Bireye Öncelik Veren Siyasal Kuramlar
Yirminci yüzyılın başından bu yana siyaset felsefesine damgasını vuran kavram, “birey” kavramıdır. Özellikle liberal ideolojilerin birey kavramını savunmadaki başarısı, devlet ve toplumun egemen tanımının da bireyler açısından yapılmasına neden olur.
Liberal kuramcılar açısından tek gerçeklik bireylerdir. Liberalizmin bireyin, her türden sosyal ve siyasal yapıdan önce geldiğine ilişkin inancı, birey anlayışının sıklıkla “soyut bireycilik” olarak tanımlanmasına yol açar. Bu durumda liberal kuramcılar açısından devlet kadar toplum da nominal bir değerdir. Başka bir deyişle, devlet de toplum da ancak tek tek bireylerin özgür iradeleriyle bir arada bulunuşlarıyla açıklanabilir.
Ahlaki ve ekonomik açılardan bireylerin özgür iradelerine dayalı olarak beliren liberal-bireyci kuramlarda devletten beklentinin güvenlikle sınırlı olması, yurttaşların siyasete katılımını ya da devlete karşı ödev üstlenmelerini gerektirmez. Bu nedenle liberal kuramcılar birey olmayla yurttaş olmayı keskin çizgilerle ayırt ederken, bireyin yurttaşlığını -Aristotelesçi gelenekte görüldüğü gibi- varoluşsal değil, seçime bağlı bir durum olarak değerlendirirler.
Yurttaşlığın bir seçim sorunu hâline gelmesi, devletin özel bir sadakat odağı olmadığının da en açık göstergesidir. Devletin neliğine ilişkin çözümlemelerinde antropomorfik anlayışlardan özellikle kaçınan liberal kuramcılara göre, yurttaşların iradesinden ayrı ve onlara üstün bir varlık olarak devleti tasarlama, “(…) siyasi düşünce tarihinde bir tür devlete tapma geleneği”nin parçasıdır (Barry 2003, s. 73).
Liberaller açısından devlet, kurallara bağlı olarak yetkilendirdiği memurların işlemlerinin fonksiyonu olan bürokratik bir mekanizmadır. Başka bir ifadeyle devlet, kendisine ait amaçları olmadığı gibi, birey ve grupların amaçlarını yerine getiren bir araçtan öte anlama sahip değildir.
Liberal kuramcılar, devlete her ne kadar bireylerin toplamından fazla bir değer biçmemiş olsalar da, yine de devletten vazgeçemezler. Onların gözünde devlet, Locke’un deyişiyle “zorunlu kötülük”tür. Devletin kötülüğü bireysel özgürlükleri sınırlamasından, zorunluluğuysa sınırlanmış olan özgürlüğü doğada bulunan halinden daha güvenli kılmasından ileri gelir. Bu açıdan liberal kuramcılar için temel sorun devleti yok etmek değil, sınırlamaktır.
Devletin müdahale gücünün artışı, özgürlükler için bir tehdit unsuru oluşturduğundan, -anayasallık, hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, muhalefet ve basın özgürlüğünün tanınması, direnme hakkı gibi yapılarla- devletin etkinlik alanını sınırlandırmak, liberal düşünürlerin kuramlarında merkezi önem taşır.
Devletin sınırlanışı, özellikle kendi rasyonel seçimlerini yapmakla gerçekleştirilen liberal özgürlük anlayışının sürdürülebilirliğinin de garantisini oluşturur. Liberal kuramcıların özgürlük anlayışı, Isaiah Berlin’in 20. yüzyılın ikinci yarısında yazdığı ünlü “İki Özgürlük Kavramı” başlıklı makalesinde “negatif özgürlük” kavramıyla tanımlanır. Negatif özgürlük, bir kişinin, kişisel isteklerini gerçekleştirmede başka bir kişi, grup ya da kurumun fiziki baskılarına, engellemelerine, zorlamalarına maruz kalmadan eylemde bulunabileceği alanın genişliğini ifade eder (Berlin 1997, s. 393).
Negatif özgürlük tanımı çerçevesinden bakıldığında özgürlük, dışarıdan müdahalenin olmayışıyla ilişkilidir. Bu nedenle devlet, müdahale gücünden dolayı, özellikle klasik liberal kuramcılar için, özgürlüklerin önündeki en büyük engellerden biridir. Ancak bireylerin bütünüyle kendi kaderlerine bırakıldıkları herhangi bir düzende, eşitliğin tesadüflere ya da bireyden kaynaklanmayan bir tarihsel duruma bağlı olarak bozuluşu, liberal kuramcılar arasında adil bir devletin kurulmasının olanakları ve bu adil devletin müdahale gücünün sınırları konusunda düşünce ayrılıkları yaratır. Nitekim liberal kuramın çağdaş savunucularından John Rawls, klasik liberal görüşün bireyler arasındaki adaleti sağlamadaki eksikliklerine dikkat çekerek liberal söylemde içkin bir eleştiriye ve yenilenmeye yol açar.