Felsefe hakkında her şey…

Holizm Nedir? Bütüncülük

12.11.2019
6.806
Holizm Nedir? Bütüncülük

Holizm; bütünün, kendisini oluşturan parçaların toplamından farklı ve daha fazla olduğunu ileri süren bir felsefi görüş ve Eski Yunancada “bütün, tüm” anlamlarına gelen “Holos” sözcüğünden türetilen bir felsefi terimdir. İngilizcedeki “Whole” (bütün) kelimesi de gene bu kökten türemektedir.

Holizm anlayışına göre alan fark etmeksizin her durumda, bir doğal sistemin bütünü, kendisini oluşturan parçaların her birinden ve bütün sistemi oluşturan alt sistemlerden farklı bir yapıya sahiptir.

Örneğin insanın biyolojik varlığı bağışıklık sistemi ve solunum sisteminden oluşsa da bütün insani biyolojik varlık alanı, bunlarla belirlenemez. Çünkü insan, kendisini oluşturan bu sistemlerin her birinden bambaşka bir varlıktır. Dolayısıyla alt sistem aslında çoğu zaman üst sistemin bir işlevini yerine getirmektedir.

Bu yaklaşımın temel düşüncesi, sistemi bir bütün olarak ele almasıdır. Bütünsel yaklaşım, sistemi oluşturan parçaların, parçalar arası ilişkilerin ve çıkacak sorunların birbirinden ayrılamayacağını kabul eder.

Holizm için ögeler ve ilişkiler arasında meydana gelen sorunlar da birbirine bağlıdır, bu yüzden de sorunların birisine çözüm bulunduğunda diğer sorunların da çözüleceği anlaşılabilmektedir.

Holizm anlayışına göre, bütün, parçalarından başka bir şeydir.

Holizm anlayışına göre, bütün, parçalarından başka bir şeydir.

QUINE ve HOLİZM

Analitik doğrular, fikirler (terimler) arası bağıntılara dayanır. Dili anlıyor olmamız analitik doğruları anlıyor olmamız için yeterlidir. Gidip deneyimimizde ne olup bittiğine bakmamız gerekmez.

Öte yandan olgusal bir içeriği olan doğrular söz konusu olduğunda sadece dili anlıyor olmamız yeterli değildir. Bu tür doğrular sentetiktir. Duyusal deneyimimizde ne olup bittiğine bakmaksızın söz konusu ifadelerin doğru olup olmadığına karar veremeyiz.

Analitik ve sentetik doğrular arasında yapılan bu ayrım, doğruları karşılıklı olarak birbirini dışlayan iki gruba ayırır. Yani bir önerme hem analitik hem de sentetik olamaz. Ayrıca bir doğru ya analitik ya da sentetiktir. Eğer bir önerme fikirler arası bir bağıntıyı ya da bir olguyu ifade etmiyorsa anlamsızdır.

Bu durumda her iki gruba da sokulamayan tüm önermeler, tüm metafiziksel önermeleri de içine alacak bir biçimde, anlamsız olarak kabul edilmek durumundadır.

Şimdi Quine’ın sözünü ettiği iki dogmayı ele alalım ve karşılıklı olarak nasıl ilintili olduğunu daha yakından görelim. Olgusal içeriğe sahip herhangi bir önerme alalım ve bu önermeye P diyelim.

Mantıksal pozitivistlerin anlam anlayışından hareket edersek söz konusu önermenin anlamı, onun doğrulanma yöntemi olacaktır. Bu doğrulanma yöntemine dair önermeleri bir bileşik önerme halinde E ile ifade ettiğimizi düşünelim.

Quine’ın deneyciliğin ikinci dogması olarak andığı dogma, bu durumda şu önermenin analitik ve tanımsal olarak doğru olduğunu söylemektedir: P ancak ve ancak E. Çünkü P’nin anlamı E’ye indirgenmiştir. Şimdi P’nin ve onun anlamını içeren E’nin duyu deneyimine dayanarak doğrulanması ya da yanlışlanması söz konusu olabilir.

Willard Van Orman Quine

Willard Van Orman Quine

Ancak “P ancak ve ancak E” önermesinin doğrulanması için bir deneyime ihtiyaç yoktur. Çünkü o analitiktir ve tanımsal olarak doğrudur. Acaba öyle midir?

İşte Quine bunu sorgulamaktadır. P önermesine baktığımızda, sadece dili anlı- yor olmamız, söz konusu önermeyi analitik olarak E önermesine çözümlememizi sağlayabilir mi?

Quine’ın bu soruya verdiği yanıt olumsuzdur. Bir terimin hangi terimlerle eş anlamlı olduğu, bir terimin tanımının ne olduğu olgulara başvurmaksızın belirlenemez. Gündelik dili bir yana bırakıp biçimsel bir dizge oluşturarak analitikliği böyle bir dilde tanımlamaya çalışmak da sonuçsuz kalacaktır. Çünkü hangi önerme biçimlerinin analitik olduğunu belirleyecek kural ya da kurallara, dışarı dan bizim karar vermemiz gerekecektir.

Bu durumda, analitik olanın ne olduğuna biçimsel dilden bağımsız olarak karar verebiliyor olmamız gerekir. Bu da bizi başladığımız noktaya geri getirecektir. Sonuç olarak sadece anlambilimsel bir zemine dayanarak belirlenebilen analitik önermeler olduğu savunulamaz. Bu itibarla sentetik önermelerin doğrudan deneyimle doğrulanabilecek önermelere çözümlenebilmesinden de söz edilemez. Her iki dogma da reddedilmelidir.

Quine bilgimizin duyu deneyimine dayandığını düşünmektedir. Bu itibarla deneyciliği reddediyor olması, bilgi için duyu deneyiminin esas teşkil etmediği anlamına gelmez. Quine’ın karşı çıktığı şey, önermelerin anlamlarının atomsal bir biçimde belirlenmesidir.

Duyusal deneyimle karşılaştırmak üzere, tek tek önermeler küçük bir birim olarak kalmaktadır. Quine’a göre deneyimle ancak bilimin tamamı karşı karşıya getirilebilir. Şimdi bunun nedenini anlamaya çalışalım.

Quine’ın yaklaşımı bu noktada Fransız fizikçi ve felsefeci Duhem’ın düşük belirlenim (İng. underdetermination) savlarından (kuramların deneyim tarafından eksik belirlenmesine ilişkin savlardan) destek görmektedir. Sorunu bir örnekle ele alalım. Diyelim ki bize bir miktar içeriğinde ne olduğunu bilmediğimiz bir bileşik verilsin.

Bizden bazı deneyleri yaparak bu maddenin hangi elementleri içerdiğini belirlememiz istensin. Bazı deneyler tasarlayabiliriz. Örneğin, bir başka bizim ne olduğunu bildiğimiz (bildiğimizi varsaydığımız) bir bileşikle tepkimeye girip girmediğine bu tepkimede ne kadar ısı açığa çıktığına, renk değişimleri olup olmadığına bakabiliriz.

Diyebiliriz ki tepkimedeki sıcaklık şu kadar dereceye çıkarsa ve karışımın rengi şuna dönerse bu bileşik şudur. Fakat bu varsayımı oluştururken mevcut fizik ve kimya kuramlarından yararlanırız. Sadece bununla da kalmayız. Kullandığımız deney araçlarının dayandığı kuramları da varsayarız.

Örneğin termometrenin işleyişine ilişkin olarak genleşme, termodinamik vb. pek çok kuramın savlarından yararlanırız. Dolayısıyla, “Testin sonucunda eğer şu sonuçlar elde edilirse, ilgili bileşik şudur.” dediğimizde sadece tek bir varsayımı değil, çok farklı kuramların ve git gide tüm bilimsel kuramların varsayımlarını test ediyor oluruz.

Testin sonucunda istediğimiz sıcaklık ve renk değişimi olursa başlangıçtaki varsayımımızın doğru olduğuna hükmederiz. Ama bunu yaparken diğer tüm varsayımların da doğru olduğunu kabul ederiz. Eğer istediğimiz sıcaklık ve renk değişimi olmazsa başlangıçta varsaydığımız tüm kuramsal önermelerin hangisi ya da hangilerinin aslında yanlışlandığına kolayca karar veremeyiz.

Mantıksal bir yapı içerisinde konuyu şöyle sunabiliriz:

Y: Deneyimizi tasarlarken varsaydığımız yasaların tümel evetlemelerle bir araya getirildiği bileşik önerme

V: Bizim test etmek istediğimiz varsayım

Ö: Deneyin yapılması aşamasındaki özel şartlar (örneğin iki bileşiğin karıştırılıp belli bir dereceye kadar ısıtılması)

G: Sonuçta gözlemlenmesi beklenen durumu ifade eden önerme olsun.

Y ve V ve Ö
Öyleyse, G

Biçiminde bir kanıtlama elde ederiz.

Eğer “Y ve V ve Ö” doğru ise G de doğru olacaktır. G önermesinin deney sonunda doğrulandığını varsaydığımızda “Y ve V ve Ö”nün doğrulandığını söyleyemeyiz. Sadece yanlışlanmadığını söyleyebiliriz.

G önermesinin deney sonucunda yanlışlanması durumunda ise “Y ve V ve Ö” bileşik önermesinin yanlış olduğu sonucuna varırız. Ancak tikel evetleme ile birleştirilen önermelerin hangi bölümünden bu yanlışlığın kaynaklandığına karar veremeyiz.

Bu örnekten de anladığımız gibi, bilimsel önermelerin duyu deneyimiyle karşılaştırılması atomsal bir varsayımın doğruluğuna karar vermekle sınırlandırılamaz.

Quine’a göre karşılaştırmanın bir tarafında duyu deneyimi yer alırken diğer tarafında ise bilimsel önermelerin tamamı yer almaktadır. Quine’ın savunduğu bu yaklaşım bütüncülük ya da holizm (İng. holism) olarak adlandırılmaktadır.

Quine bu yaklaşımını bir başka metaforla aktarmaya çalışır: İnsan bilişi bir inançlar ağı gibidir. Tıpkı bir örümcek ağındaki her bir parçanın diğerleriyle doğrudan ya da dolaylı bir bağ içerisinde olması gibi bizim inanç ve kanaatlerimizin hiçbiri de tek başına değildir. Hemen tamamı dünyayla (duyusal deneyimle) dolaylı bir bağ içerisindedir.

Bu itibarla herhangi bir inancımızda bir değişiklik olması diğerlerini şu ya da bu biçimde etkilemektedir. Quine insanlığın sahip olduğu bilgiyi sınır şartlarını deneyimin belirlediği bir güç alanına benzetmektedir. Bu alanda bazı bilgiler merkeze daha yakın ve bu itibarla duyu deneyimine daha uzakken bazıları ise duyu deneyimine daha yakındır.

Bu resim içerisinde cevaplanması gereken bir sorun ise her biri diğeriyle ilişkili olan bilimsel kuramların, nasıl olup da değişikliğe uğrayacağıdır. Yukarıdaki örneğimizi hatırlayarak sormamız gereken soru şudur: Bir grup kurama (ya da mevcut tüm kuramlara) dayanarak oluşturduğumuz bir varsayımımız bir gözlemle doğrulanmazsa hangi kuramı, ne ölçüde revize etmemiz gerektiğine nasıl karar veririz?

Quine’a göre bu sorunun yanıtı şudur: Bilgisel dizgemizde en az sarsıntıyı yapacak surette değişikliğe gitme eğilimindeyizdir. Quine bunu bir düstur olarak ifade eder ve en az sakatlama düsturu (İng. maxim of minimal mutilation) olarak adlandırır. Öte yandan Quine’a göre hiçbir kuram ya da yasa, değişim sürecinden azade değildir.

Bilimsel devrimler söz konusu olduğunda bu tür radikal değişimler de gerçekleşebilir. Quine’a göre öndeyide bulunma gücümüzü artırdığı ve çoklaştırdığı sürece bilimsel değişim kabul edilebilirdir.

Benzer öndeyilerde bulunan iki farklı kuram söz konusu olduğunda ise Quine’a göre daha basit olanı tercih etme eğilimindeyizdir. Söz konusu bu basit olanı tercih etme kuralı sadece bilimsel kuramlar için değil, sağduyuya dayalı gündelik düşünme biçimlerimiz için de aynen geçerlidir. Quine’a göre, temel unsurları duyumlar olan bir varlıkbilimdense, orta büyüklükte nesneler olan bir varlıkbilimi kabul etmemizin nedeni de basitlik kuralıdır.

Bu varlıkbilimle duyum deneyimindeki karmaşıklıktan kendimizi kurtarıp kendi dışımızdaki nesnelerden bahsedebiliriz. Bu açıdan bakıldığında kendi dışımızda birer nesne olarak bir sandalye ya da masadan bahsettiğimizde, kendi başına var olan şeylerden değil bizim kurduğumuz, bu itibarla da kuramsal nesnelerden söz etmekteyizdir. Ancak bu yaklaşım bir sorun barındırmaktadır.

Quine’ın buradaki akıl yürütmesi, öznel deneyimimizin unsurlarından söz edebileceğimiz özel bir dili olanaklı görür gibidir. Quine daha geç dönem yazılarında böyle bir özel dildense daha nesnel ve kamusal bir yaklaşımı savunmayı tercih etmiştir. Bir başka deyişle, duyu organlarımızın uyarılması neticesinde dünyayla temas ediyor olsak da gözlem önermelerimiz bu uyarımlarla değil kendi dışımızdaki nesnelerle ilgilidir.

Gözlem önermeleri bilgimizi içeren kuvvet alanının sınırlarında bulunmakta ve diğer tüm bilgilerimiz tarafından etkilenmekte ve belirlenmektedir. Öte yandan, dünyayla teması- mızı sağlayan önermeler olarak bilimi nesnel kılan da bu gözlem önermeleridir.

20. yüzyılın başından itibaren felsefenin gelişimine baktığımızda, felsefenin bilimlerden ayrıldığını ve konusunun dil ve dilin mantığı ile sınırlandığını görürüz.

İster mantısal pozitivistler ve erken dönemdeki görüşleriyle Wittgenstein’ı, ister geç dönem görüşleri ile Wittgenstein’ı dikkate alalım, felsefenin metafiziksel olanla ilgili savlarından vazgeçmesi, beraberinde felsefenin ilgi alanında bir daralmaya yol açmıştır.

Felsefe dil hakkında, özellikle bilimin dili hakkında konuşur. Amacı bilgi vermek, sentez yapmak vb. değil, ifadeleri açıklığa kavuşturmaktır. Felsefenin yapabileceği en iyi şey tutarlı bir anlam kuramı ortaya koyabilmektir. Hatta geç dönem görüşleriyle Wittgenstein’ı dikkate alırsak, tek ve bütünlüklü bir dil anlayışı geliştirmek bile olanaklı değildir.

Felsefe işini bitirdiğinde de dünyayı zaten olduğu gibi bırakır. Felsefe 20. yüzyılın ortasına gelindiğinde böyle bir çizgide ilerlemektedir, ancak bu çizgiden bir sapmanın da sinyalleri belirmeye başlamıştır.

Analitik felsefeyi hazırlayan ve etkileyen bir yaklaşım olarak doğalcı ve pragmatist görüşler Peirce ve Dewey gibi filozoflar tarafından savunulmaktaydı. İnsan tıpkı diğer türler gibi, doğanın bir parçasıdır ve doğayla etkileşim halindedir. İnsanlık, elde ettiği bilimsel bilgilerin herhangi bir aşamasında, mutlak bir kesinliğe ulaşamaz.

Farklı ve yaratıcı varsayımları dener, söz konusu varsayımlar sonuç verdiği sürece mevcut bilgi dağarının bir parçası haline gelir. Bu bakış açısının beraberinde getirdiği bir başka yaklaşım ise herhangi bir bilgi türünün ya da bilim dalının diğerlerine bir önceliğinin olmamasıdır.

İnsanların ihtiyaçlarına bağlı olarak arayışları farklılaşır ve sahip oldukları değerlere göre bilgi edinme yöntemleri değişiklik gösterebilir. Bilen ile bilinen arasında ve değerlerle olgular arasında köktenci ayrımlar yapılamaz.

Yukarıda kısaca ifade ettiğimiz bu doğalcı anlayışın felsefeye yüklediği misyon, dilin ve dilin mantığının çözümlemesine dayalı felsefe anlayışından oldukça farklıdır. Bu yaklaşıma göre felsefe, diğer bilim dallarının yapamayacağı kapsamlı ve bütünlüklü bir sentezi gerçekleştirmekle mükelleftir.

Ancak felsefenin bu biçimde yapılabilmesinin önünü açabilmek, dile ve dilin mantığına ilişkin çözümlemeleri esasa yerleştiren felsefe anlayışının kökten bir eleştirisini gerektirmektedir. Tarihin bu noktasında böyle bir eleştiriye soyunan ve bu eleştiriden hareketle söz konusu kapsamlı ve bütüncü bir felsefe anlayışını ikame etmeye çalışan felsefeci Willard Van Orman Quine olmuştur.

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...