam ve yetkesini belirleyen “doğal durum” kuramını ele alalım. Hobbes’un doğal durumu, bireylerin istekleri arasındaki sürtüşmeden doğan, herkese karşı verilen bir savaş durumudur. “Doğal yasa” nın rolü, burada, insanları “doğal durumları içinde üzerlerine çöken tehditlerden kurtulmalarına fırsat tanımasıdır.
Tersine, Locke’ta doğal durum oldukça uyumlu bir durumdur (insana Yaratan’ına boyun eğmeyi ve benzerlerini korumayı buyuran), “doğal yasa”dan kaynaklanan dayanışma kurallarınca yönlendirilir. Ama görünüşte sorunsuz olan bu durum, yine de temel bir kusur nedeniyle sorunlar içerir; kaldı ki bu kusur olmasaydı daha ileride ortaya çıkacak olan “sivil hükümet” kurumu anlaşılmaz kalırdı; ortak bir yargıç olmadığından, aslında herkes “doğal yasa”nın uygulanmasını denetlemek hak ve görevine sahiptir; insan doğasının özü gereği kusursuz olmaması nedeniyle, bu durum sonu gelmez bir sürtüşmeye kaynaklık eder: İnsanlar hem yargıç hem de davanın kahramanları oldukları için, benzerlerinin haklarını örselemek sakıncasıyla her an karşı karşıyadırlar. Sonuç olarak, sivil hükümetin kökeni, Hobbes’da olduğu gibi “doğal bir biçimde” bireylerin hak ve arzularının savunulmasından doğan bir “herkesin herkese karşı sürtüşmesi” içinde yer alır: Locke’da, bir “Hobbes anı” ile karşılaşılır. Ama bu durum liberal düşünür ile “mutlakiyet Çin filozof arasında temel ayrımların bulunmasına engel olmaz. Her ikisi de bu anın konumundan kaynaklanır: Hobbes’un felsefesi yöntembilimsel bakımdan “uç durum”u, “herkesin herkesle savaştığı” ayrıcalıklı bir yere oturturken (Carl Schmitt), Locke’un kuramı geçici bir denge durumundan yola çıkar; burada “doğal yasa” (insan eyleminin koşulları üzerine geliştirilmiş törel bir düşünce sayesinde kısmen bilinen) sivil hükümetin yaratılışından sonra bütün geçerliğini koruyan ve “haklar”ın geri alınamaz içeriğini tek başlarına belirleyebilen kesin kuralları daha baştan tanımlar.
Çelişkili bir biçimde, Locke’u Hobbes’tan ayıran şey, bireylerin “doğal hakları” na, Leviathan’ın yazarının tanıdığı köklü önceliği vermemesidir. Hobbes’ta doğal yasa, sistemin tanımladığı bir düzen ortaya koyar; bu, “haklar”ın önce körlemesine, daha sonra bir sisteme dönüşen düzenidir. İnsanların öznel hakları, Locke’da Tanrı’nın atadığı “doğal yasa”nın sonucudur:
Yaratıcım’a karşı görevlerim olduğu gibi, kendi üzerimde ve etkinliklerimin ürünleri üzerinde de kökene ilişkin bir güç taşırım; özgürlüğü ve geri alınamaz hakların “iyeliği”ni de bu sağlar ama bu, doğal yasaya hep boyun eğmek zorun da olmama bir engel değildir.
Böylece ilk liberalizmde, genellikle gözardı edilmiş olan ve “hoşgörü” ile “vicdan özgürlüğü” ne ilişkin tam anlamıyla liberal anlayışta belirleyici olan bir ilahi boyut vardır. “Kişisel”le “kamusal” arasındaki ayrımı, Hobbes’un siyasal bütünün yaratılışı ve perçinlenmesinin başarılı bir sonucu gibi gördüğü yerde, liberal gelenek kişisel alanın varlığını ilksel bir veri gibi görür. Bu da Protestan esinli liberallere (Fransa’da Pierre Bayle gibi) “vicdan” haklarının, sivil yetkenin koyduğu ilkeler karşısındaki üstünlüğünü beraberinde getirir; kaldı ki, Locke’un, ilk metinlerinde savunduğu “Hobbes”cu kavramlardan uzaklaşması ölçüsünde bu temel nitelikli “vicdan özgürlüğü” kavramına aşamalı bir biçimde yaklaşması anlamlıdır. Ama, “doğal yasa”ya duyulan bu güven sonsuz değildir, daha sonraları büyük liberallerin birçoğunun, neden, savlarına salt içkin bir kanıt getirmeye çalışmalarına açıklık getirir. “Laik” modernliği “Hıristiyan” kaynaklarıyla birleştiren karmaşık ilişkinin dile getirdiği bu gerilim, Locke’da daha önceden vardır:
Ona göre törel kurallar “doğal yasa”nın sonuçlarıdır, ama aynı zamanda pratik kavramlar insan aklının yaratımları olarak da görür; bu da toplumsal dünyanın, salt insana özgü ya da içkin bir biçimde ayarlanmasını olanaklı kılar.
Liberalizmin birliği ve çeşitliliği: Toplumsal sözleşme, güçlerin dengesi ve piyasa
Bütünü içinde ele alınan liberalizme belirgin niteliğini kazandıran şey, Devletle toplum arasındaki ayrımı doğal ve gerekli bir veri olarak ya da en azından modern “uygarlığın” kalıcı bir aşaması gibi görmesi ve hem Devletin toplum karşısındaki mutlak egemenlik düşüncesidir (“devletçi”) hem de siyasal örgütlenimin toplum içinde erimesidir (“anarşist”).
Ama, özellikle Devletle “sivil toplum” arasındaki ayrımı dile getiren bu düşünce, toplumsal bağın oluşum biçiminin ele alınması biçimine göre farklı biçimler de karşımıza çıkabilir: Liberalizm, bir toplumsal sözleşme doktrini, güçlerin dengesi ya da “ayrı mı” ve piyasanın dolaysız bir biçimde düzenlenmesine boyun eğen ekonomik sarmalın özerkliğinin düzenli bir biçimde savunulması içinde dile getirilebilir.
Locke’un siyaset felsefesi, toplumsal sözleşmenin liberal kuramının klasik anlatımı gibi görünür: Sivil hükümetin sınırlarını, bireylerin “hakları”ndan ve bireylerin mutlaka peşinden koşmak zorunda oldukları amaçlardan çıkarsar. Ama bu amaçların kendileri de karmaşık, birey haklarının birbirlerinden ayrı iki temelini ortaya koyan bir çıkarsamanın konusunu oluştururlar. Bu temellerden bireyin korunma yollarını aradığı birincisi, en çıplak biçim altında doğal gereksinim içinde yer alır; bu bakış açısından, Locke, Hobbes’tan daha köktenci bir bireycilik anlayışını savunur: Ötekine duyduğu korkudan kurtulmak için Hobbes’un insanı gücü (insanlar arasında en az ilişkiyi varsayan) elde etmeye çalışmaktaydı, buna karşın Locke’un bireyi ilkel bir biçimde açlık tarafından devindirilir. Bu da, çalışma yoluyla doğal iyeliklerin edinilmesine ilişkin, başlangıçta tümüyle “kişisel” bir süreci devinime geçirir (P. Manent, 1987, s. 95 ve dvm.). Bununla birlikte, bu doğal hak, kendisi ne anlamını kazandıran (insan kendini korumak zorundadır, kendini yok etmeye hakkı yoktur) ve “sivil hükümet” oluşturumunun her aşamasında insanlar arasındaki ilişkileri yönlendirmek durumunda olan “doğal yasa”ca oluşturulmuş, daha önceden var olan bir ağ içine katılır; işte tam bu nedenle, Locke’ta hükümetin işlevi, kendisinin yapmadığı bir hukuk ve ilişkiler bütününü güvence altına almaktır.
Sonuç olarak, Locke’un sözleşmeci kuramı, daha sonraları “Devlet”le “sivil toplum” arasında yaptığı ayrımı “doğal yasa”ya yaptığı gönderimle temellendirir. Ama bu doktrinin kendisi de liberal kuramın gelişimine açıklık getiren güçlükler barındırır.
Önce, “sivil hükümet”i ele alalım: Bu hükümet, ancak birleşmiş bireylerin aracı durumuna gelirse ve onların “haklarına” saygı gösterirse yasallık kazanır. Ama aynı zamanda bireyler arasındaki anlaşmazlıklara kesin çözümler getirmek zorundadır, bunu da çoğunluk kuralı aracılığıyla gerçekleştirir; oysa, “iyelik” denli önemli bir sorun söz konusu olduğundan, çoğunluğun kararı, bireyin “kişisel rıza” (own consent) ile denk görülür: Burada, yalnızca liberal olmakla kalmayan, aynı zamanda daha baştan “demokratikleşmiş” bir mantık ortaya çıkar. Öte yandan, yasamanın üstünlüğü, “yürütme” erkinin ya da “federatif”in belli bir özerkliği olmasına engel değildir ve bu özerklik erkler arasında temel sürtüşmelere yol açabilir:Demek oluyor ki “güçler dengesi” liberal mantığın özünden kaynaklanan bir zorunluluktur ve “anayasacılığın” gelişimine bu denge olanak tanıyacaktır. Bireyler arasındaki ilişkilere gelince, ekonomik alışverişlerde ya da törel düşüncelerin iletişimi içinde ortaya çıktığı biçimiyle, kısa bir süre sonra “sivil toplum” adı verilen yeni bir dünya kurarlar.
Liberalizmin, Locke ile Adam Smith arasında yön değiştirmiş olmasına karşın, klasik liberal düşünce köklü bir birlik içerir; bu da, ister siya set isterse ekonomi söz konusu olsun temel kav ramlar incelendiğinde hemen kendini gösterir. Özellikle “İngiltere Anayasası” üzerine yürütülen düşünceler aracılığıyla geliştirilen güçlerin dengesi ve “ayrıması” doktrini, siyaset kuramının yenilenmesi yönünde liberalizmin getirdiği iyi bir örnektir. Kökenini, Aristoteles, Cicero ve Polybus’dan bu yana monarşinin, aristokrasinin ve demokrasinin avantajlarını karşılıklı olarak bir araya getirmenin yolu gibi görünen “karma rejim” örneğinden alan Ingiliz rejimi bu tür hükümetin modern bir çevrimi olarak Kral, Lordlar ve Parlamento içindeki “Komün ler”i bir araya getirir. Ama Montesquieu’nün ve onu izleyen düşünürlerin dehası, Ingiltere’de gerçekleştirilen ılımlılandırma ve denge kurmanın tümüyle yeni bir atılımdan kaynaklandığını anlamak olmuştur: “Olguların düzeni gereği erkin erk üzerinde belirleyici olduğu” (De l’esprit desbis, XI, 4) bu rejimde kurumların başarılı bir biçimde düzenlenmesi, bireylerin bağımsızlıklarını en üst düzeye çıkararak onları Özgür bırakmak olmuştur. Üstelik, bu düzenlenim ancak siyasal güçlerin belli bir düzen içinde desteklenmesi durumunda başarıya ulaşır; bu düzen, yasama yetkesinin ve yürütme yetkesinin dengesini, kendilerini destekleyen taraflar arasındaki bağıntıya bağlar
Montesquieu’deki “güçlerin ayrımı”nın sınırlarına ilişkin tüzel sorunun ötesinde, (Montesquieu yalnızca, “güçlerin ayrılması gerektiğini” söyler) “İngiliz Anayasası’nın” örnek niteliğinin, karma rejimin antik idealine bağlılıktan değil, modern özelliklerinden kaynaklandığı açıktır.
Kaldı ki, bu nedenle İngiliz ve Amerikan devrimleri sırasında en bilinçli liberal güçlerin, “erkin erk üzerinde belirleyici olduğu” siyasal düzenek düşüncesini ön-liberal düşünceden, sendika anlayışını andırır bir biçimde örgütlemiş kalıcı toplumsal güçlerin bir dengesi düşüncesinden açıkça ayırmayı arzuladılar. Amerikalı Anayasacılar’ın dehası da Ingiltere’ye özgü çifte yandaşlı sistemden daha geniş “çoğulculuk”un bulunuşundan başka, bu değişimin, “anayasalcılığın” (eğer Özgürlük hükümet organları arasındaki ilişkiye bağlıysa, bunların konumlarını belirleyen düzen, bu organların her- birinden daha üst düzeyde yer alır) ve “halk egemenliği”nin (eğer farklı yetkeler, özel toplumsal güçlerden kaynaklanmıyorsa, bunların tümü kökenini “halktan” almak durumundadır”) ikili biçimde ilerlemesiyle bir bütünlüğe kavuşabileceğini anlamak olmuştur.
Şimdi, “güçlerin ayrımı” ya da “checks and balances” doktrininin “toplumsal sözleşme”ye ilişkin liberal kuramla bağıntısı incelenecek olursa, bu doktrinin bu bağ konusunda kendisine anlam katan amaçları daha iyi gerçekleştirebilmek için görünürde bir tutumluluk içine girdiği açıkça görülür. “Sözleşme”ye başvurmayan ve. bazen “olguların doğasından kaynaklanan” “yasalar” konusunda ayrıca neredeyse gerekirci bir görüş taşıyan Montesquieu’nün kendisi de modern Avrupa tarihiyle ilgili olarak modem özgürlüğün anlamına bir açıklık getiren bir yorum yapar: İnsanlar arasında ilişki olanaklarını çoğaltarak deneyimlerine zenginlik katan ve onları korkularından kurtaran, “ticaret”in gelişmesidir; bu da bizi hem bireyin hem de ekonominin özgürleşmesine götürür.
Yine burada, Adam Smith’in sunduğu biçimiyle “ekonomik liberalizmin”, liberal siyaset felsefesinin basit bir uzantısı olmadığı görülür. Piyasanın övülmesi, malların vergilendirilmesinde eski sistemlerin ya da ulusal ekonomilerin korunmasının eleştirilmesi ve “görünmez el” kuramı, liberal felsefe ve siyasete esin kaynağı oluşturan anlayışın bir parçasını oluştururlar. Klasik siyaset ekonomisi, merkezcil bir Önem taşıyan modernlik sorusuna bir yanıt oluşturur:Devlet’in zorlayıcı gücüne boyun eğmeden ve eski işbirliği biçimlerinin yarattığı saymaca bağları yeniden yaratmaksızın bireyler arasında nasıl bir ilişki-kurulur? Ama liberal ekonomi kuramı, bu bakış açısından ancak liberalizmin bir parçasıdır; erimi de tam olarak hem daha temel hem de daha genel ilkelere bağlıdır. Ekonomik anlamda Locke’un kendisi de “liberal” değildi ve liberallerin uygulayımı hatta kuramı bile “piyasa düzeni”nin yayılımına ilişkin sınırları koymayı başarmıştır. Liberal düşünce, içinde bütün siyasal sorunların sonunda dile getirilebildiği modernliğin siyasal dili olarak adlandırılabilecek şeyi yaratma başarısını gösterebilmiştir. Ama, aynı zamanda oldukça erken bir biçimde zaman zaman son derece keskin eleştirilere konu olduğunu da belirtmek gerekir; kaldı ki bu eleştiriler, iç uyumu zararına şu ya da bu görünüşlerinin tek yanlı olarak vurgulanmasına dayanır (bu, şöyle de söylenebilir: Modernliğin liberal karşıtı akımları genellikle liberalizmin “sapkınları”dır).
Turgot ve Condorcet ile doruğa tırmanan Fransız siyaset usçuluğu, bireyin dinin ağırlığından kurtulması ve ekonomiyi serbest bırakma idealine bağlıdır, ama İngiliz ve Amerikan denge ya da erklerin ayrıştırılması sistemlerini özgür bir Devlette egemen olması gereken eşitlik ve usçullukla bağdaşmayan “gotik” biçimler olarak benimser. Spinoza’dan Rousseau’ya demokratik kuram, anayasanın yasa karşısındaki üstünlüğü düşüncesine pek elverişli değildir; onu siyasi kuruluşların özerkliğine bir engel gibi görür. Son olarak, Amerikan Devrimi başlangıcında önemli bir rol oynadığı sanılan Paine gibi bir kişilik, hem neredeyse özgürlükçü (hükümetin yerini en aza indirebilmek için) hem de İngiliz sisteminin (kendisine çok fazla “feodal” gelen) bütününe ters düşen savları savunabilmiştir. Ama bu arada Devrimden önce bile XVIII. yüzyılın en büyük iki düşünürünün liberal düşüncenin en ciddi sorunlarını göstermiş olduğunu da unutmamak gerekir: Hume’un, sözleşmenin liberal kuramlarını destekleyen usçu yanılgılara saldırdığı yerde, Rousseau Aydınlanma’yla gelen ilerlemelere ve modern dünyanın bireyler arasında kurduğu bağın türüne kuşku ile yaklaşmaktaydı. Fransız Devrimi’nin ardından liberal programın kısmen gerçekleştirilmesi ve buna eşlik eden trajik olayların , bu eleştirilere yeni bir erim – ve bu arada liberal düşünceye de yeni bir güç kazandırdığı düşünülmektedir.