Aristotelesçilik, Aristoculuk Nedir?
Aristotelesçilik, Plantonculuk ile paralel bir izlenimde, aynı zamansal süreç içinde gelişen bir felsefi eğilimdir. Yeni bir dünya görüşü arayışı içinde Rönesans felsefesi, Platon’a ve Aristoteles’e yönelmiş ve her ikisi de klasik çağın en güçlü düşünürleri olarak ilk felsefeyi kurmaya yönelik büyük isimlerdir.
Aristoteles’in Orta Çağ felsefesinde de çok önemli bir rolü vardır; Aristotelesçilik‘in bir biçimi bu tarihsel dönemde şekillenir. Bu dönemde, özellikle de Skolastik felsefe içinde temel dayanak noktası Aristoteles felsefesidir. Hristiyan dogmaların felsefe ile temellendirilmesini hedefleyen bu dönem felsefeleri, önemli bir kaynak olarak Aristoteles’i bulmuşlardır. Bundan kaynaklı olarak Aristoteles denildiğinde aynı zamanda akla Skolastik felsefe de gelmektedir.
Rönesans felsefesi skolastikle savaşım içinde geliştiğinden dolayı, başlangıçta Aristoteles’e tepkili bir tavır geliştirir; ancak bu dönem felsefesi genel olarak Antik Çağ düşüncesini yeniden değerlendirmeye yöneldiğinden, Aristoteles’i tümden yadsımaz.
Rönesans felsefesinin Aristoteles’le ilgisi, temel yönelimi olan hümanizmayla bağlantılıdır. Hümanizm öncelikli olarak antik çağ felsefesine ait metinlerin orijinal olarak konulmasını ve öyle değerlendirilmesini hedefler. Orta Çağ felsefesinin bu bakımdan Aristoteles’e kattıkları böylece ayıklanmaya çalışılmıştır.
Rönesans felsefesinde Aristotelesçilik, Orta Çağın ve Skolastik felsefenin Aristoteles üzerine eklemelerin ayıklanması biçiminde meydana gelmiştir diyebiliriz. Theodorus Gaza (1400’lü yıllar), Aristotelesçiliğin başlatanlarından olan bir Bizanslı bilgindir.
ARİSTOTELESÇİLİĞİN DÜŞÜNSEL KAYNAKLARI
Aristotelesçilik anlayışının belirli bir akademisi olmamıştır, bu bakımdan Platonizm’den daha farklı yönelimleri söz konusudur.
Hümanistlerin yanı sıra İbni Rüştçüler (Avveroistler) ve Alexandristler olarak adlandırılan akımlar anılmaya değerdir. Birinciler İbni Rüşd’ün Orta Çağ’da Platon etkisinin de işe karıştığı Aristoteles yorumunu temel alıyorlardı. İkincilerse Antik Çağ sonlarında en büyük Aristoteles yorumcusu kabul edilen Aphrodisiaslı Alexandros’a dayanıyorlardı. Bu son iki eğilim Aristotelesçi doğrudan kaynaklardan değil yorumcularından hareketle değerlendiriyorlardı. Rönesans döneminde bu Aristotelesçi yönelimler arasında çelişki ve çatışmalar meydana gelir.
Aristotelesçilik anlayışının merkezi 14. yüzyıldan itibaren İbni Rüşdcülüğün etkili olduğu Padua’dır. Bütün Aristotelesçi kadroların burada toplanması söz konusudur. Bu dönem en büyük filozof Pietro Pomponazzi’dir (1462-1524). Birçok üniversitede görev yapan Pomponazzie, Aristotelesçilik anlayışının merkezi tartışması olan ruhum ölümsüzlüğü konusunda doğalcı-materyalist bir düşüncenin savunusunu geliştirmiştir. “Çifte doğruluk” düşüncesiyle akli olan ile tanrısal olanı ayırmaya çalışmış buna rağmen kilise tarafından aforoz edilmekten kurtulamamıştır.
Rönesans felsefesindeki Aristotelesçilik anlayışının Orta Çağ’dan farkı, din dışı bir yönelimle Aristoteles felsefesini değerlendirmesidir.
RÖNESANS’TA ARİSTOTELESÇİLİK
Rönesans’ın felsefe alanındaki hümanist nitelikli önemli yönelimi Aristoteles’i yeniden keşfetmek olmuştur.
Aristoteles’in eserleri, hümanizma ruhuna uygun olarak, Yunanca orijinallerinden okunup incelendiğinde, Skolastik dünyanın Aristoteles yorumu ile gerçek Aristoteles arasında ciddi ayrılıklar olduğu ortaya çıkmıştır.
“Kilisenin en sağlam temeli sayılan sistemin birçok esaslı noktalarda ondan ayrı olduğu görüldü ve resmi peripatetizme zıt olarak, büyük kısmı laik unsurlardan oluşan özgürlük taraftarı bir Aristoteles okulu meydana geldi.” (Weber, 1993: 187)
Rönesans dönemi Aristotelesçilerinin en ünlüsü kuşkusuz, Petrus Pomponatius olarak da bilinen Pietro Pomponazzi’dir (1462-1525). 1516 tarihli Ruhun Ölmezliği Üzerine (Tractatus de immortalitate animae) adlı yapıtında bireysel ruhların ölmezliği inancının Aristoteles’in ilkeleri ile bağdaşmadığını savunur. Oysa Aziz Thomas dinin bu temel dogmasının Aristoteles’in felsefesine uygun olduğunu öne sürmekteydi. Bu durumda Pomponatius’un hem Aziz Thomas’a hem de dinin bu temel dogmasına kökenden karşı çıktığı söylenebilir.
Pomponatius tüm insanların zihinsel yetkinliğe yetenekli oldukları düşüncesini reddetmekle birlikte ahlaksal yetkinliğin yeryüzünde gerçekleştirilemeyecek bir ideal olduğu görüşüne karşı çıkar. Herkesin kendi işinin gerektirdiği ödevleri yapması, bu konuda yetkinlik olarak anlaşılabilir.
“Vicdanlı ve namuslu bir yargıç, kendi alanında muktedirdir ve kendine özgü mükemmelliğe varmıştır.”
Bu alanda ‘mutlak’ terimini kullanmak gereksiz olacaktır; mutlak yetkinlik salt mutlak varlığa özgüdür.
Erdemin karşılığının sonsuz bir ödül olması, yani cennete gidilecek olması ve yapılan kötülükleri bir cezanın beklemesi fikirlerine dayanarak ruhun ölümsüzlüğünün öne sürülmesini yanlış bulmaktadır. Çünkü erdemlilik çıkar ya da karşılık beklenerek gerçekleştirilemez. Erdemlilik gerçek anlamda bir değer olduğu için gerçekleştirilmelidir. Kötülük de zaten kendi öz cezasını kendi içinde saklamaktadır. Böylece bunlara dışsal bir koşula bağlı olarak varlık kazandırılması tam bir yanılgıdır.
Aristoteles’in kesin bir dille ifade ettiği gibi ruh bedenin bir fonksiyonu ise beden olmadan ruhun olamayacağı açıktır. Bundan, ruhun ölümsüz olmadığı sonucu çıkar. Eğer ruh ölmez değilse bütün dinler yanılıyorlar ve baştan aşağı insanlık kendi kendini aldatıyor. Platon, birçok şeylerde bütün insanların aynı bir ön yargının oyuncağı olduklarını söylemiyor mu? Gene consensus gentium’dan (insanların aynı fikirde olmaları) çıkarılan kanıtın değerini pek az bir şeye indirgemiyor mu? Nihayet ölülerin görünmesi, yeniden dirilmesi ve hortlaklara gelince, gelecek hayat lehindeki bu türlü kanıtlar, safdilliğin yardım ettiği hayal gücünün fevkalade kudretinden başka bir şeyi ispat etmezler (Weber, 1993: 189).
Bunun sonucu olarak da büyücülük, ruhların çağrılması, doğaüstü güçler gibi şeyler tümüyle anlamsız ve batıl şeyler olmaktadırlar. Bu görüşlerinin ışığında, Pomponatius, Büyüler Üzerine adlı yapıtında eşyanın doğal bir düzeni olması nedeniyle her türlü mucizeyi yadsıma yoluna gitmiştir.
Engizisyonun hışmından kurtulabilmek için İsa ve Musa’nın mucizelerini kabul ediyor gibi görünse de bunları doğal yollarla açıklamaya çalışmakta ve bunu yaparken yine Aristoteles’in otoritesine başvurmaktadır. Böylece bunları da dolaylı yoldan yadsımış olmaktadır.
Kader Üzerine adlı yapıtındaysa Tanrı’nın önceden her şeyi bilmesiyle, ahlaksal özgürlük öğretilerinin birbirleriyle çelişik olduğunu göstermeye çalışmıştır. Çünkü eğer Tanrı her şeyi önceden görerek belirlemişse, o zaman insanların özgür istence sahip olduklarından söz edilemeyecektir; ama eğer insanlar özgür istence sahip iseler o zaman da Tanrı insanların hareketlerini arkadan izleyecek ve bir bakıma yaratılmış olana tabi olacaktır.
Bu durum Tanrının sonsuz gücü ve bilgeliği ile bağdaşır görünmemektedir. Gerçekte tüm bunları üstü kapalı olarak belirtme yoluna gider ve kilise ile bozuşmamak adına, “mantık Tanrının önceden belirleyiciliğinden yanadır” demek zorunda kalır. Böylece kendisi de bir çelişkiye sürüklenmeyi göze almış görünür. Bu bağlamda, iyilik de kötülük de Tanrıdandır diyerek skolastik nominalizme karşı çıkmıştır. Görüldüğü gibi Pomponatius, Rönesans dönemine uygun hümanist ve yenilikçi bir ruhla, Skolastiğin mantık dışı dogmalarını Aristoteles’in özgün felsefesiyle bağdaşmazlıkları yönünde çürütme yoluna gitmiştir.
Pomponatius’a göre mutlak yetkinlik mutlak varlığa has olsa da işinin gerektirdiği ödevleri yapan her insan ahlaksal yetkinliğe erişebilir.
Hazırlayan: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Ömer YILDIRIM’ın Kişisel Ders Notları. Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf “Felsefeye Giriş” ve 2., 3., 4. Sınıf “Felsefe Tarihi” Dersleri Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı