Felsefe hakkında her şey…

Rönesans döneminde Aristotelesçi düşünce

28.10.2022
662

Rönesans’ın felsefe alanındaki hümanist nitelikli bir başka önemli yönelimi Aristoteles’i yeniden keşfetmek olmuştur. Aristoteles’in eserleri, hümanizma ruhuna uygun olarak, Yunanca orijinallerinden okunup incelendiğinde, Skolastik dünyanın Aristoteles yorumu ile gerçek Aristoteles arasında ciddi ayrılıklar olduğu ortaya çıktı.

“Kilisenin en sağlam temeli sayılan sistemin birçok esaslı noktalarda ondan ayrı olduğu görüldü ve resmi peripatetizme zıt olarak, büyük kısmı laik unsurlardan oluşan özgürlük tarafları bir Aristoteles okulu meydana geldi” (Weber, 1993: 187).

Rönesans dönemi Aristotelesçilerinin en ünlüsü kuşkusuz, Petrus Pomponatius olarak da bilinen Pietro Pomponazzi’dir (1462-1525). 1516 tarihli Ruhun Ölmezliği Üzerine (Tractatus de immortalitate animae) adlı yapıtında bireysel ruhların ölmezliği inancının Aristoteles’in ilkeleri ile bağdaşmadığını savunur. Oysa Aziz Thomas dinin bu temel dogmasının Aristoteles’in felsefesine uygun olduğunu öne sürmekteydi. Bu durumda Pomponatius’un hem Aziz Thomas’a hem de dinin bu temel dogmasına kökenden karşı çıktığı söylenebilir.

Pomponatius tüm insanların zihinsel yetkinliğe yetenekli oldukları düşüncesini reddetmekle birlikte ahlaksal yetkinliğin yeryüzünde gerçekleştirilemeyecek bir ideal oldugu görüşüne karşı çıkar. Herkesin kendi işinin gerektirdiği ödevleri yapması, bu konuda yetkinlik olarak anlaşılabilir.

“Vicdanlı ve namuslu bir yargıç, kendi alanında muktedirdir ve kendine özgü mükemmelliğe varmıştır.”

Bu alanda ‘mutlak’ terimini kullanmak gereksiz olacaktır; mutlak yetkinlik salt mutlak varlığa özgüdür. Erdemin karşılığının sonsuz bir ödül olması, yani cennete gidilecek olması ve yapılan kötülükleri bir cezanın beklemesi fikirlerine dayanarak ruhun ölümsüzlüğünün öne sürülmesini yanlış bulmaktadır. Çünkü erdemlilik çıkar ya da karşılık beklenerek gerçekleştirilemez. Erdemlilik gerçek anlamda bir değer olduğu için gerçekleştirilmelidir. Kötülük de zaten kendi öz cezasını kendi içinde saklamaktadır. Böylece bunlara dışsal bir koşula bağlı olarak varlık kazandırılması tam bir yanılgıdır.

Aristoteles’in kesin bir dille ifade ettiği gibi ruh bedenin bir fonksiyonu ise beden olmadan ruhun olamayacağı açıktır. Bundan, ruhun ölümsüz olmadığı sonucu çıkar. Eğer ruh ölmez değilse, bütün dinler yanılıyorlar ve baştan aşağı insanlık kendi kendini aldatıyor. Platon, birçok şeylerde bütün insanların aynı bir önyargının oyuncağı olduklarını söylemiyor mu? Gene consensus gentium’dan (insanların aynı fikirde olmaları) çıkarılan kanıtın değerini pek az bir şeye indirgemiyor mu? Nihayet ölülerin görünmesi, yeniden dirilmesi ve hortlaklara gelince, gelecek hayat lehindeki bu türlü kanıtlar, safdilliğin yardım ettiği hayal gücünün fevkalade kudretinden başka bir şeyi ispat etmezler (Weber, 1993: 189). Bunun sonucu olarak da büyücülük, ruhların çağırılması, doğaüstü güçler gibi şeyler tümüyle anlamsız ve batıl şeyler olmaktadırlar. Bu görüşlerinin ışığında, Pomponatius, Büyüler Üzerine adlı yapıtında eşyanın dogal bir düzeni olması nedeniyle her türlü mucizeyi yadsıma yoluna gitmiştir. Engizisyonun hışmından kurtulabilmek için İsa ve Musa’nın mucizelerini kabul ediyor gibi görünse de bunları doğal yollarla açıklamaya çalışmakta ve bunu yaparken yine Aristoteles’in otoritesine başvurmaktadır. Böylece bunları da dolaylı yoldan yadsımış olmaktadır. Kader Üzerine adlı yapıtındaysa Tanrı’nın önceden her şeyi bilmesiyle, ahlaksal özgürlük ögretilerinin birbirleriyle çelişik olduğunu göstermeye çalışmıştır. Çünkü eğer Tanrı her şeyi önceden görerek belirlemişse, o zaman insanların özgür istence sahip olduklarından söz edilemeyecektir; ama eğer insanlar özgür istence sahip iseler o zaman da Tanrı insanların hareketlerini arkadan izleyecek ve bir bakıma yaratılmış olana tabi olacaktır. Bu durum Tanrının sonsuz gücü ve bilgeliği ile bağdaşır görünmemektedir. Gerçekte tüm bunları üstü kapalı olarak belirtme yoluna gider ve kilise ile bozuşmamak adına, “mantık Tanrının önceden belirleyiciliğinden yanadır” demek zorunda kalır. Böylece kendisi de bir çelişkiye sürüklenmeyi göze almış görünür. Bu baglamda, iyilik de kötülük de Tanrıdandır diyerek skolastik nominalizme karşı çıkmıştır. Görüldüğü gibi Pomponatius, Rönesans dönemine uygun hümanist ve yenilikçi bir ruhla, Skolastiğin mantık dışı dogmalarını Aristoteles’in özgün felsefesiyle bağdaşmazlıkları yönünde çürütme yoluna gitmiştir.

Bu dönemde Aristoteles’i, Orta Çağ’da yapılan yorumlar üzerinden tanıtmaya çalışan iki grubun çalışmaları da oldukça etkili olmuştur. Bunlardan ilki İbni Rüşd’ü izleyen Averroistler, ötekiyse Afrodisiaslı Aleksandros’un yorumlarını izleyen Aleksandristler’dir. Bu iki grup birbirlerine rakip olsalar da bazı konularda uyuşmaktaydılar. Örneğin dogmanın ileri sürdüğü bireysel ruhların ölümsüz olduğu görüşünü kabul etmiyorlardı; her iki grup da insan bireylerinin ruhlarının ölümsüz olduğu ve bu dünya yaşamının öbür dünyadaki yaşama bir hazırlıktan başka bir şey olmadığı fikrine itiraz ediyorlardı. Bu devinim içinde Aristotelesçilik ile Platonculuğu uzlaştırmaya çalışan bir görüş de belirdi. Mirandola bu girişimin Platoncu kesiminin, Caesalpinus ise Aristotelesçi kesiminin başını çektiler. Her ikisi de Platon ile Aristoteles’in belli bir temelde birleştirilebileceğine inanıyorlardı ama bu uzlaştırma çabaları sonuç vermedi.

Kaynak: İLKÇAĞ FELSEFESİ, s. 36-37, T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 3550, AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 2384

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...