Marks’ın Hegel eleştirisi
Marx Hegel’in dünya-tininin yaşam öyküsü olarak tarih kavramını alarak yapısını korumuş ama içeriğini değiştirmiştir (Cohen 2000: 1). Marx Hegel gibi tarihin öznesi olarak ‘dünya Tini’ni ya da ‘akıl’ı görmez. Marx için de tarihte bir akıl vardır ama bu akıl kendini tarihte açan, kendi kendini belirleyen bir akıl değildir, hele bir töz asla değildir. Tersine bu akıl, maddi ilişkilerce belirlenen bir bilinç durumudur. Yani varlığı ve tarihi belirleyen bilinç değil, bilinci belirleyen şey varlık ve toplumdur. Tarihi belirleyen şey tinsel bir töz değil, maddi ilişkiler ağı olarak toplumun sosyoekonomik yapısıdır. Marx’a göre özel mülkiyetin ortaya çıkmasından itibaren yani toplumsal sınıfların oluşmasından itibaren, tarih bir sınıf savaşları süreci olagelmiştir. Tarih, yine Hegel’de olduğu gibi, “dünya halklarının birliğine” doğru ilerlemektedir. Ama bu nokta Hegel’de tarihin sonuyken Marx’ta gerçek insanlık tarihinin başlangıcı olacaktır.
Marx ve Engels bir tek bilim olarak tarihi tanıdıklarını söylemişlerdir. Doğabilimi bile tarihin bir ürünüdür. Onlara göre tarihin özü insan etkinliğinde yani praksistedir. Böyle olunca da maddi ilişkiler, üretim ilişkileri toplumsal, siyasal ve tinsel yaşamı belirlerler. Bu yüzden ilk tarihsel eylem üretim eylemidir. Doğabilimi insanın doğayı emeğiyle biçimlendirmesinin ürünü olsa da aynı zamanda insan ve toplum doğanın da ürünüdür. Bu yüzden tarihte de doğa yasaları egemendir.
Tarihte ideler, tanrısal güçler değil, insan emeğiyle üretilen bir süreç söz konusudur. Tarihte rastlantı olsa da bu rastlantıların da bağlı bulunduğu genel yasalar vardır ve bu yasalar üretim tarzlarıyla ilişkilidir ve de zorunludur (Özlem 2010). Başka bir deyişle bütün tarihsel süreci üretim ilişkileri belirler derken kastedilen tarihe, insanların pratik etkinliği olarak üretim etkinliklerini, karşılıklı üretim ilişkilerini belirleyen yasaların yön verdiği ve bu yasaların da tarihi zorunlu olarak yönettiği düşüncesidir. Ayrıca Marx ve Engels tarihin özünü üretim eyleminde, yani praksiste gördükleri için felsefenin görevini de tarihin hizmetinde olmak olarak belirlemişler, bu yüzden de felsefenin gerçekliği teorik olarak değil, pratik etkinlik olarak kavraması gerektiğini ileri sürmüşlerdir.
Marx’a göre Hegel’in sandığı gibi tarihi yapan kavramlar değil, insanlardır yani insanın amaçlı üretmesidir, çalışmasıdır. Marx Hegel’in hukuk felsefesinde, felsefi uğrağı, “şeyin mantığı değil, mantığın şeyi oluşturmaktadır” der. Yani Hegel’de mantık devleti tanıtlamaya değil, tersine devlet mantığı tanıtlamaya yaramaktadır. Bu yüzden Marx’a göre, Hegel’in felsefesinde aslında bir hukuk felsefesi ile değil, mantık biliminin bir bölümü ile karşı karşıyayız.
Marx “Hegel için bütün olup bitenler yalnızca kendi kafasının içinde olandan ibarettir” der. Tarih felsefesi, böylece felsefe tarihinden, kendi felsefesinin tarihinden başka bir şey değildir. Artık tarih sırasına uygun bir tarih değil, kavrayışta, yani mantıkta birbirini izleyen düşünceler söz konusudur. Hegel düşünce hareketi ile dünyayı inşa ettiğini sanmıştır oysa Marx’a göre, yalnızca herkesin kafasında var olan düşünceleri sistematik olarak yeniden inşa etmiş ve mutlak yönteme göre sınıflandırmakla kalmıştır (Marx 1999b: 108).
Marx idealist filozofların tarihsel süreci açıklamasını Hegel’in Hukuk Felsefesini eleştirdiği nedenlerle eleştirir. İdealist olarak adlandırdığı filozofların ilkelerin, ilkelerin yerini almasıyla her şeyin salt düşünce alanında olması, her şeyin Mutlak Tin’in ayrışması süreci içinde meydana gelmesi yollu düşüncesini eleştirir. Söz gelişi bir Hegelci her şeyi Hegel’in mantık kategorilerinden birine indirgeyince kavramaktadır. Ama Marx’a göre kendi hareket noktasını oluşturan öncüller keyfi temeller, dogmalar değil, gerçek öncüllerdir. Bu öncüller de deneysel olarak oluşturulabilirler. Dolayısıyla tüm insanlık tarihinin ilk öncülü doğal, canlı insan bireyinin varlığıdır. Bu yüzden ilk saptanması gereken olgu, bu bireylerin fiziksel örgütlenişleri ve doğayla olan ilişkileridir. Her tarih yazımı bu doğal temellerden ve tarih boyunca insan eyleminin bu temellerde meydana getirdiği değişiklerden hareket etmelidir (Marx 1999a: 39).
Toplumsal yapı ve devlet belirli bireylerin yaşam süreçlerinin sonucu olarak oluşur; bu bireyler de gerçek bireylerdir, yani etkide bulunan, maddi üretim yapan bireylerdir. Fikirlerin, anlayışların ve bilincin üretimi doğrudan insanların maddi etkinliğine, karşılıklı maddi ilişkilerine ve gerçek yaşamın diline bağlıdır. Sahip oldukları anlayışları, düşünceleri üretenler insanların kendileridir. Bilinç bilinçli varlıktan başka bir şey değildir, yani bilinçli varlığın bilincinden ayrı bir bilinç, kendi başına bir bilinç yoktur. Marx gökten yere inen Alman felsefesinin tersine yerden göğe çıkılmasından söz eder. Yani etten ve kemikten insanlara varmak için, insanların söylediklerinden, tasarımlarından, düşüncelerinden yola çıkılmaz; gerçek etkin insandan yola çıkılır, bu tasarımların kendileri de insanların bu gerçek yaşam süreçlerinden hareketle ortaya konulabilir. Bu yüzden ahlak, din, metafizik ve ideoloji ve bunlara tekabül eden bilinç biçimleri artık özerk biçimlerini yitirirler. Bunların tarihi yoktur, gelişmeleri yoktur; tersine, maddi üretim biçimlerini ve üretim ilişkilerini geliştiren insanlar, bunlarla birlikte düşüncelerini ve düşüncelerinin ürünlerini de değiştirirler.
Öyleyse yaşamı belirleyen bilinç değil, tersine, bilinci belirleyen yaşamdır. Marx’a göre birinci yaklaşımda kalkış noktası, canlı ve kendi başına bir bireymiş gibi bilinçken “ikinci durumda gerçek ve yaşayan bireyin kendisinden yola çıkılır ve bilince de o bireyin bilinci olarak bakılır” (Marx 1999a: 45-46).
Marx’a göre bu ikinci bakış tarzı öncüllerden yoksun değildir, tersine gerçek öncüllerden yola çıkılmaktadır. Bu öncüller de yalıtılmışlık ve değişmezlik içindeki insanlar değil, belirli koşullar altındaki gerçek, deneysel olarak gözlenebilir gelişme süreci içindeki insanlardır. Bu öncüllerden hareket edilirse tarih deneycilerin yaptığı gibi cansız olgular derlemesi olmaktan ve İdealistlerin yaptığı gibi hayali öznelerin hayali eylemi olmaktan çıkar. Böylece gerçek yaşamda, spekülatif metafiziğin bittiği yerde pozitif bilim başlar. İnsanların pratik etkinliklerinin ortaya konuluşu başlar. Bilinç üzerine söylenen boş sözler biter, onların yerini gerçek bilgi alır. Gerçek dünyanın öte dünyayla açıklanması bırakılmış olur. Marx Hegel’in diyalektiğini tersine çevirdiği savıyla Hegel’in düşünceyle başlayıp doğayla devam ederken kendisinin doğayla başlayıp düşünceyle devam ettiğini söylemek istemiştir (Collingwood 1996: 160).
Marx’a göre tüm insan varoluşunun temeli duyusal, maddi koşullar olarak insan pratiği, insanın pratik etkinliği olduğu için, “tüm tarihin ilk öncülünü, yani insanların ‘tarihi yapabilmesi’ için yaşayabilir bir konumda olması gerektiği öncülünü belirtmekle” yola çıkmak gereklidir (Marx 2004a: 120). İnsanın gereksinimlerini karşılamak için maddi araçların üretimi insanın ilk tarihsel etkinliği olduğudan maddi yaşamın üretimi tarihsel gelişmenin ilk koşulu olarak “tüm tarihin temel koşuludur”. Alman idealist felsefesi bunu hiç yapmadığından “hiçbir zaman dünyevi bir tarih temeline” ve bunun sonucu olarak bir tarihçiye sahip olmamıştır. Marx’a göre Fransızlar ve İngilizler insan pratiğinin tarihle olan ilişkisini siyasal ideoloji temelinde tek yanlı olarak kavramış olsalar da “sivil toplum, ticaret ve sanayi tarihini yazan ilk kişiler olmakla tarih yazımına materyalist bir temel vermeye ilk kalkışanlar oldular” (Marx 2004a: 120).
Kaynak: TARİH FELSEFESİ II, s. 54-56, T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 2888 AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 1845