Arthur Schopenhauer modern eğitimden neden nefret ederdi?
Arthur Schopenhauer’in modern eğitime dönük eleştirilerinin çoğunun bugün de geçerliliğini koruduğu inkâr edilemez.
Schopenhauer, akademik yazının basite indirgenmiş ve kolay erişilebilir olması gerektiğine inanıyordu. Bu bugün için de geçerli bir eleştiridir. Uzun alıntılar ve aşırı karmaşık bir dil, metinlere sahte bir otorite kazandırır.
Schopenhauer’in eğitime bakışı kendi kötü akademi deneyiminden etkilenirken akademik dünyada nasıl yol alınması gerektiğine dair de faydalı ipuçları içerir.
Alman filozof Arthur Schopenhauer mezarından kalkıp da günümüzün herhangi bir temel bilimler üniversitesine* kaydolacak olsaydı büyük ihtimalle giriş derslerini bile geçemezdi. Bu onun öğretmenlerinden hiçbirinin dediklerini anlayamayacağından değil -ki Schopenhauer akıcı olarak İngilizce, Almanca ve Fransızca konuşuyordu-, daha çok onları dinlemeyeceğinden kaynaklanırdı.
Schopenhauer, felsefi sorgulamanın nasıl yapılması ve bunun nasıl ifade edilmesi gerektiği konusunda kendisini meslektaşlarından uzaklaştıran çok etkili fikirler geliştirdi.
Daha da önemlisi Schopenhauer, alıntıların akademik metinlerde yeri olmadığına inanıyordu. Kaynak kullanma ve kaynak gösterme uygulamasının argümanlara yalancı bir güven duygusu yüklediğini ve başkalarının fikirlerini ödünç almanın, yazarın kendi becerilerini geliştirebilmesinin önüne geçeceğini düşünüyordu. Schopenhauer; kendinden önce yaşamış olan Platon ve Aristoteles’ten Immanuel Kant’a kadarki birçok filozof gibi, kendi en önemli yazılarını diğer yazarlardan alıntılayarak değil, mantıksal düşünme ve hatta yalnızca mantıksal düşünme yoluyla inşa etmişti.
Schopenhauer, bu yöntemin daha etkili sorgulamalara yol açtığını iddia etti ve bu konuda pek de haksız değil.
Ne yazık ki modern eğitim onun bu değerlendirmesinden çok uzaklaşmış görünüyor. Kaynak kullanma ve kaynaklara atıfta bulunma ihtiyacı her öğrencinin kafasına işlenmiş durumda. Hatta bazen öğrencilere “kaynakça” sayfalarının nasıl oluşturulacağını öğretmek, ortaokulda başlıyor.
Uzmanlara güvenmek ise genel olarak yapmamız gereken bir şey olsa da aynı zamanda bizim kendi başımıza düşünebilmemizin de önünü tıkar.
SADELİK ve ÖZGÜNLÜK
Schopenhauer, “On Style” başlıklı bir makalesinde şöyle diyor:
“Okunmaya değer tek yazar, doğrudan kendi kafasındaki malzemeden yola çıkarak yazan yazardır. Ancak kitapçılar, inceleme yazarları ve alelade tarihçiler malzemelerini doğrudan kitaplardan alırlar; böylece içeriği hem bedavaya getirir hem de süzgeçten bile geçirmeden yazıya dökerler. Bu yüzden genellikle ifadeleri o kadar belirsiz bir anlam taşır ki onların ne düşündüklerini anlamak için kapasitemizi zorlamamız gerekir. Onlar açıkçası hiç düşünmüyorlar.”
Schopenhauer haddizatında alıntılardan hoşlanmıyor değildi, öyle ki kendi kitaplarında da ara sıra alıntılar kullanmıştı. O daha çok başka akademisyenlerin alıntıları kullanma biçimini beğenmiyordu. Yabancı kaynaklara, bu kaynakların anlamını ve uygunluğunu gerçek anlamda gözden geçirmeden başvururlardı. Amaçları argümanlarını desteklemek değil, argümanlarını desteklenmiş gibi göstermekti.
Saygın yazar ve düşünürlerin alıntılarıyla tıka basa doldurulmuş olan bir kitabı veya makaleyi okurken, bu saygın insanlara hâlihazırda duyduğumuz güven duygusu o anda okuduğumuz metne de yansıtılır ve o metne hak etmediği bir inanılırlık havası kazandırılır. Yine de akademisyenlerin entelektüel bir sis perdesi yaratabilecekleri tek araç alıntılar ve farklı kaynaklar değildir.
Schopenhauer yazarların dili kullanma biçiminden de şüphe duyuyordu. Schopenhauer’ın döneminde çoğu felsefi metin şeffaflıktan anlaşılmazlık derecesinde uzaktı. Bunlar yalnızca çok az sayıda okuyucunun, içinde nasıl gezilebileceğini bildiği anlamsal labirentlerdi. Bu metinler disiplinler arası bir ağız ve kendine özgü terimlerle doluydu; dil bilgisi açısından dolambaçlı ve uzun cümleler ile telaffuzu en zor olan sözcükler kullanılarak oluşturulurdu.
Bu ağız ve incelikten yoksun anlatım biçimi bazen özellikle karmaşık fikirleri ifade etmek için gerekli olabilirken Schopenhauer çağdaşlarının düzenli olarak bazı şeyleri gerçekte olduğundan daha karmaşık hâle getirdiğine inanıyordu. Böylece yalnızca nüfusun büyük bir bölümünü öğretilerinden uzak tutmakla kalmıyor, aynı zamanda okuyucuları metni anlayamayacak kadar cahil olduklarını düşünmeye yönlendiriyor ve anlıyormuş gibi yapanlara da hayranlık duyulmasını sağlıyorlardı.
Aynı makalede Schopenhauer şöyle yazıyor:
“Bir yazarın sahip olduğu zekâdan fazlasını açık açık gösterme çabasından daha fazla kendini korunması gereken hiçbir şey yoktur. Ayrıca her gerçek düşünür, fikirlerini olabildiğince saf, apaçık, kesin ve mümkün olduğunca basit bir şekilde ifade etmeye çalışır. Bu nedenle gösterişsizliğe her zaman sadece hakikatin değil, aynı zamanda dehanın bir simgesi olarak da bakılmıştır. Üslup kendi güzelliğini, ifade edilen düşünceden alır; oysa düşünüyormuş gibi yapan yazarların düşünceleri, sadece üslubundan dolayı güzel düşünceler olarak kabul görür. Üslup yalnızca düşüncenin gölgesidir; belirsiz ve kötü bir üslupla yazmak, kof veya bulanık bir akıl anlamına gelir.”
SCHOPENHAUER’İN ÜNİVERSİTE İLE ÇATIŞMASI
Schopenhauer’in akademik eğilimlere duyduğu şüphe, muhtemelen akademiyle ilgili çoğunlukla olumsuz olan kendi deneyimlerinden kaynaklanmıştır.
Genç Schopenhauer, “İstenç ve Tasarım Olarak Dünya” isimli kitabı istediği etkiyi yaratmayınca 1820’de Berlin Üniversitesinden aldığı öğretim üyeliği görevini kabul etti. Burada derslerini inatla, fikirlerine şiddetle karşı çıktığı ve fakat kendisinden daha tecrübeli ve çok daha ünlü bir filozof olan Friedrich Hegel’in dersleriyle aynı saatlere koydu.
Schopenhauer’in gözünde Hegel, bir okula ayak basmış en büyük şarlatandı; okuyucuları düşüncelerindeki yanlışları fark edemesin diye son derece karmaşık ve göndergesel bir tarzda yazan biriydi.
Hegel’in fikirleri ve yazım tarzı hem akademisyenler hem de öğrenciler tarafından uzun süre sıklıkla küçümsendi. Fakat Hegel 19. yüzyılın başlarında şair Johann Wolfgang von Goethe ile dayanışması sonucunda nasıl olduysa tüm Avrupa’daki en nüfuzlu filozof hâline gelmişti.
Hegel’in diğer akademisyenlerden aldığı övgüleri gıptayla seyreden Schopenhauer, kendini bir yarışın içine girmekten alıkoyamadı. Hegel kendisinin ilerici fikirlerinden rahatsız olan yöneticilerle mücadele ederken Schopenhauer okulun insan kaynakları görevlilerinin dikkatini çekebilmek için apolitik bir görüntü çizmekle meşguldü. Hegel’le -tamamen gereksiz olsa da- hararetli bir tartışmaya girerek kendi okuma sınavını bile yarıda kesti.
Schopenhauer, derslerini Hegel ile aynı zamanda yapmasına rağmen öğrencilerini baş rakibinden uzaklaştırmayı başaramadı. Hegel derslerini tıklım tıklım dolan bir konferans salonunda verirken Schopenhauer, “İstenç ve Tasarım Olarak Dünya”nın incelemesi etrafında dönen dersine ironik bir şekilde sadece beş kişinin kaydolduğunu görünce şok oldu.
Schopenhauer birkaç dönem geçmesine rağmen öğrenciler arasındaki popülaritesini arttıramadığı için ders vermekten vazgeçti. Sadece Berlin Üniversitesindeki işini bırakmakla kalmadı, öğretim üyeliğini tamamen hayatından çıkardı.
Tüccar olan babasından miras kalan sermayeyi kullanarak kendi bağımsız çalışmalarını ömrü boyunca finanse edebildi. Bu dönemde kaleme aldığı metinleri çoğunlukla “İstenç ve Tasarım Olarak Dünya”ya ek bölümler olarak hazırladı ve bunu para kazanmak ya da statüsünü yükseltmek için değil, kendi kendini geliştirmek için yaptı. Hem de bu metinleri kendisinden başka birinin daha okuyup okuyamayacağını bile bilmeden…
BAĞIMSIZ ÇALIŞMALAR
Schopenhauer üniversite dersliğini yatak odasıyla değiştirdi ve ardından felsefi bakış açısı da bu yeni çevreyle birlikte değişti.
“Benim sükûti felsefem yalın, karşılık bulmamış, dışlanmış ve çoğu zaman baskıya uğramış gerçeklere sahiptir ve ne sağa ne de sola dönerek doğruca bu gerçeklere yönelir.”
Schopenhauer daha önce de en iyi araştırma sonuçlarının kişinin kendi akıl yürütme yeteneğine güvenmesinden çıkacağını savunmuştur. Gerçekliğin doğasına ilişkin her türlü hakikate ulaşabilmek için önce kendinizi o gerçeklikten uzaklaştırmanız gerektiğini öne sürerek tamamen bir münzevi yaşamını benimseyecek kadar da ileri gitmiştir.
Schopenhauer’in akademik kurumlara ve onların katı kurallarına yönelik eleştirileri, kesinlikle bu kurumlarda yaşadığı tecrübelerden de etkilenmiştir.
Onun makaleleri, bazen dar görüşlü ve hatta nifak yüklü olsa da yine de konu akademik dünyada yön bulmaya geldiğinde işe yarar ipuçları içermiştir.
John Stewart’ın “Schopenhauer’s Charge and Modern Academic Philosophy” adlı makalesinde işaret ettiği gibi, üniversitelerde kurumsal olarak filozof istihdam etme anlayışı nispeten yenidir. Dahası, Descartes ve Hume da dâhil olmak üzere tarihin en büyük filozoflarından bazıları hiçbir üniversitede çalışmamış, bunun yerine kendilerini bağımsız çalışmalara adamışlardır.
Biz okuyuculara gelince… Bir yazara yetkin bir kişiden alıntılar yapıyor diye her zaman ve hemence inanmamalıyız. Bildiğimiz gibi alıntı çok farklı bir noktayı vurgulayabilmek için orijinal bağlamından çıkarılmış olabilir veya metni süslemek için de kullanılabilir.
Etraflıca düşünmek ise yanıltıcı olmayacaktır.
Bu makale, Sosyolog Ömer YILDIRIM tarafından www.felsefe.gen.tr için çevrilmiştir.
Kaynak metin: Why Arthur Schopenhauer would have hated modern education
Çeviri: Sosyolog Ömer YILDIRIM
* Orijinal metinde “liberal arts college” olarak geçen ve genel bilgi sağlamayı amaçlayan; sanat, beşeri bilimler, doğa bilimleri ve sosyal bilimler alanlarında ortak eğitim veren okulları anlatan ifade (Çevirmenin Notu).