Felsefe hakkında her şey…

Yönetim Biçimleri Sınıflandırması ve Kanunların Ruhu

03.11.2019

1731’de Fransa’ya döndükten sonra, Roma tarihi üzerinde çalışmaya başlayan ve 1734’te ilk büyük yapıtı olan Considerations sur les causes de la grandeur des Romains et de Leur decadence’ı (Romalılar’ın Büyüklüğü ve Çöküş Nedenleri Üstüne Düşünceler) yazan Montesquieu, 1748’de, gezi notlarını ve gözlemlerini değerlendirdiği on dört yıllık bir araştırma ve çalışma sonunda, başyapıtı olan De l’esprit des lois’yı (Kanunların Ruhu Üzerine) yayımladı.

Büyük yankı uyandıran bu yapıttan sonra Aydınlanmacı düşünürler Montesquieu’yü kendilerinden biri olarak benimserken, kimi çevreler de onu dine karşı olmakla ve Maddecilik’e yönelmekle suçladılar. Sorbonne Üniversitesi’nin iki kez sansür etme girişiminde bulunduğu kitap, Fransız konsolosunun ve liberal düşünceli din adamlarının karşı çıkmasına rağmen, Papalık tarafından “yasak kitaplar” listesine alındı. Bunun üzerine, kitabını savunmak için 1750’de De-fense de l’esprit des lois’yı (“Kanunların Ruhunun Savunması”) yayımlayan Montesquieu, yaşamının son yıllarında da, Lettrespersanes’dadin kuramlarına yönelik bölümleri üzerinde düzeltmeler yapmasını isteyen kilisenin bu isteğini geri çevirdi.

Montesquieu’nün, böcekler, asalak bitkiler, yankı, gelgit olayı, cisimlerin saydamlığı, hareket, böbrek hastalıkları gibi, bilimin çok geniş bir kesitini kapsayan doğabilim çalışmaları, düşünsel gelişimini de derinden etkilemiştir. Descartes ve Newton’a büyük bir hayranlık besleyen Montesquieu, okuduğu kolejde öğretmenlik yapan Malebranche’ın görüşlerinden ve İngiltere’de bulunduğu yıllarda incelediği Locke’ un deneyciliğinden büyük ölçüde etkilenmiştir. Descartes ve Malebranche’ın etkisiyle olaylara hep aklın ışığı altında yaklaşmış, ancak hareket noktası hep somut olaylar olmuş ve doğabilimlerinden sosyal olguların incelenmesine değin tüm bilgi alanlarında, olaylar arasındaki bağlantıları her zaman gözlem ve deneye dayanarak bulmaya çalışmıştır. Akıl yürütme ve deney, onun yönteminin temel dayanak noktalarıdır.

Roma tarihi üzerinde yaptığı araştırmada, tarihin ahlaki ve dini açıdan yorumunu reddederek, tarihsel olayların ardındaki somut, gerçek nedenleri bulmaya çalışmıştır. Tarihsel olaylarda zaman zaman rastlantılar rol oynasa bile, tarihin akılcı bir biçimde incelenebileceğini ve ardındaki genel nedenlerin bulunabileceğini ileri sürmüştür. Bu çerçevede, tarihte bireylerin rolü ve tarihsel olguların zorunluluğu arasında bir orta yol bulmaya çalışmıştır.

Dini ise, doğruluğunu ya da yanlışlığını tartışmadan toplumsal bir olgu olarak ele almıştır. Ona göre, dinin toplumsal ve siyasal yararları vardır. Dinsel inancın güçlü olduğu ülkelerde yasaların uygulanması daha kolay olacak, böylece devletin çok sıkı bir denetim uygulamasına gerek kalmayacaktır. Ne var ki, dinin işlevini yadsımamakla birlikte, dini hoşgörüsüzlüğe ve bağnazlığa karşıdır. Lettres persanes’da kilisenin bağnazlığını alaylı bir dille eleştirmiştir.

Gene da Montesquieu’nün gerçek değeri De l’esprit des lois adlı yapıtında yer alan, hukuk ve siyasete ilişkin düşüncelerinden kaynaklanır. Bu yapıtında, yasa koyucunun niyet ve amaçlarının ötesinde, yasaların gerçek nedenlerini araştıran Montesquieu’ye göre yasalar, insan aklının bir ürünüdür ve her toplumun, her ulusun siyasal ve medeni yasaları bu aklın uygulandığı özel durumlardır. Montesquieu, yasaları ve toplumsal kurumlan doğal haklara, toplumsal sözleşmeden doğan kurumlara dayandıran ve toplumsal kuramlara akıl yoluyla en iyi biçimin verilebileceğini savunan çoğu Aydmlanmacı düşünürden bu noktada ayrılarak, çevresel etkiler üzerinde durur. Her ülkenin, her ulusun belli yasaları, kendine özgü toplumsal ve siyasal bir yapısı olmasını, fiziksel ve manevi etkenler diye iki ayrı grupta topladığı birtakım etkilere bağlar. Ülkenin yüzey biçimleri, topraklarının genişliği, nüfusun yapısı ve dağılımı gibi fiziksel etkenler arasında da, insanların kişiliğini, ruh ve düşünce yapısını etkilediği için “iklim”i ön plana çıkarır. Aristoteles’den başlayarak süregelen bu varsayımı, bazı değişikliklerle ve kendi görüşlerini destekleyecek biçimde yeniden ortaya koyan Montesquieu’ ye göre, sıcak iklim insanları çekingen, duygusal ve tembel olurlar, köleliği de kolayca kabul ederler. Bu nedenle, sıcak iklimli Asya ülkelerinde köleciliğe dayalı yönetim biçimleri, soğuk iklimli Avrupa ülkelerinde ise özgürlük üstüne kurulmuş rejimler geçerli-dir. Ancak, coğrafya ve iklim koşullan gibi fiziksel etkenlerin, ne denli önemli olursa olsun, bir toplumun yaşam biçimini doğrudan doğruya ve tek başına etkileyecek kadar güçlü olmadığını vurgulayan Mon-tesquieu’ye göre, iyi bir yönetici ve yasa koyucu, iklim koşullarının etkisini bile hafifletip üstesinden gelebilir ve o ülkenin fiziksel koşullarına en uygun yönetim biçimini belirleyebilir. Çünkü, din, yasalar, gelenek, görenek ve töreler, iktisat ve ticaret, düşünce yapısı, edebiyat ve sanat yapıtları gibi manevi etkenler, her zaman fiziksel etkenlerden daha güçlüdür. Bu manevi ve fiziksel etkenlerin bütünü, bir ulusun “genel ruhu”nu oluşturur, bu genel ruh da her yönetim biçimine özgü temel ilkeyi belirler. Örneğin, cumhuriyet yönetiminin temelinde yatan ilke erdem, monarşinin temel ilkesi onur, despot yönetiminki korkudur.

Montesquieu, bütün bu düşüncelerin ışığında şu sonuca varır: Tüm ülkeler için geçerli olan en iyi yönetim biçiminden söz edilemez, ancak bir ülkeye en uygun yönetim biçiminden söz edilebilir. Değişik yapıdaki uluslara ve ülkelere, değişik yönetim biçimleri uygun düşebilir. Bir ülkeye uygun olan yönetim biçiminin bir başka ülkeye de uygun düşmesi ancak büyük bir rastlantı olabilir. En iyi diye nitelendirilebilecek evrensel bir yönetim biçimini yadsıyan Montesquieu, yönetim biçimlerini üçe ayırır: Cumhuriyet, monarşi ve despotluk. Cumhuriyet yönetimini de demokrasi ve aristokrasi diye ikiye ayırır. Egemen güç bir azınlığın elindeyse aristokrasi, halkın elindeyse demokrasi söz konusudur. Demokraside egemen gücün sahibi olan halk, bir kurul tarafından yönetilmelidir. Halk ya doğrudan doğruya bu kurulu, ya da kurul üyelerini seçecek kişileri seçer. Her siyasal sistemin bir ilke üzerinde ayakta durduğunu ve bu ilke bozulunca sistemin de yozlaştığını söyleyen Montesquieu’ye göre, demokrasinin ve aristokrasinin temel ilkesi erdemdir. Erdem ise fedakârlık, yasalara saygı ve yurt sevgisidir. Demokrasi buna ek olarak eşitlik ilkesi üzerinde kurulmuştur. Bunun korunması için de zenginliklerin eşit olarak paylaştırılması gerekir. Bu nedenle yasalar, aşırı zenginliği engelleyici nitelikte olmalıdır. Aristokraside siyasal erdeme ek olarak, yönetici azınlığın çoğunluğu ezmemesi için ölçülü hareket ilkesi de gereklidir ve demokrasideki eşitlik ilkesinin yerini tutar. Bu nedenle aristokraside yasalar insanları ölçülü davranmaya zorlamalıdır. Aldığı Eski Çağ kültürünün de etkisiyle Eski Roma ve Yunan cumhuriyetlerine hayran olan, bu cumhuriyetlerde var olduğuna inandığı “siyasal erdem”i ve “kamu ruhu”nu yücelterek en iyi demokrasi uygulamasına örnek olarak bu cumhuriyetleri gösteren Montesquieu, aristokrasi yönetiminin yaşayan en iyi örneği olarak da Venedik Cumhuriyeti’ni belirtir.

Monarşi, tek kişinin yasalar çerçevesinde uyguladığı yönetim biçimidir. Bu yönetimde tüm siyasal iktidarın kaynağı kraldır, kral ile halk arasında ara güçler, yani soylular yer alır. Kral, ülkeyi ancak soylulardan güç alarak yönetebilir. Montesquieu’ye göre soylular kral ile halk arasında aracı konumdadırlar, halkın kral tarafından ezilmesini önlerler, bu anlamda da özgürlüklerin savunucusudurlar. Yalnızca ayrıcalıkları olan küçük bir azınlık üzerine kurulu toplumlarda geçerli olan “onur”u temel ilke olarak benimseyen monarşide, senyörlerin, kilisenin, soyluların ve kentlerin ayrıcalıkları kaldırılırsa, o yönetim despotluk olur. Bu nedenle monarşide yasalar soyluların ayrıcalıklarını korumalıdır. Montesquieu, Fransa’daki özgürlük bunalımının nedeni olarak monarşinin ara yönetici kurumlan kaldırarak geleneksel Fransız Anayasası’nı bozmasını gösterir. Buna bir çözüm olarak da, soyluların ayrıcalıklarının parlamentodaki Lordlar Kamarası aracılığıyla korunup sürdürüldüğü İngiliz siyasal düzenini önerir. Despotluk yönetiminde ise yasalara gerek yoktur, tek kişi keyfince toplumu yönetir. Despotluğun dayandığı temel ilke korkudur. Montesquieu yaşamı boyunca üç şeyi kesinlikle reddetmiştir: Despotluk, kölelik ve dini hoşgörüsüzlük.

ontesquieu özgürlüğe değer verir, ancak ona göre özgürlük kadar değişik ve çok anlamlı bir sözcük yoktur. Özgürlük ancak yasaların izin verdiği şeyleri yapabilmektir, bu da kimsenin diğerinden korkmadığı bir ortamda, yani ılımlı yönetimlerde gerçekleşebilir. Bu anlamda özgürlüklerin güvence altına alınabilmesi için, iktidarın kötüye kullanılması önlenmelidir. Montesquieu bunun çözümünü iktidarı iktidarla durdurmak olarak görür ve buradan güçler ayrılığı kuramına geçer. Bu kuramı ilk ortaya atan o değildir, daha önce Locke da bundan söz etmiştir, ancak Locke’un görüşlerinde yargı gücü ayrı ve bağımsız bir güç olarak yer almamıştır.

Hazırlayan: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Ömer YILDIRIM’ın Kişisel Ders Notları. Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf “Felsefeye Giriş” ve 2., 3., 4. Sınıf “Felsefe Tarihi” Dersleri Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...