‘İyi bir yaşam’ nasıl olmalıdır?
Hayat geçici ve oldukça kısadır. Ortalama bir kitapçının kapısından içeriye girdiğimizde raflarda bulunan ve doğrudan bizim okuma alışkanlıklarımıza hitap eden kitapların dahi bütününü yaşamımız boyunca yüksek ihtimalle okuyamayacağımızı; bunun için yeterince vaktimiz olmadığını düşünmek bile yaşamın geçiciliğini ve kısalığını özetlemeye yeterlidir. Bu nedenle bu kısa ve geçici süreci neden en verimli ve tatmin edici biçimde yaşamayalım ki? O hâlde şu soruyu sormamız kaçınılmazdır: İyi ve tatmin edici bir hayat, nasıl yaşanmalıdır?
Bu soruya entelektüel zeminde odaklanarak cevap arayan ilk kişi, Aristoteles’tir. O bu yanıtı “Nikomakhos’a Etik” adlı eserinde aranmıştır ve onun bu arayışı muhtemelen bu konuya dönük yapılan ilk bağımsız sorgulamadır.
Aristoteles bu sorgulamasının sonucunda ereksel bir yanıt ortaya koymuştur ve insan yaşamının değerini, onun erekselliği dâhilinde yorumlamıştır. Bu anlayışa göre tüm doğal olgu ve olaylar arasında telos’a bağlı bir yasalılık durumu mevcuttur. Telos, tüm doğal nesnelerin içinde taşıdığı ve ona göre biçim aldığı erek’in kendisidir.
Bu bağlamda Aristoteles insanın içinde taşıdığı telos’un, insan olmanın ne anlama geldiğini ve insaniyetin temel özelliklerini belirleyen öz’ün irdelenmesi sonucunda açığa çıkacağını savunmuştur.
Aristoteles’e göre tüm insani yapıp etmelerin; sanatın, araştırmanın, tercihte ve eylemde bulunmanın amacı iyi’ye ulaşmaktır. Bu nedenle iyi, her şeyin nihai amacıdır. 1
Neyin iyi olduğunu ve ona ulaşmak için ne yapılması gerektiğini anlamak için yapmamız gereken ilk şey, kendimizin nelere eğilim gösterdiğimizi, nelerden haz duyduğumuzu ya da nelerin bizi acıya sevk ettiğini belirlemektir. Çünkü hiç kimse bir başkası değildir ve herkes birbirinden farklı şeylere yönelimlidir.
Bahsi edilen durum genel bir doğruyu ifade eder. Bir kalemi ele alalım. Kalemin ne işe yaradığını anlayabilmek için öncelikle onun ne olduğunu anlamamız gerekir. Kalem, yazı yazma aracıdır; kalemin ereği, yazmaktır. Yazmayan, işlevini düzgün biçimde yerine getirmeyen bir kalemin özü ile işlevi birbiriyle çelişmiştir; dolayısıyla o kalem, kötü’dür.
Kalem metaforunu açımlamak insan türünü açıklamaktan çok daha kolaydır. Bu da insanın işlevinin, onun için iyinin ve tatmin edici olanın ne olduğunun irdelenmesinin daha derin bir araştırma gerektirdiğini gösterir.
Konu Başlıkları
Sıradan insanı benzersiz kılacak olan şey nedir?
Futbol oynayan, çim biçen ya da herhangi bir başka şeyle ilgilenen birinin yaptığı şeyi iyi yapması, onun kendi yaptığı şeyle ilgilidir. Futbol oynayanın iyi futbol oynaması onun futbol oynamasıyla, çim biçenin çim biçmeyi iyi yapması onun çim biçmesiyle ilgilidir. O hâlde bu durumda sıradan insan için de bu tip iyilerden söz etmek mümkün müdür?
Bu soruya “evet” yanıtını verebilmek için öncelikle bahsi geçen sıradan insanın bir şeyle ilgilenmesi gerekir. Bir duvar ustasının, güvenlik görevlisinin, temizlik işçisinin kendi yaptıkları şeyle ilgili bir uğraşı varsa sıradan insanın uğraşı nedir? Aslanın pençesinin, kartalın kanatlarının, köpeğin burnunun bir işi vardır; peki sıradan insanın da bir işi var mıdır? Farz edelim ki sıradan insanın da bir işi var, o zaman bu iş nedir?
İnsanın ereği salt yaşamak olsaydı, bu insana has bir iş olmazdı; zira bu diğer hayvanların da yapabildiği bir şeydir. Fiziksel olarak gelişmek, büyümek; beslenmek ya da solunum yapmak da insanın ereği olamaz; çünkü bunları bitkiler de yapabilir. Bizim aradığımız şeyse insana ait, ona has ve benzersiz olan bir şeydir. Bu durumda ulaşacağımız sonuç ise rasyonel bir yaşam olacaktır. Rasyonel olmak; düşünmek, konuşmak, dinlemek gibi insana özgü işlevleri ortaya çıkaran bir ayrımdır. Bu nedenle Aristoteles, insanın özünün, onu benzersiz kılan şeyin akıl yürütme becerisi olduğunu ileri sürmüştür.
İyi, doğru ve sağlıklı bir insan yaşamı, pratiği akılla gerçekleştirmek anlamına gelir. Bu, Aristoteles’in etik anlayışının da temel taşıdır.
Altın orta
Altın orta, Aristoteles’in erdem anlayışının bir bakıma özeti sayılabilir. Bu anlayışa göre erdem, ortada olandır. Erdemli eylem, her zaman pratik bilgelik sahibi olan kişinin seçeceği türden bir araçtır.
Buna binaen erdemli davranışta bulunmak için doğru akıl yürütmeyi ve pratik bilgeliğe yönelmeyi öğrenmeli ve ulaştığımız sonuçları günlük yaşantımızda aldığımız kararlara ve eriştiğimiz yargılara uygularken aşırılık ve noksanlık arasında doğru dengeyi bulmalıyızdır.
En yüksek insani iyi olan eudaimonia’ya ulaşabilmek için akıl doğrultusunda erdemli bir yaşam sürerek bizi tanımlayan şeyleri derinlemesine anlamalıyızdır. Bizi biz yapan şeylere değer vermeli ve bunun sonucunda kavradığımız işlevlerimiz üzerine kurguladığımız bir hayatı yaşayarak eudaimonia’ya ulaşmalıyızdır.
Aristoteles’in ortaya koyduğu bu ahlak anlayışı o kadar etkili olmuştur ki binlerce yıl boyunca Batı değerlerinin şekillenmesinde etkin rol oynamıştır. Thomas Aquinas gibi filozoflar ve teologlar sayesinde de bu etki kalıcı olmuş ve Orta Çağ’dan Rönesans’a ve Aydınlanma’ya kadar eksiksiz biçimde takip edilebilmiştir.
Aristoteles felsefinden de etkilenmiş olan egemen felsefi ve dinî anlayış Aydınlanma döneminde Batı düşüncesinde yeniden ele alınmıştır. 18. yüzyılda başlayan Aydınlanma, modern bilimin doğuşuna ve bununla birlikte Kraliyet Akademisi’nin sloganı hâline gelen “nullius in verba (kimseye inanma, kendin araştır)” ilkesinin benimsenmesine iz açmıştır. Gerçekliğin doğasını ve buna bağlı olarak insan hayatının nasıl yaşanması gerektiğini anlamaya dönük gelişen seküler yaklaşımlar da buna paralel olarak çoğalmıştır.
Varoluşçuluk
Bu seküler felsefi yaklaşımlar arasındaki en etkini varoluşçuluk felsefesidir. Varoluşçuluğun önemli isimlerinden olan Fransız filozof Jean-Paul Sartre, 20. yüzyılda teolojiyi devreden çıkararak hayatın anlamını felsefi zeminde ele almıştır.
Varoluşçulara göre insan, hayatı boyunca türlü seçimler yapar. Ne giyeceğini, ne söyleyeceğini, hangi işi yapacağını, neye inanacağını seçer. Tüm bu seçimler onun kim ve ne olacağını belirler. Sartre bunu “varoluş özden önce gelir” formülüyle özetlemiştir.
İlgili konu: Varoluş özden önce gelir, ne demektir?
Varoluşçular bize kendimizi inşa etmekte tamamen özgür olduğumuzu ve dolayısıyla seçtiğimiz kimliklerden tamamen kendimizin sorumlu olduğumuzu söylerler.
“Varoluşçuluğun ilk etkisi her insanı olduğu şekilde kendi eline bırakması ve varoluşun bütün yükünü onun omuzlarına yüklemesidir.” 2
Varoluşçular, hakiki bir yaşam sürmenin en önemli şartının özgürlüğü her şeyden çok arzuladığımızı kabul etmemiz olduğunu iddia ederler. Onlara göre temelde özgür olduğumuz gerçeğini asla inkâr etmemeliyizdir.
Varoluşçular insanın özgürlüğünün bir ızdırap kaynağı olduğunu kabul ederler. Bu ızdırap, seçim yapmak gibi son derece büyük bir sorumluluğun yaşattığı ve ortaya çıkardığı bir duygudur.
Varoluşçuların ışık tuttuğu bir başka gerçek de hepimiz kaçışsız özgürlüğümüzün getirdiği ızdıraptan kurtulabilmek için kendimizi bir yerde ve bir ölçüde harici etkenlere maruz kaldığımıza inandırmamızdır. Önceden tasarlanmış bir öze sahip olduğumuza inanmak da bu harici etkenlerden birisidir.
İlgili konu: Kendini aldatma ve otantiklik (sahicilik)
Kötü niyet
Sartre başyapıtı olarak kabul edilen “Varlık ve Hiçlik”te bizden kendimizi bir kafede işini yapan bir garsonu izlerken hayal etmemizi ister. Adam servis yapıyor, koşuşturuyor ve Parisli bir garsondan bekleyebileceğiniz tüm becerilerini sergiliyor. Ancak bir şeyler yerli yerine oturmuyor. Hareketleri zorlama biçimde “… canlı ve ısrarlı, biraz fazla kesin, biraz fazla çabuk…” İyi bir garsonun yapması gereken her şeyi yapıyor; ama “… müşterilere biraz fazla canlı adımlarla yaklaşıyor, biraz fazla candan bir tavırla eğiliyor, sesi ve gözleri müşterinin siparişi için biraz fazla dikkatli bir ilgiyi yansıtıyor…” (Sartre, 2011: 114) 3
Peki kafede tam olarak neler oluyor? “Bunu anlamak için onu uzun süre gözlemlemek gerekmez: kafe garsonu olmayı oynamaktadır.” Adam işini istediği gibi ya da doğasına uygun bir şekilde değil, insanların ondan yapmasını istediğini düşündüğü şekilde yapıyor.
Sartre’a göre garson bunu yaparken kendi otantik benliğini inkâr etmektedir. Özgür ve özerk bir varlıktan başka bir şeyin kimliğine bürünmeyi seçmiştir. Bu eylemi, kendi özgürlüğünü ve nihayetinde kendi insanlığını inkâr ettiğini ortaya koymaktadır. Sartre bu durumu “kötü niyet” olarak adlandırır.
İlgili konu: Dünya sahnesinde bir rol oyuncusu olarak kalmak mı; özgün ve kendin olmak mı?
Özgürlük
Aristoteles’in eudaimonia anlayışının aksine, varoluşçular otantik (sahici) davranmayı en yüksek iyi olarak görürler. Bu da asla özgür olduğumuzu inkâr edecek şekilde davranmamak anlamına gelir. Bir seçim yaptığımızda bu seçim tamamen bize ait olmalıdır. Çünkü bizim belirlenmiş bir özümüz yoktur; biz, kendimizi dönüştürdüğümüz şeyden ibaretizdir.
Bir anlatıya göre Sartre’ın bir öğrencisi bir gün hocasını ziyaret eder ve ona Fransız askerî güçlerine katılıp savaşa giderek kardeşinin intikamını almak ile evde kalıp bakıma muhtaç olan annesinin bakımını üstlenmek arasında kaldığını söyler. Sartre, kendisinden bu seçimde yardım talep eden öğrencisine, konunun ahlak felsefesi tarihinde bir yanıtının bulunamayacağını, dolayısıyla bu konuda felsefenin ona hiçbir yardımı olmayacağını söyler ve şunu ekler:
“Sen özgürsün. Öyleyse sen seç. Yani diyorum ki icat et, bul, yarat.”
Çünkü ona göre öğrencisinin yapabileceği tek seçim, gerçek anlamda kendisine ait olan ve kendisi tarafından gerçekleştirilen seçimdir.
Elbette herkesin kendi yaşadığı hayatın anlamı ve amacı hakkında bazı düşünceleri ve soruları vardır. Felsefe çalışmak ve felsefe okumak da bu anlamda hayatın anlamına ve amacına dönük sorulara cevap bulabilmeyi, seçim yapabilmeyi, kendini inşa etmeyi ve dolayısıyla da nasıl yaşanacağını öğrenmek demektir.
Bu makale Sosyolog Ömer Yıldırım tarafından, www.felsefe.gen.tr için yazılmıştır. Alıntılanması durumunda kaynak gösterilmesi, ahlaklıca olanıdır.
Yazan: Sosyolog Ömer Yıldırım