Felsefe hakkında her şey…

Sofistlerin Devlet Teorileri ve Devlet Anlayışları

28.11.2019
5.148
Sofistlerin Devlet Teorileri ve Devlet Anlayışları

Sofistler öncelikle devlet, toplum ve hukuk alanlarında insanların karşısına çıkan sorunlarla uğraştılar. İnsanlar topluluk halinde, bir devletin sınırları içinde ve birtakım hukuk kurallarına uyarak yaşarlar.

Sofistler, sosyal koşulların, hukuk düzenlerinin, devlet şekillerinin zaman içinde değiştiğini ve bunların her devlette başka başka olduğunu kavramışlardı. Bu gözlemlerden sonra Sofistler devlet ve hukukun Tanrılarca yaratılmadığı, bunların insan eseri olduğu sonucuna varmışlardı.

Acaba insanları devlet ve hukuku oluşturmaya zorlayan sebep ne olabilir? Bu sorunda birbirine karşıt iki görüş ile karşılaşıyoruz ki bunların daha sonra felsefe tarihi boyunca sürdürüldüğüne tanık oluyoruz.

Bu karşıt görüşlerden birine bugünkü bir deyiş ile sözleşme teorisi” diyebiliriz. Bu görüş, devletin bir sözleşmeyle kurulduğunu varsayar. Bunun karşıtı olan teoride ise devletin güç uğruna yapılan bir çatışmadan doğduğu ve güce dayandığı savunulur.

Birinci teoriyi açıklayabilmek için Protagoras‘ın yine karakteristik bir görüşünden yararlanabiliriz. Platon‘un Protagoras adlı diyalogunda bir efsaneye yer veriliyor. Bu efsanede Protagoras, insanların hayvanlardan bir özellikle ayrıldığını anlatır. Bu, insanın hayvana göre çok güçsüz ve çaresiz bir durumda doğduğudur.

Tüm hayvanlar yaşam kavgasında, ayakta kalabilmek için doğa tarafından bazı araçlar ile donatılmışlardır. Söz gelişi yırtıcı hayvanların pençeleri, keskin dişleri, güçleri vardır. Geyik hızlı koşabilir. Bazı hayvanlar kışın dehşetine dayanabilmek için kalın postlar ile donanmıştır. Oysa doğa insana bu araçlardan hiçbirini vermemiştir. İnsanın ne gücü ne hızı ne pençesi ne de keskin dişleri vardır. İnsan hiçbir hayvan ile karşılaştırılamayacak biçimde kışın soğuğuna çırılçıplak bir şekilde bırakılmıştır.

O halde insan, yaşam kavgası ile baş edebilmek için, tüm hayvanlara oranla daha güçsüz ve daha eksik bir durumdadır. İşte bu nedenle insan yavrusu tüm hayvan yavrularından daha çok korunmaya ve bakıma gereksinim duyar. Fakat yaşam kavgasındaki bu eksikliklerini gidermek için insanların da başvuracakları bir çözüm vardır: Birlikte yaşayıp birbirlerini desteklemek, karşılıklı olarak birbirlerini korumak.

Devlet ve hukuk nasıl oluşmuştur?” sorusunu ilk kez Sofistlerin öne sürdüğünü görmüş ve bu soruya birbirine karşıt iki cevabın verildiğini aktarmıştık.

Bu cevaplardan biri devlet ve hukukun, insanların birlikte yaşamak için aralarında yaptıkları bir anlaşmadan doğduğunu varsaymıştır. Bu düşünceyi Protagoras’ın bir efsaneye dönüştürerek açıkladığını biliyoruz. İnsan yaşam kavgasında en eksik yaratılmış bir yaratıktır. Doğa, hayvanlara doğuştan bağışladığı araçlardan insanı yoksun bırakmıştır. Bunun içindir ki insan hayvanların doğarken dünyaya birlikte getirdikleri araçlara eş değerdeki şeyleri, sonradan, yapay olarak yapmak zorunda kalmıştır.

Protagoras’tan önceki filozoflar dan Anaksagoras, insanın hayvanlarda bulunmayan üstün bir araca sahip olduğunu söylemiştin Bu araç insanın elidir. El yardımı ile insan alet yapma olanağı bulmuştur. İnsanın yaptığı araçlardan yararlanabilmesi, ancak öteki insanlarla birlikte yaşaması ile mümkündür. İnsan her hayvandan çok daha fazla sosyal yaşama gereksinim duyar. Çünkü insan iş bölümüne uygun yaratılmıştır.

İnsanların bir bölümünün silahları, öteki bölümünün toprağı işleyecek araçları üretmesi, bir başka bölümünün evleri yapması, bir bölümünün de giysileri dikmesi. gerekir. Bunlardan başka toplumun dış düşmanlara karşı korunmasını üstlenen insanların da bulunması gereklidir. Ayrıca birlikte yaşamak ve birlikte çalışmak için düzeninin sorumluluğunu yüklenen, bu düzeni korumayı kendisine görev sayan insanlara da gereksinim vardır.

Protagoras’a göre insan tüm bunlar için hiçbir hayvanda olmayan olanaklara sahiptir ki bunlar; birlikte yaşamanın anlamını ve değerini kavrama yeteneği ile karşılıklı anlaşmayı sağlayan bir dile sahip olmaktır.

O halde insanların birlikte yaşama gereksiniminden oluşan bu düzenin amacı nedir? Kısaca: Herkesin düzenlen yararlanmasıdır. Çünkü bu düzen olmadan insan yaşayamaz. Bunun içindir ki insan, devlet ve hukuku yaratmıştır.

Devlet ve hukukun, bireylerin karşılıklı olarak yararlanmaları sonucu oluştuğunu savunmak bizi zorunlu şu sonuca götürür: Acaba devlet ve hukuk herkesin yararlanması için mı kurulmuştur? Gerçekten böyleyse, o zaman herkesin devlet ve hukukun sağlayacaklarından aynı şekilde yararlanması gerekmez mi?

Böylece devlete katılan herkes eşit haklara sahip olur, toplum nimetlerinden eşit olarak yararlanır ya da yararlanması gerekir. Bu sözü edilen eşitlik doğal bir haktır. Çünkü her insan dünyaya aynı şekilde gelir, yani her insan aynı olanak ve araçlardan yoksun olarak doğar. Bu açıdan insanlar arasında hiçbir fark yoktur.

Birlikte yaşamaya, bir toplum oluşturmaya her insan gereksinim duyar ve her insanda topluluğun değerini kendisine tanıtacak bir yetenek bulunur. İnsanlar arasındaki tek fark; bu bütünlüğü sürdürmek için birinin şu, ötekinin bu yönde çalışmasıdır.

İşte tüm bu düşüncelerden, Sofistlerin gözünde doğal devlet biçiminin demokrasi olduğu sonucu, kendiliğinden görülecek kadar açıktır. Herkesin devlet düzenine bizzat katılması gerekir. Herkesin ortak yaşamın ürünlerinden, nimetlerinden aynı şekilde ve aynı düzeyde yararlanması gerekir.

Tartışması günümüze kadar süregelen devletin bir sözleşme sonucunda oluştuğu teorisini Sofistler açık bir biçimde temsil etmişlerdir. Onlara göre, insanlar yalnız başlarına yaşamanın güçlüğünü, tek başlarına doğa ile kavgalarının olanaksızlığını gördüklerinden, aralarında bir sözleşme yaparak, birlikte yaşama sorumluluğunu kabullenmişlerdir.

Bu sözleşme teorisi bize hiç de yabancı değildir. Bu deyimin Rousseau‘nun adıyla anıldığını biliyoruz. Fakat Rousseau’nun Toplum Sözleşmesidevletin kuruluşunu bir sözleşmeye dayandıran tek kitap değildir. XVII. XVIII. yüzyılların tüm devlet felsefeleri, bu düşünceyi savunur. Ayrıca bu teori ilk kez XVII. XVIII. yüzyıl da ortaya çıkmış değildir. Anımsanacağı gibi bu görüşü İlk Çağ’daki Sofistlere kadar götürebiliriz.

Sözleşme teorisini ilk kez ortaya atan Sofist düşünürler, bu teoriden çok köklü birtakım sonuçlar çıkarmaktan geri kalmamışlardır. Sözleşme teorisini temsil eden ve bu nedenle kökten (radikal) demokrasiye taraftar olan Sofistler, köleliğin doğal olmayan bir kurum olduğunu savunmuşlardır.

Söz gelişi Antiphon adlı bir Sofistten günü müze kadar kalabilen bir yazıda, açık biçimde; insanların temelde eşit oldukları, tüm insanların devlet içinde aynı haklara sahip oldukları savunulur ve bundan da köleliğin doğal olmayan bir kurum olduğu sonucu çıkarılır. Zira aynı devlet çerçevesinde bir kısım insanların özgür, öteki kısmın köle olması, bazılarının devletin nimetlerinden sınırlı, bazılarının ise sınırsız olarak yararlanması doğal olmayan, yan bir durumdur.

Sofistler tüm sosyal kurumlarda doğal olan il insani olanı, yani bunların hangi kısımlarının doğadan geldiğini ve hangi kısımlarının da insanlar tarafından yapıldığını ayırt etmeye özen göstermişlerdir. Hangi devlet şekli insanın eseridir? Hangi devlet şekli doğaldır, idealdir yani her yerde, her zaman ve her dönemde geçerlidir.

Öte yandan İlk Çağ’ın tüm ekonomik yaşamının kölelik kurumuna dayandığını da biliyoruz. İlk Çağ’ın ekonomik yaşamından köleliği soyutlayamayız. Çünkü tüm beden işlerini köleler üstlenmiştir. Bunun içindir ki bu dönemde köleleri olmayan bir devlet, yalnızca bir ütopya, yani temelleri havada asılı olan bir devlet sayılacaktır.

O dönemin tutucu çevrelerinin Sofistlerin bu kökten (radikal) değişimci görüşlerine karşı çıkmaları, bu görüşlerini hayalci saymalarını doğal karşılamalıyız. Aslında Sofistlere karşı olan bu tutucu çevrelerin karşı çıkmaları, Sofistlerin bu kökten değişimci görüşleri yüzünden daha da güçlenmiştir. Sözünü ettiğimiz sözleşme teorisi yanında, yine Sofistlerden bir bölümünün savunduğu, bir başka teori daha vardır.

“Devlet” adlı ünlü yapıtının birinci kitabında Platon, çeşitli Atina vatandaşlarını devletin temeli üzerine konuşturur. Burada “adalet nedir?” sorusu üzerinde durulur. Konuşma sırasında Platon Thrasymachos adlı bir Sofiste de söz verir. Bu Sofist, o zamana kadar bu konudaki tüm söylenenlerin anlamsızlığını savunur.

Ona göre adalet, yalnızca boş bir sözdür. Adalet diye bir şey yoktur, ancak iktidar için yapılan bir kavga vardır.

Bunun için de; adaletli insanlar, adaletsiz insanlar yoktur, yalnızca güçlü güçlü ve daha zayıf insanlar vardır. İnsanlar için en güçlü zorlama, öteki insanları buyruğu altına almak yapılan zorlamadır. Adalet de yasalara uymaktan başka bir şey değildir. Yasa denilen şeyler, yalnızca hakimlerin tutuklulara kullandıkları kendi güç ve iradeleridir. O halde devlet, iktidar olma uğruna yapılan bir kavganın ürünüdür.

Aynı görüşü Platon “Gorgias” adlı diyalogunda bir başka Sofistin ağzından dile getirir. Devletin bir iktidar, bir güç göstermesinden başka bir şey olmadığını, ünlü Sofist Gorgias’ın öğrencisi Kallikles savunur.

Kallikles de, Thrasymachos gibi, insanlar arasında adaletli olanlar ve adaletli olmayanlar diye bir sınıflandırma yapılamayacağını, olsa olsa, insanların kurnazlar ve budalalar diye iki sınıfa ayrılabileceğini ileri sürer ve görüşünü şöyle savunur: Ahlak, yalnızca güçsüzlerin güçlüleri, güçlerini kullanmaktan alıkoymak için buldukları bir araçtır. Çünkü güçsüzler de sonunda üstün olmak isterler; ancak bu konuda güçleri yetersizdir.

Bunun içindir ki güçsüzler bir hileye başvururlar: Güçlerini kullanmanın çirkin ve kötü bir şey olduğu konusunda güçlüleri kandırmaya çalışırlar. Ahlak da böylelikle ortaya çıkar. Güçlüler yeterince akıllı iseler bu hileye kanmazlar.

Görüldüğü gibi devlet ve hukukun kaynağı konusundaki bu görüş, sözleşme teorisine karşıttır. Bu görüş devlet ve hukukun doğuşunu, birlikte yaşamanın nimetlerinden eşit olarak yararlanmak için yapılmış olan bir sözleşmede değil, aksine acımasız bir kavgada bulmaktadır. Böyle bir hareket noktası olan bu teorinin; devleti, herkese eşit haklar sağlayacak bir örgütlenme olarak değil de aksine, güçlünün güçsüze her zaman hükmetmek isteyeceği bir örgütlenme olarak algılaması doğaldır.

Bu görüşe taraf olanlar, herkesi ortak yaşamın nimetlerinden aynı ölçüde yararlandırmak isteyen demokrasi yönetimini reddeder. Devlette ancak güçlünün güçsüzü bazı haklardan yoksun bırakması söz konusudur ve bundan da bir “efendi” tipi hayat bulur. Güçlü olan kişi efendidir ve efendiliğin tüm haklarından yararlanır.

Güçsüz olan, efendi olmayan kişi, bu haklardan tümüyle yoksundur. Bu ölçüsüz güç kaygısı ve baskı düşüncesin uygulanmasına Atina özellikle tanık olmuştu. Bu arada Atina’nın Peleponnes Savaşları sonunda Isparta’ya yenilmesi yüzünden iktidarda kısa bir süre kalabilen Aristokrat yönetimin başında yetenekli bir filozof sayılan Kritias bulunuyordu.

Kritias’a göre; yüce güçlere tapma, ödül ya da ceza veren Tanrıların varlığı, tümüyle insan düşüncesinin ürünüdür. Tanrılar, kullarının kendisine uymalarını sağlamak için, onlara sağlam bir baskı uygulayan devlet adamlarını türetmiştir. Din; devletin başındaki güçlülerin, güçsüzleri daha kolay ve daha rahat yönetebilmesi için bulunmuş bir görüştür.

Görüldüğü gibi, son Sofist kuşak aşırı varsayımlara saplanmıştır. Oysa ilk Sofistler görüşlerinde çok daha ılımlıydılar. Bu aşırı görüşlere Yunanistan’ın tutucu çevrelerinin şiddetle karşı çıktıklarını düşünebiliriz.

Nitekim tutucuların bu tür aşırı görüşlere karşı olduklarının bir göstergesi olarak, bu dönemdeki felsefenin belli başlı temsilcilerine karşı bir dizi dava açtıklarına tanık oluyoruz. Bu cümleden olarak Anaksagoras Tanrıları reddetmekle suçlanarak Atina’dan kaçmak zorunda bırakılmıştır.

Yine Sofistlerin en eskilerinden ve en ünlülerinden olan Protagoras da Tanrıların varlığından kuşkulandığı için aynı son ile karşılaştı ve Atina’dan kaçmak zorunda kaldı ve Sicilya’ya kaçarken yolda (suda boğularak) öldü. Bu tür davaların en önemlisi kuşkusuz, Sokrates’e karşı açılmış olandır.

M.Ö. 399 yılında görülen bu dava, Sokrates’in ölüm cezasına çarptırılması ile sonuçlanmıştır. Bu dava, tutucu çevrelerin Sofistlere karşı bir tepkisidir. Öğrencisi Platon’un da çok iyi gösterdiği gibi, Sokrates bir Sofist değildir. Tam tersine, Sofistlere karşı olduğu halde aynı sona uğramıştır.

Sofistlerin Siyaset Felsefesi Anlayışı

Sofizm, Atina’nın siyasi ve kültürel olarak geliştiği, demokratik bir düzenin kurulduğu dönemde ortaya çıkan bir düşünce akımıdır. Sofistler, demokratik düzenin gerekleri nasıl yerine getirilir sorusuna cevap aramışlardır.

Sofistlerin en belirgin özelliği hitabet, yani etkili söz söyleme sanatına verdikleri önemdir. Onlara göre, vatandaşların dönüşümlü olarak yöneticilik yaptığı, yasaların hazırlanma sürecine katıldığı “doğrudan demokrasi” düzeninde insanlar her şeyden önce güzel ve etkili söz söyleme yeteneğine sahip olmalıdırlar. Bu, insanın karşısındakini inandırabilmesi için gereklidir.

Sofistlerin bu inancı onların şüpheci ve rölativist (göreci) olma özellikleriyle uyumluydu. Onlara göre, herkes için geçerli olan objektif (nesnel) bir gerçek söz konusu olmaz. Sofistlerin en meşhur ve kurucu filozoflarından Protagoras’a göre “insan her şeyin, var olan şeylerin var olduklarının ve var olmayan şeylerin var olmadıklarının ölçüsüdür”.

Diğer bir ifadeyle, doğru olan şey, şu anda algılanan, duyulan, istenen ve özlenen şeydir. Bir şeyin doğru olması demek, o şeyin herhangi bir kimseye doğru görünmesi demektir. Sofistler, herkes için geçerli olacak genel ve kesin bir bilginin olanaksızlığını göstermeye çalışmışlardır.

Bu anlamda, Sofistler Tanrı inancı ve evrenin kökenleri konusunda da insandan insana değişen farklı gerçeklerin olabileceğini savunurlar. Onlara göre Tanrı’nın (veya Tanrıların) varlığı veya yokluğu konusunda kesin bir hakikat yoktur.

Nitekim Protagoras, “Tanrıların, ne var olduklarını ne de olmadıklarını biliyorum” diyerek dini alanda da şüpheci bir tavır ortaya koymuştur. Sofistler, “agnostisizm” (bilinmezcilik) adı verilen, teolojik anlamda bir yaratıcının veya bilimsel anlamda evrenin nereden türediğinin bilinmediği veya bilinemeyeceğini ileri süren felsefi akımın öncülerindendir.

Sofizm’in yukarıda kısaca bahsettiğimiz özellikleri, 18. yüzyılda ortaya çıkacak olan Aydınlanma düşüncesini hatırlatmaktadır. Her iki düşünce de kendilerinden önceki geleneksel düşüncelere karşı savaş açmış, insanı (daha açık bir ifadeyle insan aklını) merkeze almıştır. Her iki düşünce de toplum, ahlak ve siyasetle ilgili tüm kurumların insanların bir ürünü olduğunu ileri sürer. Bu yaklaşım, doğal olarak, insanlar tarafından meydana getirilen bütün bu kurumların yine insanlar tarafından değiştirilebileceği düşüncesini de kapsar. Devlet, bu kurumlardandır.

Devlet nedir? sorusuna Sofistler iki farklı yanıt verirler. Bu yanıtlar, devletin neden ve nasıl ortaya çıktığı sorusundan hareketle verilen cevaplardır. Sofistlerin bu sorulara verdikleri cevap çağdaş devlet kuramlarının temellerini teşkil eder. Bunlar, sözleşme ve kuvvet kuramlarıdır.

Sözleşme kuramını savunan Protagoras ve Antiphon gibi Sofist düşünürlere göre, insanlar diğer canlılar arasında topluluk hayatına en fazla gereksinim duyanlardır. Doğadaki diğer canlılara göre çok daha korunaksız ve aciz bir durumda olan insanlar yaşamlarını ve türlerini idame ettirebilmek için topluluk hâlinde yaşamak ve karşılıklı yardımlaşmak zorundadırlar.

Bu gerçeğin, yani toplu yaşama zorunluluğunun farkına insanlar, iş bölümüne dayanan bir sözleşmenin gerekli olduğunu kavramışlardır. Devlet bu gereklilikten doğmuştur. Asırlar sonra, 17. ve 18. yüzyılların düşünürlerinin önemli bir kısmı da devletin kökeni konusunda aynı şeyi söyleyeceklerdir.

Sofistlere göre insanlar, çıkarlarına uygun düşen bir sözleşmeyle, birlikte yaşama yükümlülüğü altına giriyorlar. Sözleşmeyi yapanlar, yani devleti kuranlar, eşit haklara sahip olmalı ve toplum hâlinde yaşamanın nimetlerinden eşit ölçüde yararlanmalılar. Sofistlere göre insanlar arasındaki tek ayrılık topluluğu devam ettirebilmek için her ferdin ayrı bir iş görmesi, her birinin ayrı bir görevi yerine getirmesidir. Bu noktada, Sofistlerin o dönem için son derece ilginç bir yönü karşımıza çıkmaktadır.

Sofistler, İlk Çağ filozoflarının doğal kabul edip üzerinde hiç durmadıkları veya sorgulamaya cesaret edemedikleri bir kurumu eleştirirler. Bu kurum köleliktir. Sofist filozoflara göre, aynı toplum içinde yaşayan insanların eşitsiz bir durumda olmaları toplumun temel yasasına yani sözleşmeye aykırıdır. Tartışılmaz kabul edilen kurumlarından biri olan köleliği eleştirmeleri dolayısıyla Sofistler, dönemin gelenekçi çevreleri tarafından dışlanmışlardır.

Sofistlerin devlet hakkında savundukları ikinci düşünce, asırlar sonra geliştirilecek çağdaş devlet teorilerinden birinin temelini teşkil eden kuvvet kavramını esas almaktadır. Kallikles ve Thrasymachos gibi Sofistlere göre devletin ortaya çıkışında sözleşme değil kuvvet rol oynamıştır.

Thrasymachos’a göre, insanın genel eğilimi ve temel içgüdüsü kendi iradesini başkalarına kabul ettirmektir. İnsanlar, güçlüler ve zayıflar olmak üzere ikiye ayrılır; yasalar güçlülerin zayıflara kendi iradelerini zorla kabul ettirmelerine hizmet eder.

Kallikles’e göre ise adalet ve ahlak gibi kavramlar, acizlerin uydurduğu şeylerdir. Amaç, güçlülerin kuvvetlerini kullanmalarını engellemek veya sınırlamaktır. Fakat güçlü insanlar bu hileye aldanmayacak kadar zekidirler ve kuvvetlerini kullanmaktan geri durmazlar.

Kallikles ve Thrasymachos gibi Sofistlerin devlete dair savunduğu bu ikinci görüş, sözleşmeyi değil tersine mücadeleyi önceler. Devletin ortaya çıkışındaki asıl neden insanlar arasındaki mücadeledir. Bir toplumda herkesin aynı haklardan faydalanması söz konusu olamaz, toplumdaki nimetlerden güçlüler faydalanır, zayıf olanlar ise bundan yoksun olarak yaşarlar.

Hazırlayan: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Ömer YILDIRIM’ın Kişisel Ders Notları. Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf “Felsefeye Giriş” ve 2., 3., 4. Sınıf “Felsefe Tarihi” Dersleri Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı, Ernst von Aster’in Ders Notları

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...