Varoluşçuluğun Temel Kavramları
Varoluşçuluk, şimdi ve burada var olanın, tüm var olanı kapsayan bir yapıdan önce geldiği konusunda uzlaştırabildiğimiz ancak bu türden kapsayıcı bir yapıyı önceden varsaymadıklarından teorik olarak kolaylıkla gruplayamadığımız felsefi bir akımdır.
Bu akım en üst noktasına İkinci Dünya Savaşı ve sonrasındaki yıkım karşısında bir tepki olarak ulaşmıştır ancak kökenleri Kierkegaard ve Nietzsche’ye kadar dayanır. Varoluşçu olarak adlandırılan filozoflar arasında en göze çarpanlar José Ortega y Gasset, Karl Jaspers, Martin Heidegger, Gabriel Marcel ve Jean Paul Sartre’dır.
Varoluşçu her düşünür farklı yönlerden farklı biçimlerde çok detaylı çalışmalar yapmıştır ve bunların birliğini burada sunmak söz konusu olamayacağından ötürü bağlamımıza uygun bir biçimde genel olarak tüm varoluşçuların tartışmaları üzerinden yürüdüğü kavramları ele alarak genel bir çerçeve çizmek, konunun anlaşılabilmesi için daha iyi olacaktır.
Konu Başlıkları
İnsan
Varoluşçular genel olarak insanların özgür iradesi olduğunu ve kararlarının sonuçlarından sorumlu olduklarını savunurlar. Bu, toplu bir hareket gerçekleştirseler bile geçerlidir. Toplu bir hareket içerisinde her bir birey kendi özgür iradesi uyarınca hareket eder ve her durumda bunların sorumluluğunu kendisinde taşır. Bunun yanı sıra dünya insanlığın bu durumuna karşı kayıtsızdır. İnsanların değerleri doğada bulunmaz ve doğa herhangi bir şekilde bu değerleri doğrulamak veya gerçekleştirmek üzere bir çalışma yürütmez. İnsanlık bu bakımdan yalnızdır. Her ne kadar kendi değerlerini dünyada görmek istese de dünya ona bunu vermez ve bu bakımdan değerleri kendisi dışında bir yere bağlanamaz ve sağlam bir temelden yoksun olduğu için aslında tamamı absürddür.
Var Olma
Varoluşçu filozoflar, var olanın özsel olandan önce geldiğini savunur. Bütün varlığı aklın kuşatmasına maruz bırakmış olan Kartezyen düşünceye bir reaksiyon olarak ortaya çıkan bu varoluşçu düşünce, filozofun tüm rasyonel yapısının önce bir var olan olduğunu ve tüm dünyanın akli ilkeler altında işleyen bir makineden önce, saf olarak bir var olan olduğunu kabul eder. Somut, şimdi ve burada veya olumlu olanın birincil plana getirilmesi, soyut olan, şimdi ve burada olmayan ya da olumsuz olanın ikincil plana itilmesi anlamına gelir. Diğer bir deyişle felsefede genel bir tavır olarak tüm somut oluşun, soyut bir kurulum altına indirgenmesi fikri bu düşünce tarafından reddedilir. Bütünü kuşatan, genel geçer, a priori olan, soyut bir öz yoktur. Bu bakımdan felsefe, birincil olarak var olandan yola çıkmalıdır, başlamalıdır.
Özne
Varoluşçulukta vurgulanan var olma durumunun, şimdi, burada ve somut olanı temele aldığını yukarıda belirttik. Bu aynı zamanda var olan özneyi işaret eder. Varoluşçular öznenin var olmayan yani soyut ve olumsuz biçimini de ikinci plana atar ve yaşayan bir özneyi konu edinirler. Bir yandan öznenin deneyiminde ortaya çıkan dünya diğer yanda bu dünya içerisinde kendi yolunu çizmeye çalışan bir özne vardır. Özne hep bir durum içerisine, eylemlerine karar vermeye çalışan bir yapıda görünür. Yani varoluşçular için insanın özkurulumunu gerçekleştiren kendisi olumsuz bir yapı olmadığından ötürü, özne her daim şeyler ve insanlar ile dolayımı içerisinde bir var olan olarak bulunur.
Özgürlük
Özne, dünyadaki diğer şeylerden bilinç ve irade sahibi olmakla ayrışır. Bilinç ve irade, bunların deneyiminde yani seçimde ortaya çıkar. Seçimin deneyimi öznenin varoluşudur. Bu seçimi belirleyecek bir olumsuz özneden bahsetmekten kaçındıklarından ötürü, eylemleri belirleyen apriori pratik yasalılıktan da bahsedilemeyeceğini savunurlar. Onlar için insan özgürdür ve eylemlerini belirlemekte verdiği her karar ve bu kararın dayandığı her seçim bu seçimin yapıldığı ve kararın verildiği anda tekrardan kurulmalıdır. Yani insanın özsel yapısı gereği ona verilmiş bir hareket biçimini kabul etmezler ve her bir eylemin ona yol açacak bir kararın sonucu olduğunu savunurlar. Bu noktada insan varoluşu kendisine önce gelen bir öz tarafından belirlenmemiş olduğundan ötürü, kendi özünü her seferinde kendisi kuran bir rol oynar.
Öznenin diğer nesnelerden ayrışabilmesi için gerekli olan bilinçliliği ile her zaman bir durumda bulunuyor oluşunun bir arada düşünülmesi gerekir. Öznenin seçimlerini yapmaktaki özgürlüğü bir yandan var olmayan hâline gelmiş geçmişteki varoluşlarına ihtiyaç duyar. Ancak bir yandan da bu onun özgürlüğünü sınırlar. Yani insanın olgusal durumu onun bir yandan özgür olabilmesinin koşuludur, diğer yandan da onun özgürlüğüne getirilmiş bir sınırdır. Geçmişten geleceğe giden bir yaşam içerisinde özne geçmişini göz önünde bulundurarak geleceğe dair tasarımları ile birlikte ‘şimdi’sini kurar. Değer verdiği şeylerin belirlenmesi açısından geçmiş yaşantısı kendisini ortaya serer. Ancak her ne kadar geçmişten getirdiği değerleri olsa da insan bunları her an yeniden tasarlar ve bunları tekrardan değiştirebilir, eskiden değerli olan şeyler artık değersiz olabilir. Değerlerini değiştirebilse bile yapmış olduklarını değiştiremez. İnsan kendi seçimlerinin sorumluluğunu almak durumundadır ve ancak böylece ‘kendi’liğini oluşturabilir. İnsan özgürlüğü tam da yaptıklarının sorumluluğunu üstlenmesi ile kendini bir yere oturtur. Çünkü ancak bu şekilde bir kendilikten bahsedebilir.
Otantiklik
Varoluşçuluk açısından kendini kurmanın temel kavramı otantikliktir. Otantiklikten anlaşılan, öznenin kararlarının karşısında edilgin bir duruma düştüğü bir sabitlikten kaynaklanmayan ve onun kendi etkin seçimi ile özgürce yapabilmesi anlaşılır. Aynı zamanda olgusallığı her ne kadar insanın özgürlüğü için bir koşul olsa da seçimlerinde etkin değildir, seçimleri olgusallığı yapmaz, bizzat kendi özgür iradesi ile tüm seçimlerini yapar. Bu noktada olgusallığının getirmiş olduğu değer sisteminin kendine özgülüğü ön plana çıkar, bunları kendisinin bilinçli bir biçimde üstlenip üstlenmediği sorusu karşısında özne bilinçli bir biçimde üstlenme çabasına girerse, bunun sonucunda otantik bir yaşama kavuşur.
Otantik olmama durumu öznenin seçimlerini belirleyenin onun etkin bilinci değil de dışsal bir yasalılık olmasıdır. Örneğin bir erkeğin, “Erkek adam ağlamaz.” türünden bir maksimini ele alırsak, bu erkeğin eğer kendi etkin değerlendirmesinden geçmeden sadece çocukluğundan beri düşüncesine bu şekilde kodlanmış olduğundan ötürü eylemlerine yansıyorsa ve ağlamasını engelliyorsa, bu otantik olmayan bir eylemidir. Ancak bu maksimi kendi yaşantısı içerisinde kendi değerleri üzerinden bir yere oturtmuşsa ve bunu dışsal bir belirlenim üzerinden gerçekleştirmiyorsa, o zaman bu türden eylemleri otantik eylemler olacaktır.
Absürdlük
Doğa insana bütünüyle kayıtsızdır. İnsan kendi verdiği değerleri dünyada arasa da bulamaz. Çünkü değerler zaten kendi özkurulumunun bir sonucudur. Doğanın bu kayıtsızlığı insanın değerlerini sağlam bir zemine bağlamaya çalışması ile bir araya geldiği zaman insan için çıkılamaz bir yol çizilir. İnsanın tüm değerleri absürddür. Absürdlük, insanın kendi değerlerini dünyada araması ve dünyanın ona bu konuda herhangi bir şey söylememesidir. Öznenin kendi amaçlarını sorgulaması, onlara daha üst bir amaç bulması ile sonuçlanır. Ancak bu ilk amaçlarından daha üst olan amaçların sorgulanması, ancak daha da üst bir amaca ulaşmayla tatmin olacaktır ve bu sonsuza kadar gidebilir ve bu arayışında bir diğerine ihtiyaç duymayan bir sabit bulamaz.
Kendi amaçlamasının saçmalığı karşısında ve doğanın da bu konudaki sessizliği ile birlikte, insan kendi değerlerini bir yere oturtamaz. Bu iki farklı çıkışa sebep olabilir; ya tam da bu absürdlüğün insan özgürlüğünün temel sebebi olduğu savunulabilir, ya da bir sabit bulunarak aşılabilir. Varoluşçular bunların her ikisini de savunmuşlardır. Sonuncusunu savunan varoluşçular, bu sabiti ölüm olarak almıştır. Ölüm karşısında insan kendi hayatının sınırlılığını fark ederek bu sınırlılık içerisinde değeri oluşturur. Örneğin, bir müzisyen ölümsüz olsa yarattığı şarkının üzerinde sonsuza kadar oynayabilir, tekrar tekrar düzenleyebilir ve hiçbir zaman bitirmesine gerek kalmaz. Ancak ölümün sınırlandırıcılığı karşısında bir yerde karar vermeli ve durmalıdır, bu noktada kararı değer kazanır, çünkü bir etkisi vardır.
Angst
Angst, somut bir nesne üzerinden ortaya çıkmayan, nesnesiz korkudur. Korku genellikle bir nesne üzerine odaklanmış, bir şeyden duyulan korkudur. Ancak angst tüm nesnelerden ayrışmış, tam da nesnesiz kalmış olmanın verdiği korkudur. Hayatının manasızlığı ile karşılaşmış olan insan, yapacağı hiçbir şeyin bir manası olmamasından ötürü ne seçim yapacağını bilemez duruma gelir. Bu durumda herhangi bir nesnesi olmayan bir korku duymaya başlar; işte bu angsttır.
Angst, hayatın anlamsızlığı karşısında insanın hissettiği çaresizlik ve umutsuzluk duygusudur. Aynı zamanda da insanın kendi özgürlüğü karşısında ortaya çıkan bir histir. İnsanın tüm seçimleri herhangi sabit bir üst amaç bulunamadığından ötürü kendi özgürlüğünden kaynaklı ve kendi sorumluluğu altındadır. Bu noktada insanın yapacağı herhangi bir seçim herhangi bir yere dayandırılamadığından ve insanın tüm değerleri kendi özüretiminin sonucu olduğundan ötürü insanın kendini öldürmesi bile mümkündür ve insanın özgür seçimi altında ortaya çıkabilir. Nesnesi olan bir korku karşısında insan ondan korunmak üzere önlemler alabilir ancak herhangi bir nesnesi olmayan angst durumunda yapılabilecek herhangi bir şey yoktur. Angst insanı hiçbir yerde, hiçbir kimse hâline getirir.
İntihar ve Çaresizlik
Varoluşçular açısından intihar etmenin olanağı insanın kendi özgürlüğü karşısında duyduğu angst’ı ortaya çıkartır. Varoluşçuluk bunu insanın çaresizliği ile birlikte düşündüğümüzde insanın intihar yöneliminin bilinçaltında sürekli bir olasılık olarak bulunduğunu kabul edilmesini gerektirir. Çaresizlik, insanın kendini üretmesi ile birlikte kendisini tanımladığı şeylerin her an yitebilecek şeyler olmasının karşısındaki durumudur. İnsanın kendisini üzerinden tanımladığı şeylerin dışsal şeyler olması ve yitirilebilir durumda olması insan için kalıcı bir çaresizlik yaratır ve bunu ancak yitirilebilir olmayan bir şey üzerinden kendisini tanımlayarak aşabilir. Ancak varoluşçular için insanın her daim olgusal olduğundan ve hiçbir sabite kendisini bağlayamadığından bahsedilmişti, bu göz önünde bulundurulduğunda insanın kendisini her zaman dışsallığı içerisinde tanımlaması gerektiği görülür. Bundan dolayı insanın hiçbir durumu yoktur ki bu çaresizliği aşabilsin.
Derleyen: Sosyolog Ömer YILDIRIM