Felsefe hakkında her şey…

Küreselleşme ve Devlet

10.05.2020
1.017

Öncelikle küreselleşme dendiğinde ne anlaşılması gerektiğini ele alalım. Bunu beş madde altında ele almak mümkündür:

İlk olarak bilgi teknolojilerinin gelişiminden ve küreselleşmeye sağladıkları altyapıdan bahsetmek gerekir. Enformasyonun çok hızlı dolaşabildiği bir dünya, hiç şüphesiz ki mal üretiminden ticarete kadar birçok alanda işlevleri hızlandırmış durumdadır. Bugünün finansal ekonomisi mevcut enformasyon aktarım teknolojileri olmaksızın var olamazdı.

Başka bir örnek ise hizmet üretiminden verilebilir. Bugün için örneğin ABD’de sağlık hizmeti veren hastaneler, MR gibi görüntülü teşhis sonuçlarını internet üzerinden Hindistan’a anında gönderebilmekte ve orada raporunun oluşturulmasını sağlayabilmekteler. Bu örnek anlamlıdır, zira bir yandan bilgi ve enformasyonun dolaşım kolaylığını göstermektedir, diğer yandan da bu kolaylığın neye yaradığını. ABD’deki hastaneler bunu maliyeti düşürmek için yapmaktadır zira Hindistan’da doktorlar MR yorumlama işini daha uygun fiyatlara yapmaktadırlar. Başka bir deyişle küreselleşme ve teknoloji objektif gelişmeler değillerdir: Kazanan ve kaybedenleri vardır.

İkinci olarak uluslararası sistem içerisinde farklı aktörlerin ortaya çıktığından bahsetmek gerekir. Üretim ve ticaretin giderek daha küresel ölçeklerde yapılır olması şirketleri de giderek küreselleşmenin birer aktörü hâline getirmiştir. Özellikle bazı ulus-devletlerin gayrı safi milli hasılalarından dahi daha fazla bütçeye sahip olan devasa çokuluslu şirketler dünya ekonomisinin işleyişini ciddi biçimde belirler hâle gelmişlerdir. Çokuluslu şirketler bir yandan üretimi tüm küreye yayarak, literatürde “küresel meta zincirleri” olarak isimlendirilen ve ulusal sınırları aşacak şekilde işleyen entegre üretim sistemleri oluşturdular, diğer yandan da özellikle ticareti büyük oranda ellerine aldılar. Bazı istatistiklere göre dünyada ürünlerin %40’ı çokuluslu şirketler tarafından üretilirken uluslararası ticaretin %70-80’i yine onlar tarafından gerçekleştiriliyor.

Üçüncü etken olarak, hem ticaret kuralları hem üretime dair standartların giderek ortaklaşması ve en önemlisi de finansal piyasaların sıkı bir şekilde küresel çapta entegre edilmeleri üzerinden ülkelerin ekonomik entegrasyonlarının insanlık tarihinin en üst seviyesine çıkmış olduğundan bahsetmek gerekir. Bugün için uluslararası ticaretin ve finans hareketlerinin geçmişe kıyaslandığında inanılmaz boyutlarda olması bu entegrasyonu sağlıyor. Sermaye hareketleri önündeki her türden engelin kaldırılması ile birlikte, bu hareketlerin sürekliliği açısından ulus-üstü diyebileceğimiz bir alan oluşmuş durumda. Başka bir deyişle, gerek üretim gerek finans alanında sermayenin rahat dolaşabilmesi için ulusal piyasalar giderek bir küresel piyasanın yerel ayakları hâline geliyorlar.

Dördüncü olarak küreselleşme aslında paralel bir biçimde ekonomik bloklar ve alt bölgeler yaratıyor. Avrupa Birliği’nin yanı sıra Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA), Latin Amerika ticaret bloğu olarak Mercosur ve Güney-Doğu Asya Ulusları Birliği gibi bölgesel anlaşmalar ve kurumsallaşmalar küreselleşme sürecine paralel bir şekilde gelişiyorlar.

Son olarak da küreselleşmenin adeta bekçileri diyebileceğimiz kurumların öneminin giderek arttığından bahsetmek gerekiyor. II. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşturulan ve Bretton Woods kurumları olarak da bilinen Dünya Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası, özellikle azgelişmiş ülkelerin küreselleşmenin taşıyıcı zemini olan serbest piyasa ekonomilerine dönüşmeleri için temel organlar hâline gelmiş durumdalar. Bunların yanı sıra muazzam seviyelere ulaşan küresel ticaretin kurallarını koyan ve uygulayan Dünya Ticaret Örgütü ticareti serbestleştirmek konusunda küresel otorite durumundadır. Serbest piyasanın bu üç temel kurum üzerinden küreselleştiğini ve bugün ekonomik küreselleşme olarak bildiğimiz duruma ulaştığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Tüm bu etkenler ulus-devletleri nasıl ve ne yönde etkilemektedir? İlk etapta olumsuz etkilediğini söylemek elbette mümkündür. Serbest piyasanın kuralları ulus-devletlerin iç hukuklarının üzerinde etki göstermekte, ulus-devletler sermaye hareketleri karşısında savunmasız kalmakta, çokuluslu şirketler yatırım açısından ulus-devletleri dize getirmekte, küresel ticaretin kuralları galebe çalmakta ve en önemlisi de IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşların serbest piyasaya yönelik koyduğu koşullar özellikle azgelişmiş veya gelişmekte olan ülkeler için neredeyse bir anayasa hâline gelmektedir.

Aslına bakılırsa literatürde de konu “yeni anayasacalık” veya “yeni ekonomik anayasacılık” başlığı altında tartışılmaktadır. Yeni anayasacılık, devlet yapılarını kısa devreye uğratan ulus-üstü ağının bir tür amentüsü olarak anlaşılabilir. Bu elbette bildiğimiz anlamda siyasi, yazılı bir anayasa değil, daha çok küresel ekonominin geçerlilik kazanan kurallarının bütününe gönderme yapan bir metafordur. Ekonomik anayasacılık yeni küresel ekonominin hukuki yapısını oluşturmayı hedeflemektedir. Bu anlamda ekonomik anayasacılık piyasaya, kendi kural, prosedür ve kurumlarıyla, onu devlet müdahalesinden koruyacak bir anayasal düzen muamelesi yapma girişimi olarak görülebilir. Ekonomik anayasacılık bu hâliyle, belirli tarzda bir devlet organizasyonu ve yapısını talep etmektedir: amacı piyasa düzenini korumak olan düzenleyici bir devlettir.

Belirtildiği üzere Bretton Woods kurumları, NAFTA ve Avrupa Birliği gibi bölgesel kuruluşlar, Dünya Ticaret Örgütü gibi çok taraflı anlaşmalar yeni küresel anayasanın bileşenleri olarak ön plana çıkmaktadırlar. Yeni ekonomik anayasacılık, serbest piyasa sisteminin küresel bir bağlamda inşasını hedef almakta ve bu anlamda merkezine uluslararası rekabetin derinleştirilmesi, esnek sermaye birikimine yönelik imkânların geliştirilmesi ve sermaye birikimi sürecini ulus-devlet sınırlarından ulus-ötesi bir bağlama taşınmasını koymaktadır. Küresel piyasa disiplininin ayaklarını oluşturan bu hususlar, devlet yapılarının küresel ekonomiye bağlanabilmek için uyumlanmak durumunda oldukları şartlarını ortaya koymaktadırlar.

Daha önce bahsedildiği üzere liberal demokratik rejimler açısından hukukun üstünlüğü en temel ilkelerden birisidir. Hukuk, halk iradesinin tecellisi olan parlamentoda, halk iradesini temsil edenler tarafından aleni tartışmalar üzerinden üretilir ve bağımsız mahkemelerce uygulanır ve denetlenir. Ekonomik küreselleşmenin ulus-devletler üzerindeki etkileri bu türden bir hukuk devleti yapısını by-pass edici niteliktedir. Küresel kuruluşlar ve bu kuruluşlarda etkin olan gelişmiş ekonomilere sahip ülkeler, gelişmekte olan ülkelere bazı ekonomik kararları dayatabilmekte, bunu da ellerinde bulundurdukları ekonomik zor ve ikna mekanizmaları üzerinden yapmaktadırlar. Böylelikle ekonomik kararlar giderek parlamentoların denetiminden çıkabilmektedir.

Buradaki amacın, ekonomik anayasacılık doğrultusunda “amacı piyasa düzenini korumak olan düzenleyici bir devlet” oluşturmak olduğundan bahsetmiştik. Yeniden hatırlatalım ki ekonomik anayasacılık metafor, yani mecaz bir kavramdır ve bununla anlatılmak istenen ulus-devletlerin işleyişlerinin küresel ekonominin gereklilikleri doğrultusunda köklü bir yapısal değişikliğe uğratılmasıdır. Bu nasıl gerçekleştirilmektedir? Yine yukarıda belirtildiği üzere, ekonomi yönetimini her türden devlet müdahalesinden azade kılarak. Peki, bu nasıl gerçekleştirilmektedir? Bunun çeşitli yolları olduğu söylenebilir.

Özellikle 1980 sonrasında liberal demokrasinin –yasama, yürütme, yargı şeklindeki- üçlü güç dengesinde dengenin yürütme gücüne doğru kaydığını belirtmek gerekir. Türkiye’den örnek vermek gerekirse, örneğin 1980 darbesi sonrasında iktidara gelen Anavatan Partisi hükûmeti, özellikle ekonomik içerikli kararlarda kullanılmak üzere bol miktarda Kanun Hükmünde Kararname (KHK) üretmiştir. KHK’lar parlamentodan bir kereliğine, belirli bir konuda ve belirli bir zaman süresi için verilen önceden yetkilendirme yasaları olarak anlaşılabilir. Hükûmetler bunlara dayanarak, o süre zarfında meseleyi bir daha meclise getirmeden istedikleri kararları uygulamaya geçirme yetkisini kazanmış olurlar. Bu yürütmeyi yasama organından ciddi şekilde koparır ve ona fazladan bir güç nakli yapılmış olur. Bunun yanı sıra 1980’ler boyunca Türkiye’de kullanılan başka bir mekanizma bütçe dışı fonlar yaratmak olmuştur. Ülkenin genel bütçesinin dışında, doğrudan Başbakanlık’a bağlı olarak kurulan bu fonların amacı, normal bütçe üzerindeki yargı yetkisini bu paralel bütçeler üzerinden by-pass etmektir. Bu durum Türkiye’de öyle bir hâl almıştır ki 1980’lerin sonu itibariyle Türkiye bütçesinin neredeyse yarısı bu fonlarda toplanmıştır. Bunun yanı sıra ekonomi yönetimi ile ilgili yeni bürokratik mekanizmalar kurulmuş ve bu mekanizmalar doğrudan başbakana bağlı ve parlamento prosedürlerinden oldukça uzak çalışacak bir şekilde tasarlanmıştır. Örnekler çoğaltılabilir ve kesinlikle sadece Türkiye’ye özgü değildir. Bu ve benzeri mekanizmaların hepsi azgelişmiş, gelişmekte olan ve gelişmiş ülkelerin hemen hepsinde uygulamaya konmuştur. Temel yönelim yürütme kuvvetini güçlendirmek, buna mukabil yasama ve yargı güçlerini mümkün olduğunca by-pass etmektir.

Yine yeni anayasacılığın yönetsel ağı içerisinde yer edinen ve devlet yapılanmasının içerisine zerk edilen “özerk kurumlar” gibi kurumsal yapılanmaların başlıca işlevi, küresel kapitalizm açısından kritik önemi haiz alanların düzenlenmelerine yönelik olarak ortaya çıkan standart ve düzenlemelere biçimsel olarak hukukilik sıfatını kazandırmak ve yürütülmelerini sağlamak olmaktadır. İşleyişin bu yeni örgütlenişine referans teşkil eden küresel standartlara örnek olarak bankacılık alanındaki düzenlemeler verilebilir. 1970’lerden itibaren ortaya çıkan küresel finansal piyasalar, düzenlenmemiş hâlleriyle, hem 70’lerde hem de 80’lerde banka batıklarına ve mali skandallara neden olmuştur. Ortaya çıkan bu mali risk alanının düzenlenmesine yönelik olarak, gelişmiş on ülkenin merkez bankalarının oluşturduğu “Group of Ten” (G10), Basel Komitesi olarak bilinen yapıyı ortaya çıkarmışlardır. Bu komite, aslında hiçbir hukuki bağlayıcılığı olmasa da, bankacılıkla ilgili mevzuatta küresel anlamda iş gören standartlar geliştirmiş olmasıyla bilinmektedir. Bugün için bu standartlar neredeyse bir tür küresel norm niteliği kazanmış durumdadır. Bu standartlar, ülkelerin özerk-düzenleyici kuruluşları üzerinden gerçekleştirilen düzenlemelerle bankacılık sektörüne âdeta giydirilmektedir. Örneğin ülkemizde Bankacılık Düzenleme ve Denetim Kurulu bu doğrultuda özerk olarak çalışmakta ve bu alandaki yasal mevzuatı adeta belirler hâle gelmektedir. Bu kurum siyasi iktidardan özerk çalışmaktadır. Yine küresel piyasalar açısından günümüzde merkez bankalarının özerkliği de son derece hassas bir konudur. Ülkelerin para politikaları böylelikle siyasal iktidarın otoritesinden azade kılınmakta ve küresel ekonominin gerekliliklerine bağlanmaktadır.

Peki neden? Temel neden sermayenin küresel hareketliliği önündeki tüm engellerin ve yavaşlatıcı unsurların ortadan kaldırılmasıdır. Özellikle 1980 sonrasında ekonomik küreselleşmeye bağlı olarak sermayenin küresel hareketliliği tüm ulusal ekonomiler açısından dikkat edilmesi gereken temel mesele hâline gelmiştir. Ekonomik kriz içerisinde olan veya Türkiye’nin de içinde bulunduğu ulusal ekonomilerinin çevrilmesi dış sermaye girişine bağlı olan ülkeler sermayenin küresel hareketliliği karşısından kendi idari yapılarını bu hareketliliğe göre yeniden düzenleme ihtiyacı içerisinde olmuşlardır. Gerek üretim için doğrudan sermaye yatırımı olarak ülkeye girsin gerek kısa veya orta vadeli finansal yatırım olarak, sermayenin ülkeye girmesi için gerekli hukuki ve idari altyapının olması artık her ulus-devlet açısından bir ekonomik zorunluluk kabul edilmektedir. Aksi hâlde sermayenin ülkeye girmemesi veya hızla kaçması gayet mümkündür. Bu durumda da yargı ve parlamento gibi bu gerekliliklerin dışında karar verme kapasitesini haiz kurumların da önemi buna paralel olarak düşmektedir. Örneğin bir yargı kurumu “kamu yararı” lehine veya toplumsal taleplerden azade olması beklenemeyecek parlamento “toplumsal faydayı” esas alan bir siyasa lehine girişimde bulunduğunda veya hızlanan ekonomiye ayak uyduramayan bürokratik veya idari mevzuatlar ürettiklerinde sermayenin tercihini farklı kullanması söz konusu olabilmekte, bu da ülke ekonomilerini gayet kırılgan hâle getirebilmektedir.

En baştaki meseleye geri dönecek olursak, bu durumda küreselleşmenin ulus-devletlerin aleyhine gelişen bir süreç olduğunu söylemek mümkün müdür? Aslına bakılırsa bu soruya “evet” yanıtı vermek gayet yanıltıcı olacaktır. Zira söz konusu olan küreselleşmenin ulus-devletleri zayıflatması değil, dönüştürmesidir. Küreselleşme ulus-devletlerin yönetsel yapılarını yürütmeyi güçlendirici, bunun karşısında ise yasama ve yargıyı zayıflatıcı bir şekilde dönüştürmektedir. Başka bir deyişle söz konusu olan ulus-devletin güç kaybetmesi değil, ulus-devlet içerisindeki yapılanmanın yeniden biçimlendirilmesi ve böylelikle küresel ekonominin gereklerine uygun bir yapıya ulaşılmasıdır.

Hazırlayan: Sosyolog Ömer Yıldırım

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...