Tarih felsefesi
Tarih, tüm biçimleriyle geçmişin incelenmesidir. Tarih felsefesi de tarih ve tarih yazımının uygulama, araştırma ve sosyal sonuçlarının teorik temellerini konu alır.
Tarih felsefesi; bilim felsefesi veya din felsefesi gibi diğer alan çalışmalarına iki açıdan bir benzerlik gösterir. Birincisi, tarih felsefesi, geçmişin doğası ve onu nasıl bildiğimizle ilgili soruları ele almak için metafizik, epistemoloji ve etik gibi felsefenin temel alanlarındaki kuramlardan yararlanır: geçmişin rastgele bir şekilde mi ilerlediği yoksa bir düzen ilkesi tarafından mı yönlendirildiği, geçmişteki olayların ve nesnelerin en iyi nasıl açıklanabileceği veya tanımlanabileceği, tarihsel olayların birbirleri üzerinde nedensel olarak etkili olup olmadığı… İkinci olarak, diğer alan çalışmalarında olduğu gibi, tarih felsefesi de kendine özgü sorunları araştırır.
Tarih, şeylerin ne olduğundan çok nasıl ortaya çıktıklarını inceler. Tarih tümelden ziyade tekil olana odaklanır. Tarihin aktörleri çoğunlukla salt fiziksel etmenlerden ziyade çeşitli içsel saiklerle hareket eden insanlardır. Tarihin nesneleri artık doğrudan gözlemlenememekte, ancak kanıtlarla dolayımlanabilmektedir. Bu sorunlar ve geçmişe özgü daha pek çok sorun, felsefenin kendisi var olduğu sürece ele alınmış ve tartışılmıştır. Tarih felsefesi de bu tartışma alanını oluşturmaktadır.
ANTİK ÇAĞ’DAN ORTA ÇAĞ’A
Geçmişten anlam çıkarma çabası kültürün kendisi kadar eskidir. Kültür kavramının kendisi, o kültürün mensuplarının paylaştıkları ortak bir tarihe duyulan inanca dayanır. İster olayların ilahi bir müdahalenin ürünü olarak yorumlanması olsun, ister ailelerin ya da ulusların seküler birleşimi olsun, tarih her zaman kültürün dokusunu birbirine bağlayan bir tür zamk işlevi görmüştür.
Ön yargısız, tanıklığa dayalı, kapsamlı ve genel geçer öngörüsel yapılardan uzak olma çabasıyla karakterize edilen ilk bağımsız tarih felsefesi, tarihin kurucusu olarak kabul edilen Herodotos (M.Ö. 484-425) tarafından geliştirilmiştir. “History” (tarih) sözcüğü onun “sorgulamalarını” ya da “araştırmalarını” tanımlamak için kullandığı historía sözcüğünden türemiştir:
“Halikarnaslı Herodotos’un araştırmaları, hem Yunan hem de Yunan olmayan halkların muazzam başarılarını kayda geçirerek geçmişin anısını muhafaza etmek ve özellikle de iki halkın nasıl çatışmaya girdiğini göstermek için kaleme alınmıştır” (Herodotos, Histories I.1,1).
Herodotos’un araştırması, Yunan ve Yunan olmayan dünyaların kapsamlı karakterizasyonuna ulaşabilmek için kendinden öncekilerin genellikle efsane niteliğindeki sözlü geleneklerine dayanıyordu. Ancak doğrulanabilir gerçeklerden ödün verdiği şeyi, gündelik yaşamın betimsel canlılığıyla telafi eder. Ne kadar mantıksız olursa olsun tüm hikâyeler hiçbir ahlaki yargıya yer vermeksizin kaydedilmiştir, çünkü her biri bir dönemin ve bir halkın bilinmeye değer inançlarını yansıtmaktadır.
Yunanistan ve Roma çok sayıda önemli tarihçi ve vakanüvis yetiştirmiş olsa da, hiçbiri Thukydides’ten (M.Ö. 460-c.395) daha kapsamlı ya da daha etkili olmamıştır. Herodot gibi Tukidides de tarihi, insanların nasıl davranmaya eğilimli olduğuna dair bir öğretici kaynak olarak görüyordu. Ve yine onun gibi Tukidides de metodolojik hususların geçmişe bakışımızı nasıl şekillendirdiğiyle ilgilenmiştir. Ancak Thukydides, Herodot’u yeterince nesnel bir anlatım gerçekleştiremediği için eleştirmiştir.
“Efsanevi olan her şeyden yoksun olan bu tarih anlatımını dinlemek belki de pek memnun edici olmayacaktır. Ama kim yapılmış ve insanlığın karakterine göre tekrar ya da en azından yaklaşık olarak tekrar yapılabilecek şeylerin gerçeğini araştırmak isterse, buna zahmet edilmesine değecek kadar şey keşfedecektir” (Thukydides, The Peloponnesian War I, 22).
Thukydides, Herodot’un eleştiriden uzak tarihini onarmak için öncelikle araştırmasını Peloponnesos Savaşı’nın ana aktörleriyle sınırlandırmıştır: ne yapılacağına karar veren generaller ve valiler, bu konuda sadece tahminde bulunabilecek sıradan insanlar değildir. Çıkarılması gereken ders kültürel davranışların çeşitliliği değil, aktörlerin ve eylemlerinin tipolojik karakteridir ki bu da kendilerini tekrar etme olasılıkları nedeniyle gelecekteki davranışlar için bir tür rehber görevi görecektir. İkinci olarak, Thukydides kanıtlarını açık bir şüphecilikle ele almıştır. Kulaktan dolma bilgileri ya da varsayımları kabul etmediğini ve yalnızca şahsen gördüğü ya da birden fazla güvenilir kaynak tarafından teyit edilmiş olanları dikkate aldığını belirtmiştir. Thukydides belgesel kanıtlar konusunda kaynak eleştirisine başvuran ilk kişidir. Çeşitli taraflara atfettiği uzun ve etkili konuşmalar, yalnızca bunları söylediği iddia edilen kişinin niyetini mümkün olduğunca yakından izleme sözü altında kaydedilmiştir.
Klasik antikitenin zayıflamasıyla birlikte bilimsel tarih paradigması da çöküşe geçmiştir. Yahudi-Hıristiyan ve İslam dünyalarındaki kutsal tarih uygulamaları, aynı kilit olayları çok farklı şekillerde yorumlasalar da, ortak meta-tarihsel ilkeleri paylaşırlar. Geçmiş, tarafsız bir hakikat uğruna değil, ilahi plan ile belirli bir kavmin dünyadaki rotası arasındaki bağa dair bir fikir edinme ümidiyle incelenir. Bu anlamda, her inancın köktenci olmayan pek çok tarihçisi, kutsal metinlerini bugünün ve ortak geleceğimiz olduğuna inandığımız şeylerin ışığında değerlendirilmesi gereken anlamlı belgeler olarak görmektedir. Seller, salgın hastalıklar, bereketli hasatlar ya da iyiliksever yöneticiler gibi olayların yüzeysel tarihçesinin altında, Tanrı’nın halkına verdiği ahlaki ve manevi bir ders yatar ve tarihçinin görevi de bunu aktarmaktır. Kur’an’ın açıkça belirttiği gibi, “Andolsun onların kıssalarında akıl sahipleri için ibretler vardır.” (Kur’an 111).
Erken Orta Çağ tarih yazarlarının en etkileyici olanı şüphesiz Augustinus’tur (354-430). Thukydides’in geçmişten gelen karakteristik unsurların tekrarlanabilirliğini gösterme çabasına karşı Augustinus, Hıristiyan eskatolojisinin bir parçası olarak tarihin doğrusallığını, Tanrı’nın ebedî planının zamansal olarak düzenlenmiş bir tarih akışı içinde zorunlu olarak ortaya çıkışını vurgulamıştır. Tanrı’nın Şehri (413-26) adlı eserinde insanların ve ulusların ilk günahtan kurtuluşunu Mesih’in ortaya çıkışıyla doruğa ulaşan uzun bir süreç olarak nitelendirir. O zamandan beri tarih, Tanrı’nın Şehri‘nin seçilmişleri ile İnsanların Şehri‘nde yaşayan asi özseverler arasındaki mücadelenin bir kaydı olmuştur. Zaman doğrusal olduğu için, tarihin anahtar olayları eşsiz ve dokunulmazdır: Adem’in Dünyaya Gönderilişi, İsa’nın Doğumu ve Ölümü ve Diriliş, tarihi şaşmaz bir düzenlilikle Son Hükme doğru ilerletir.
Dolayısıyla kutsal-tarih, ya bir trajedi ya da kurtarılmış bir geleceğe dair umut ifadesi olarak, insan varoluşunun anlamı hakkında kapsayıcı bir anlatı sunma eğilimindedir. Orta Çağ dünyasının büyük bölümünde kanonik statüsünün yanı sıra, etkisi açıkça hermenötik geleneğe ve on dokuzuncu yüzyılın teleolojik tarih filozoflarına kadar uzanır.
RÖNESANS’TAN HÜMANİZME
Petrarca’nın (1304-1374) De secreto conflict curarum mearum (c.1347-c.1353) adlı eseri, aralarında tarihin de bulunduğu seküler entelektüel uğraşların ruhen tehlikeli olması gerekmediğini savunuyordu. Takipçilerinden oluşan çevresi, aralarında Cicero, Livy, Tacitus ve Varro’nun tarihlerinin de bulunduğu, bir önceki bin yılın hayal bile edemediği bir yığın antik metni kurtarmış ve restore etmiştir. Hümanist üniversiteler 15. yüzyılın başlarında skolastik temellerinden retorik, şiir ve hepsinden önemlisi tarihi de kapsayacak şekilde genişledi. Doğal dünyanın nesneleri ve insanlarıyla daha fazla ilgilenmeleriyle birlikte, büyük dinî anlatılardan ziyade siyasi tarihe daha fazla odaklanmaya başladılar. Buna göre, ortak odak noktası İsa’nın Dirilişi değil, Roma’nın çöküşüydü. Ve burada tarihin verdiği ders tutarlı bir ahlaki çöküş değil, Antik sosyal ve siyasi yaşam modellerini anlamanın bir tür seküler altın çağa yer açacağı umuduydu.
İnsan ilişkilerine yeni odaklanmayla birlikte, yazılı kayıtlara ve doğal kanıtlara olan ilgi de arttı. Leonardo Bruni (1370-1444 civarı) ve Flavio Biondo’nun (1392-1463) eserleri, modern kaynak eleştirisine ve belgesel kanıt taleplerine ilk adımları içerir. Bruni’nin Floransa Halkının Tarihi (1415-39) için anlatılacak hikaye ne ruhani ne de ahlaki bir hikayeydi, Floransa’da siyasi özgürlüğün ilerleyişinin doğal tarihiydi.
Bunlardan daha az ulusalcı olsa da, Desiderius Erasmus da tarihçilerden kaynaklarını sadece devlet belgelerinde değil, kültürel eserlerde de orijinallerine kadar takip etmelerini istedi. Bu da kutsal tarihin dinî ruhunu Rönesans hümanizminin araçlarıyla keşfetmek anlamına geliyordu. Yeni Ahit‘in Latince ve Yunanca çevirileri, bilimsel tarih yazımının eserleri oldu ve Reformasyon için etkili bir araç haline geldi. Erasmus için tarih, bir zamanların asil geçmişinin modern yanlış yorumlarını ve kötüye kullanımlarını eleştirmek için bir araç ve uzun süredir yanlış anlaşılan insanlar, fikirler ve olaylar hakkındaki gerçeği ortaya çıkarmak için bir yol haline geldi.
Her ne kadar önceki tarih yazıcıları kendi çalışmaları hakkında derinlemesine düşünmüş olsalar da, Tarih Filozofu adını hak eden ilk kişi Giambattista Vico’dur (1668-1744). Halkların ve ulusların gidişatına yön veren ortak bir tarihsel süreç olduğunu savunan ilk kişidir. Scienza Nuova‘da şöyle yazar:
Dolayısıyla bizim bilimimiz aynı zamanda yükselişi, ilerlemesi, olgunluğu, düşüşü ve çöküşü içinde her ulusun tarihi tarafından zaman içinde geçilmiş ideal bir ebedî tarihi tanımlar. Hatta o kadar ileri gideriz ki, bu bilime aracılık eden her kim olursa olsun, bu ideal ve ebedi tarihi ancak ‘vardı, vardır ve olması gerekir’ kanıtıyla ortaya koyabildiği ölçüde kendisine anlatır. Çünkü yukarıda ortaya konan ilk şüphe götürmez ilke, bu uluslar dünyasının kesinlikle insanlar tarafından yaratılmış olduğu ve bu nedenle de görünümünün kendi insan zihnimizin modifikasyonları içinde bulunması gerektiğidir. Ve tarih, şeyleri yaratanın aynı zamanda onları betimlemesinden daha fazla bir kesinliğe sahip olamaz. (Vico 1948, 104)
Vico’nun tarih felsefesi, bir şeyi tam olarak bilmenin onun nasıl meydana geldiğini anlamayı gerektirdiğine dair epistemolojik önermesinden yola çıkar. Gerçek olan, Latincesinde Verum esse ipsum factum olarak ifade ettiği gibi, tam olarak yapılmış olandır. Doğal nesneler, onları inceleyen bilim insanları tarafından yapılmadığından, doğaları bir dereceye kadar gizemli kalmalıdır. Ancak insanlık tarihi, nesneleri ve araştırmacıları bir ve aynı olduğu için, ilke olarak metodolojik bir avantaja sahiptir. Doğa bilimleri ile insan bilimleri arasındaki bu ayrım, Descartes’ın metodolojik evrenselciliğine bilinçli bir karşıtlık oluşturuyordu; ve 19. yüzyıl Post-Kantçı tarih felsefecileri ve daha sonra İngiliz idealistleri için çok önemli hale gelecektir.
Vico ayrıca kendi zamanının kültürlü zihinlerinin ilkel atalarınınkinden farklı bir yapıda olduğunu öne sürer. 18. yüzyıl düşünürleri soyut kavramlar ve evrensel önermeler oluştururken, ilkel bireyler için imgeler ve sesler doğrudan gönderme yaptıkları gerçek şeylere işaret eder. Post-Kantçı filozoflar için şimşek Zeus için bir sembol ya da metafor iken, Vico’nun şiirsel hayalperestleri için şimşek gerçekten Zeus’tur. Hem zihniyetlerini hem de tarihlerini rasyonalist bilimin veya aydınlanma tarihçiliğinin ilkeleriyle kusursuz bir şekilde yeniden inşa etmek imkansızdır. Geçmişteki insanların düşünce biçimlerini sembolik olarak yeniden yakalayabilecek ve onların duygularını yeniden somutlaştırabilecek yeni bir hayal gücü bilimi gereklidir.
Bu epistemolojik görüşler nedeniyle Vico, tüm ulusların kapsayıcı bir mantık şemasına bağlı olarak geliştiği farklı tarih çağlarını ilk kez ortaya koyan kişidir. Bir ulusun gelişiminin her aşaması, yeni inşa edilmiş bir doğal hukuk sistemi, dil kullanımı ve devlet kurumu yaratır. Her ulusta, insanların kendilerini doğrudan ilahi işaretlerle yönetildiğine inandıkları ve yalnızca doğrudan nesnel bir dille konuştukları Tanrılar Çağı‘ndan, aristokratların doğal üstünlükleriyle sıradan insanları köleleştirdikleri ve metaforik imgelerle konuştukları Kahramanlar Çağı‘na ve ardından insanların soyut genellemelerle iletişim kurdukları ve hem sosyal ilişkilerinde evrensel bir eşitlik hem de yönetildikleri soyut bir adalet kavramı varsaydıkları İnsanlar Çağı‘na geçişe neden olan ‘takdir-i ilahi’dir. Tarihin bu ‘corso’sunu, zihinsel kapasitelerin fantasia‘dan riflessione‘ye doğru bu ilerleyişini yaşamak, her ulustaki insanlar olarak bizim kaderimizdir.
Nihayetinde ideal akıl ve uygarlık çağına asla ulaşılamaz. En medeni halimizde, tarih bir ‘ricorso’ içinde ‘ikinci bir barbarlığa’ doğru kendi etrafında döner. İşte sivil bürokrasi, sahte dil ve kurnaz aklın yardım ettiği bu düşünme barbarlığında, tutkularımız Tanrılar ya da Kahramanlar Çağı’nda öne çıkan örf ve adetler tarafından dizginlenemez ve sivil toplum, tarihin ikinci bir döngüsüne geri dönmeden önce kendi üzerine çöker.
İlgili konular: