Felsefe hakkında her şey…

Platonculuk Nedir, Ne Demektir?

12.11.2019
5.958
Platonculuk Nedir, Ne Demektir?

Platonculuk, Platon‘un ve izleyicilerinin nesnel idealist öğretisidir. Platonculuk ayrıca İdealcılık, Türcülük ve Akademi Öğretisi de bilinmektedir.

Antik Çağ Yunan düşünürü Platon, nesnel idealizmin ve Alman düşünürü Heidegger‘in deyimiyle de Batı metafiziğinin kurucusudur. Düşünürler deyimini metafizikçiler deyimiyle değiştirirsek Amerikalı filozof Emerson‘un şu sözü de doğru olur: “Şimdiye kadar düşünürler arasında ne yazılmış ve ne tartışılmışsa tümü Platon’dan gelir.

Antik Çağ Yunan düşüncesinin tarihsel gelişiminde özdekçi yan Demokritos‘ta uçlaşırken idealist yan Platon’da uçlaşmıştır. Felsefenin temel sorunu olan materyalizm ve idealizm karşıtlığı, Antik Çağ felsefesinde bu iki düşünürün yandaşları arasındaki tartışmalarda dile gelmiştir. İşte idealizm tarafında yer alan filozoflar, Platonculuk akımının temsilcileridir.

PLATONCULUK NEDİR?

Antik Yunan aristokrasisinin ve köleci toplumun oligarşisinin sözcüsü olan Platon, kendisine çok bağlı olduğu öğretmeni Sokrates‘in usçuluğunu ve soyutçuluğunu (onun ölümünden sonra da onu konuşturmayı sürdürerek) geliştirmiştir. Konuşmalar biçiminde yazıldıklarından ötürü “diyalog” adı verilen yapıtları bu geliştirimin ürünüdür.

Platon materyalist ve nesnel dünyanın gerçek olmadığını savunması bir yana, dünyanın o çağdaki evrimini sağlayan ticarete de karşı çıkmıştır ve bireyin “ruhunu kirlettiği” savıyla ticareti ortadan kaldırmayı fikretmiştir. Bu, Platon’un sosyalist yanı olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin Platon’un günümüzde hayalci bir toplumculuk ya da “ütopya” olarak nitelendirilen devlet tasarımı, ticaret yapmayan ve bundan ötürü de ahlaklı olan bir ülke düşünden doğmuştur. Bu devlet, aynı zamanda, ustası Sokrates’i suçlamayacak ve öldürmeyecek, üstelik yönetimini ona ve onun gibilere bırakacak bir devlet olmalıydı. Bu devlet, onun gözünde, ekonomik yörüngesiyle toplumsal evrimi hızlandıran Atina’dan çok, gelenekçi Sparta’dır.

Alman düşünürü Karl Marx, onun bu devletini “Mısır kast sisteminin Atinaca ülküleştirilmesi” olarak niteler. Bütün bunlara karşın Platonculuk’un, toplumsal ve siyasal sorunlara derinlemesine eğilmesi bakımından, çağdaş felsefenin gerçek temellerinden biri olduğu da şüphesizdir.

PLATONCULUĞUN KÖKENLERİ

Platon’u hazırlayan kaynaklar başta Sokrates olmak üzere Pythagoras, Parmenides ve Herakleitos‘tur. Platon, Sokrates’ten ahlaksal dünya görüşünü, iyi ideasını ve erekbilimsel araştırma eğilimini almıştır; Pythagoras’tan Orphik din ögelerini, ölümsüzlük ve öte dünya inançlarını, dinsel-gizemci felsefe tutumunu, matematiksel açıklamaları benimsemiştir; Herakleitos’tan da Sokrates’ten önceki Herakleitosçu öğretmeni Kratylos’un aracılığıyla, evrende değişmeyen ve aynı kalan hiçbir şeyin bulunmadığı gerçeğini almıştır. Düşünce tarihinin ilk metafizikçisi Parmenides’i ona tanıtan ve sevdiren, Sokrates’in bir başka ünlü öğrencisi Megaralı Eukleides‘tir (Bkz: Megaralılar).

PLATONCULUĞUN TEMEL SAYILTILARI

Klasik felsefenin en etkili düşünürü olan Platon’un bütün düşünsel yapısı beş kuramında toplanır:

  • Devlet,
  • İdealar,
  • Bilgi,
  • Evrendoğum,
  • Ölümsüzlük.

Platon bilgi, idea, evrendoğum, ölümsüzlük ve devlet kuramlarında hep ahlaki kalmış ve bütün bunlarla ahlakı gerçeklemek için uğraşmıştır. Çünkü ustası Sokrates’le birlikte ona göre de felsefenin amacı, insanın yetkin yaşamını sağlamaktır. Bu yetkin yaşamsa ancak erdemlilikle olanaklıdır. Bu erdemliliğin temeli bilgidir, özü ideadır, gerekçesi evrendoğumdur, güvencesi ölümsüzlüktür, yaşamsal yapısı devlettir. Temeli bilgidir, çünkü erdem bir bilgi işidir ve bilgiyle meydana konur.

Bilgeliğe, eş deyişle doğru bilgiye sahip olan kimse filozof (Yu. Philosophos)’tur. Sıradan bir kişi diyelim bütün iyi şeyleri sever, bilgeyse iyiliğin kendisini sever. Çünkü iyi şeyler, iyiliğin genel yapısını taşıdıkları için iyidirler. İyilik, özel bir iyilikten çok farklı olarak, bütün iyi şeylerin bir genelliğidir. Tek bir iyiyle meydana gelmemiştir ve tek bir iyiyle son bulmayacaktır, uzay ve zaman içinde yeri yoktur.

Tek tek iyiler, genel iyiyle az ya da çok ortak bir yapıya sahip oldukları için iyidirler ve genel iyiye tıpatıp sahip olamayıp az ya da çok sahip oldukları içindir ki birbirlerinden farklıdırlar ve çoğalmışlardır. Demek ki birbirlerinden farlı olan tek tek iyilerden birini ya da birkaçını seven kişi bir kanı (Yu. doksa)’ya dayanmaktadır, iyiliğin kendisini seven bilgeyse bilgi (Yu. (Episteme)’ye dayanmaktadır. Gerçek bilgi, gelip geçici olanların değişmez, ilksiz ve sonsuz, hep aynı kalan (saltık N.) asılları (Yu. Eide, İdea)’dır. Görüldüğü gibi Platon’un ünlü idealar kuramı, bilgi anlayışından doğmuştur. Platon, bilgi kuramını, üç olgunluk diyaloğuyla (Symposion, Politeiai phaidros) iki yaşlılık diyaloğunda (Timaios, Theiatetos) geliştirmiştir. Platon’a göre bilgi değişmez olanın bilgisidir, buysa ancak usla kavranabilir.

Platon'un mağara alegorisi, onun felsefesinin temel özeti olarak kabul edilebilir.

Platon’un mağara alegorisi, onun felsefesinin temel özeti olarak kabul edilebilir.

Bunu kavrayamayanlar duyumlarıyla algıladıkları değişir olanların sanı ve kanılarıyla yetinirler, buysa gerçek bilgi olmadığından ötürü düpedüz bilgisizliktir. Platon, bu savını Poilteia adlı yapıtının 7. kitabında ünlü mağara ya da oyuk örneğiyle şöyle tanıtlamaya çalışır:

“Şimdi, bilgimizi ve bilgisizliğimizi, şu anlatacaklarımla ölç Glaukon. Yeraltında bir mağara tasarla. Mağaranın kapısı bol ışıklı bir yola açılıyor. Ama mağarada oturan insanların kolları, boyunları ve bacakları zincirlerle bağlanmış, sırtları da ışığa çevrilmiş. Öyle ki sadece karşılarındaki mağara duvarlarını görebiliyorlar, başlarını arkaya çeviremiyorlar, kendilerini bildikleri andan beri de burada böylece oturmaktalar. Düşün ki sırtların arkasındaki ışıklı yoldan bir sürü nesneler geçiyor, ışık bu nesneleri mağaranın duvarına yansıtıyor. Şimdi bu adamlar sadece mağaranın duvarına yansıyan hayalleri görebiliyorlar, o hayalleri meydana getiren gerçek nesneleri göremezler, değil mi? demek ki bu adamlar birbirleriyle konuşabilselerdi duvarda gördükleri hayallere birtakım adlar vereceklerdi, çünkü bu hayalleri gerçek sanmaktadırlar. Bu adamların gözünde gerçeklik, asıl gerçeklerin duvarda yansıyan hayallerinden ya da gölgelerinden başka bir şey değildir. Şimdi bu adamlardan birinin zincirlerini çözüp ayağa kalkmasına ve başını asıl gerçekliklere çevirmesine izin verelim. Gözleri bol ışıktan kamaşır ve asıl gerçeklikleri göremezdi, değil mi? Dahası, kamaşan gözlerini yeniden duvara çevirirdi ve duvardaki hayallere rahatlıkla bakardı. Ama gözlerini yavaş yavaş alıştırarak asıl ışığın kaynağına da pekâlâ bakabilirdi. İşte o zaman arkadaşlarıyla gördüğü şeylerin birer hayalden ibaret olduğunu, asıl gerçeklerin şimdi gördükleri olduğunu anlayacaktı. İşte sevgili Glaukon, gözümüzle gördüğümüz bu dünya o mağaranın duvarıdır, arkasındaki ışığa bakabilen insan da duyu gözünü us gözüne çeviren bilgedir” (İbid, 514 a ve sonrası, özetlenerek çevrilmiştir).

Platon’a göre bilgi, eskiden bilinmiş bir şeyi anımsama’dır. Çünkü Platon, ruhun ölümsüzlüğüne ve bu ölümsüz ruhun ölümlü bedene girmeden önce gerçekler (idealar) dünyasını görmüş olduğuna inanmaktadır. İnsanlar bu bilgilerle birlikte doğmaktadırlar, ne var ki onları ancak eğitimle anımsarlar (Sokrates Menon diyaloğunda hiçbir bilgisi olmayan bir kişiye bir takım sorular sorarak bir geometri sorununu çözdürür, eş deyişle doğmadan önceki bilgilerini anımsatır).

Platon, Phaidros diyaloğunda bu anımsama savını da şöylece anlatır:

“Doğrusu gerçek bilgisi olmayan bir ruhun insan biçimine girmesi olanaksızdır. Çünkü insan olabilmek için, duyumsal sanıların çokluğunu ussal bire indiren ideaları tanımış ve bilmiş olmak gerekir. Bu durum, ruhumuzun bir zamanlar bir tanrının ardından gittiği ve gerçekten gerçek olanlara başını uzattığı, onları gördüğü ve tanıdığı bir evrenin anımsanmasından başka bir şey değildir. Her insan ruhu, doğası gereği, gerçek varlıkları görmüştür. Ne var ki insanların tümü bunu anımsayamaz. Pek az ruhta bu anımsama yetisi vardır, bunların içinde tümüyle anımsayabilenler daha azdır. Örgenlerimizin güçsüzlüğünden ötürü içimizden pek az kişi, gerçeklerin hayallerine bakıp, bunların hangi gerçeklerin hayalleri olduğunu tanıyabilirler. Seninle ben, işte bu mutlu insanlardanız” (İbid, 249 b, d; 250 b, c. Özetlenerek çevrilmiştir).

Platon’a göre araştırılan şey biliniyorsa araştırma yararsızdır, ama araştırılan şey bilinmiyorsa, araştırılan şey olanaksızdır. Demek ki araştırma ya da düşünme, hem bilinen hem de bilinmeyen bir şey üstünde olabilir. Buysa anımsamadan başka hiçbir şay olamaz. Eğer insan zihni, araştırma ya da düşünmeyle gerçekleri bulup ortaya çıkarabiliyorsa bu, onun, başından bu gerçeklere sahip olması yüzündendir (Menon, 81 d). İşte bunun içindir ki Sokrates’in konuşturduğu köle, sadece düşünmeyle, bir karenin iki katı olan bir başka karenin kendi köşegeni üzerine çizilen kareden ibaret olduğunu bulup ortaya çıkarmıştır (İbid, 82 b, 85 b). İşte bunun içindir ki “Filozofların düşüncelerinin kanatlı olduğu doğrudur” ve bu yüzdendir ki filozoflar “anımsamayı ve anımsatmayı en iyi bilen“dirler, “insanları uğraştıran şeylerden ellerini eteklerini çekmiş, tanrılık olana bağlanmış’lardır (Phaidros, 249 c).

Sokrates de bundan ötürü bir doğurtucudur, var olan şey doğurtulur, olmayan şey doğurtulamaz:

“Benim soylu bir ebenin, Phenarete’nin oğlu olduğumu ve aynı işle uğraştığımı hiç duymadın mı Theaitetos? Bu bir gerçek. Ama sakın başkalarına anlatma. Ebelik sanatının gereklerini hatırlarsan sana söylemek istediklerimi kolaylıkla anlarsın. Ben de ebeyim. Şu farkla ki kadınları değil, erkekleri doğurtuyorum. Benimle konuşmaya başlayanlar önce hiçbir şey bilmezmiş gibi görünürler. Ama konuşma ilerledikçe açılırlar ve anımsarlar. Bununla beraber benden hiçbir şey öğrenemedikleri de besbelli. En güzel bilgileri sadece kendi içlerinden bulur meydana koyarlar” (Theaitetos, 148 e, 149 b, 150 b).

Anımsamayladır ki “anısını yitirdiğimiz şeyi araştırmak ve onu yeniden bulmak için gerekli cesaret ve gayreti kendimizde buluruz” Menon, 81 d, e; 86 b). Anımsanan gerçek bilgiler, duyularımızın bize ilettiği görüntü’ler değil, tanrılık yaşamımızda görüp tanıdığımız asıl gerçeklikler olan idea’lardır.

İdealar öğretisinin izlerine ve belirtilerine Gorgias, Menon Euthydemos, Kratylos, Meneksenos, Theaitetos, Parmenides, Sophistes, Politikos, Timaitos, Kritias gibi birçok yapıtta rastlanmakla beraber onu asıl işlediği yapıtlar olgunluk döneminin dört diyaloğudur (Symposion, Phaidon, Politeia, Phaidros). Her şeyden önce şunu söylemek gerekir ki Platon’un idealar kuramı bir varsayımdır. Platon, Politeia diyaloğunun 7. kitabında “bu düşüncem doğru mu, değil mi, orasını tanrı bilir” (517 b) der, bu varsayımı kurarken de gerçek dediği idealara değil küçümsediği ve gerçek saymadığı sanılara dayanır. Yukarıdaki açıklamasından sonra söze: “Ama benim sanıma göre bu kavranan dünyada insanın en son ve güçlükle seçebildiği iyi ideası’dır. Onu seçince de şu sonuca varmak zorundadır: İyi ideası, bütün şeylerde doğru ve güzel olarak ne varsa hepsinin nedenidir. Görülen dünyada ışığı o doğurmuştur. Kavranan dünyada da egemen olan, gerçeğin usun kaynağı olan odur. İnsanın bilgece davranabilmesi için onu mutlaka görmüş ve tanımış olması gerekir” (517 c).

Platon, idealar kuramıyla, metafizik felsefede çağlar boyunca tartışılmış olan tümeller sorununa ilk olarak el atmış bulunmaktadır. Ona göre filozof, duyulur dünyadaki örneğin sayısız ağaçlarla değil, kavranır dünyadaki ideal ağaçla uğraşacaktır. Her şahıs adı bir bireyselliği gösterdiği gibi her cins adı da bir ideayı gösterir. Tümeller birer biçim (Yu. Eidos)’dirler, duyulur nesneler bu örnek biçime göre yapılmışlardır. Bu türel biçimler, örnekleri olan dünyasal nesneler gibi gelip geçici ve sürekli olarak değişen şeyler değildirler, kalıcı ve değişmeyen gerçekliklerdir. Örneğin iyi insan ölür, iyi davranış unutulur ama iyi ideası ölmez ve unutulmaz. Güzel kadın göçüp gider ama güzellik her zaman yaşamıştır ve her zaman yaşayacaktır. Bilgi, ancak bu sürekli ve sağlam ideaların bilgisidir. İdea saltık olandır. Duyulur nesnelerde idealardan alınmış küçük bir parça, tikel bir şey vardır.

Güzel kadın, kendinden daha güzel bir kadının yanında çirkindir. Oysa güzellik ideası, saltık olarak her zaman ve her uzayda kendisiyle özdeştir. Güzellik ideası bu saltıklığını, sürekliliğini, değişmezliğini özdeksel olmamasına borçludur. Özdeksel olsaydı geçici, göreli değişken ve süreksiz olurdu. Öyleyse sadece idealar kendiliklerinden ve saltık olarak gerçektirler, duyulur nesnelerse ideaların gelip geçici birer kopyalarından ibarettir. Nesneler dünyası, eş deyişle özdeksel dünya hiçbir gerçeklikleri bulunmayan bir simgeler dünyasından başka bir şey değildir. Sağlam bilgi süreksiz, gelip geçici, dayanıksız nesneler üstüne kurulamaz. Bilginin konusu, gelip geçici özdeksellikler değil, bu özdekselliklerin asıl gerçeği ve ilk örneği olan idealardır. Yukarda verilen mağara örneğinde görüldüğü gibi kalıcı bir gerçeklik olan idelar, geçici görüntülerden ibaret olan bir hayal evreni meydana getirmişlerdir. Nesnelerin dünyası görüntüsel ve aşağılık, ideaların dünyası gerçek ve tanrısaldır: “Zeus, göklerde, kanatlı arabasını sürerek en önde ilerler. Her şeyi görür, her şeyi düzenler. Ardından onu on bir bölük halinde tanrılar, daimonlar ordusu izler. Hestai (devimsizlik-tanrı) tanrılar evinde yalnız kalmıştır. Demek ki on iki yönetici tanrıdan sadece on biri bölüklerinin başında gitmektedir. Tanrılık devimler ve mutlu görünüşler göğü canlandırır.

Tanrılar, gökte, her biri kendilerine özgü kılınmış işi görmek için dolaşırlar. Tanrılık şölende yemeklerini yiyecekleri zaman gökkubbenin en yüksek doruğuna çıkarlar. Ölümsüz ruhlar bu doruğa varınca gökkubbenin dışına çıkarlar ve evrenin devimiyle dönerek gökkubbenin dışındaki gerçekleri seyrederler. Yeryüzünün hiçbir ozanı şimdiye kadar bunu hayal edememiş ve dilegetirememiştir. Ama ben anlatmaya çalışacağım, doğruyu söylemekten korkmamalı. Renksiz, biçimsiz, dokunmak istesen varlığıyla yokluğu belirsiz gerçek; ancak ruhu yöneten usun görebileceği gerçek işte oradadır. Orası asıl bilginin yurdudur.

Zeka ve katıksız bilgiyle beslenen ruhlar, gökkubbenin devrini tamamlayıp onları aynı noktaya getirinceye kadar, gerçeği seyretmekle mutlu olurlar. Ruh, gökkubbeyle birlikte böylece devrederken öz doğruluğu, bilgeliği ve bilgiyi görür. Ama gördüğü ne oluş halindeki bilgidir, ne de şimdiki yaşayışımızda varlıklar adını verdiğimiz nesnelerdeki başkalıklara göre başka başka olan bilgidir. Onu böylece doya doya seyreden ruh, sonunda göğün içine girer ve yerine döner” (Phaidros, 246 e, 247 e).

Nasıl bu görünen alemde yetkin olmayandan en yetkin olanına kadar bir varlıklar derecesi ve sıralaması varsa, usla kavranabilen alemde de öylece onların asıl gerçekleri olan derecelenmiş ve sıralanmış idealar vardır. Platon’a göre bilme süreci, bir yanından çıkılan ve öbür yanından inilen bir çeşit merdivendir. Bu merdivenin bir yanında nesneleri en aşağısından en yetkinine kadar genelleye genelleye çıkar, öbür yandan da bu genellemelerimizin gerçek karşılıkları olan ideaları tanıya tanıya ineriz. İdealar, birbirlerine, kendilerine göre daha yüksekte olan (eş deyişle daha genel olan) idealarla bağlanmışlardır.

Merdivenin basamaklarını genelleme yapa yapa tırmandıkça en yüksekte ve tepede iyi’nin ideasını buluyoruz. En yüksek, en yetkin, en güçlü idea bütün dizgeyi kuşatan iyi’nin ideasıdır. Platon’a göre insanın ruhsal yetileri güçsüzden güçlüye doğru dört tanedir: Bulanık görüntüler alma yetisi, algılama yetisi, anlama yetisi, us yetisi. Bu dört yetinin ilk ikisi görülen dünyayla ilgilidir ve sanılar alanını meydana getirir, son ikisi olan anlama (Yu. Dianoia) ve us (Yu. Nous) kavranan dünyayla ilgilidir ve bilgi alanını meydana getirir. Buna karşı nesneler de güçsüzden güçlüye doğru dört tanedir: Görüntüler, hayvan-bitki-insan ürünü şeyler, aşağı kavrama nesneleri olan matematik kavramlar, yukarı kavrama nesneleri olan idealar. Bu nesnelerden ilk ikisi de görülen dünyayla ilgilidir ve sanı alanının konusudur, son ikisi olan matematik kavramlar ve idealar kavranan dünyayla ilgilidir ve bilgi alanının konusudur. Evren, bir epikten (Düzenleyici tanrı, Yu. Demiurgos) tarafından biçimlendirilen (düzensizlikten düzene geçen) ruhlu ve zekalı bir canlıdır. Bu düzenleyici (yaratıcı değil) tanrı, kendisi kadar ilksiz ve sonsuz bir özdek bulmuş ve ona biçim vermiştir. İşe karışmadan önceki düzensizlik, çok daha önce Demokritos’un ilerisürdüğü mekaniksel bir zorunluluktur. Bununla beraber, idealar öğretisine uygun olarak, dünya da bir görüntüdür ve tanrıca bilinen dünya ideasına benzetilerek biçimlendirilmiştir. Küre biçimindedir, çünkü her noktasında benzer olabilen tek biçim küredir. Döner, çünkü eli ayağı olmayan için tek devim biçimi dönmektir. Tektir, çünkü en olanaklı bir kopya olarak yapıldığına göre birden çok olamaz. İlksiz ve sonsuz da olmalıydı, çünkü ideası ilksiz ve sonsuzdur. Platon’a göre tanrı, ideaya bu benzerliği de sağlamak için, evrene ek olarak bu nitelikte bir de zaman biçimlendirmiştir. Platon’a göre dünyaya birçok kez gelinecektir, çünkü ruh ölümsüzdür. Ruh ölümsüz olmalıdır, çünkü idealar başka türlü bilinip tanınmış ve daha sonra anımsanmış olamazdı:

“Her ruh ölümsüzdür. Çünkü sürekli devim halinde olan her şey ölümsüzdür. Başkasından devimlenen ve başkasını devindiren, devim durunca yaşamaz olur. Sadece kendiliğinden devinen varlıktır ki kendi kendisini bırakamayacağı için hep devimlidir. Dahası, bütün öteki varlıklar için de bir devim kaynağı ve ilkesidir. Bu ilke ilksizdir, hiçbir şeyden doğmamıştır. Doğan her şeyin bir ilkesi olduğuna göre, ilkenin kendisi doğumsuzdur. İlke bir şeyden doğmuş olsaydı ilkeliği kalmazdı. İlke doğmamış olduğuna göre sonu da olamaz. Çünkü ilke yok olsaydı hiçbir zaman kendi kendine yeniden doğamazdı. Her şeyin bir ilkeden doğması gerektiğine göre ilkenin ilksiz ve sonsuz olarak varlığı şüphesizdir. O halde kendi kendine devinen varlık, devimin ilkesidir. Bununsa ne yok olması ne de yeniden doğması olanaklıdır. Başka türlü olsaydı üstümüzdeki gök ve bütün canlı varlıklar devimsiz kalıp yok olurlardı. Yeniden doğup devinmeleri de olanaksız bulunurdu. Ruh demek, devimi kendinde olan şey demektir. Kendiliğinden devinen varlığın zorunlu ölümsüzlüğü böylece tanıtlanınca ruhun ölümsüzlüğünü onaylamakta hiç kimse duraksamayacaktır. Devimi dışarıdan alan her cisim ruhsuzdur, devimi kendi içinden gelen her cisiminse bir ruhu vardır.”

On kitaplık Politeia’nın ikinci kitabında Platon ideasına uygun, eş deyişle ideal devlet örneğine şöyle bir törebilimsel yoldan girer:

“Gözleri güçsüz birine uzağa koyduğumuz küçük yazıları okutmak istesek, o da aynı yazıların daha büyüklerinin yakında olduğunu sezinlese elbette büyüklerini okurdu. Bunun gibi doğruluk da tek bir kişide bulunduğu gibi kocaman bir kentte de bulunabilir. Öyleyse biz de gözleri güçsüz adam gibi yapalım. Önce doğruluğun kentte ne olduğuna bakalım, sonra da o tek kişiye döneriz, küçükte küçüğe benzeyeni ararız. Doğruluk daha büyük olanda daha büyük çapta bulunur, daha kolay göze çarpar. Öyleyse, doğrulukla iyiliği daha yakından görebilmek için, bir kentin doğuşuna bakalım” (Politeia, 2. kitap, 368 d, e; 369 a).

Platon’un devlet’i, kuşkusuz, bir ütopyadır ve ideal toplum düşlemelerinin de ilkidir. Ondan önce böyle bir çalışma bilinmemektedir. Ne var ki Platon toplumunun, ütopyacı toplumculuğun ilk ürünü olduğunu ileri sürmek doğru değildir. Platon’un devlet’i aristokratik ve totaliter bir devlettir, köle emeğine dayanır. Sınıflıdır ve sınıflar arasında eşitlik ilkesi değil, tersine, eşitsizlik ilkesi geçerlidir. Toplumsal ve ekonomik (? N.) bir amaçla değil, siyasal ve törebilimsel bir amaçla kurulmaktadır. Bireyin özgür gelişmesi, amaçlanmış değil, tersine, törebilimsel bir toplum ereği uğruna harcanmıştır. Platon terminolojisinde erdem ve tüze, her insanın sadece kendi görevini yerine getirmesi ve toplum içindeki belirlenmiş yerini aşmaya çalışmaması anlamındadır. Düşünce tarihinde Platon, bilimsiz spekülasyonların ne türlü hayallere dalabileceğinin en iyi örneğidir.

YENİ PLATONCULUK

Yunan ve Latin düşüncesine ait eserlere yönelik çeviri etkinlikleriyle başlayan Hümanizm hareketi İlk Çağ düşünürlerinin eserlerini çevirme işine özellikle 15. yüzyılda yoğunlaştı.

İlk dikkat çeken eserler de Platon’unkilerdi. Öncü Platonculardan biri olan Plethon, Cosimo de Medici’nin desteği ile Floransa’da bir Platon Akademisi kurdu (1440). Bu akademi Platon’un yapıtlarının ilk elden çevirisini yapma amacını gütmekteydi.

Platonculuğu Aristotelesçiliğe karşı savunmak temel görevlerindendi. Bu çabalar bir süre sonra Platonculuktan ziyade Yeni-Platoncu çizgilerin ağır bastığı bir düşünceyle sonuçlandı. Akademi sayesinde Platon’u kaynağından öğrenen birçok düşünür Platoncu kanatta yer aldılar. Bunlardan biri Pico Della Mirandola, bir diğeri ise Marsilius Ficinus (1433-1499) idi. Ficinus’a göre Platonculuk, insan bilgeliğinin özüydü ve eğer Katolik öğretisiyle uyumlu kılınabilirse bu öğretiyi gençleştirebilir, onu daha tinsel nitelikli bir öğreti haline getirebilirdi. Ona göre Platon ve Aristoteles’in felsefeleri, aslında aynı hakikatin iki farklı ifadesiydi. Ficinus Hıristiyanlığı Tanrının kendisini açmasının bir biçimi olarak görmüş ve bu dini felsefe ile uzlaştırmaya çalışmıştır. Evren en başında Tanrı’nın bulunduğu düzenli bir basamaklar sistemidir. İnsan ruhu da Tanrıdan türemiştir ve ölümden sonra yine Tanrıya dönecektir. Evrenin bütün bağlantıları insan ruhunda bulunur. Bu yüzden insanda tüm evreni bilme gücü vardır. Bu fikirler Platoncu olmaktan çok yeni-Platoncu görüşlerdir.

Yeni Platonculuk etkisindeki en özgün düşünür Nicolaus Cusanus’tur (1401- 1464) Başlıca yapıtları: De Docta İgnorantia (1440). De Conjecturis (1440). De Pace Seu Concordantia Fidei (1453). Cusanus’un felsefi yaklaşımı skolastik etkiler ile Rönesans ruhu arasında gidip gelmektedir. Bu nedenle bir geçiş dönemi düşünürü olarak kabul edilebilir. Yeni-Platoncu bir düşünür olarak felsefesinde Tanrı bilgisinin önemli yer tutması şaşırtıcı değildir. Ona göre us, Tanrı bilgisini elde etmekte yetersiz kalır. Gerçi us bize bir dünya bilgisi verebilir: Duyularımız aracılığıyla bilince gelen dağınık duyu verilerini imgelem yetisi birleştirir ve bunun sonucunda tasarımlar ya da kavramlar ortaya çıkar. Bu tasarımlar ya da kavramlar üzerinde işleyen aklımız, bunlar arasındaki ilişkileri keşfederek bunları birleştirir ve böylece bilgilerimiz oluşur. Ne var ki düşünme yetimiz bu kez de bilgiler arasındaki ayrılıkları ortadan kaldırarak mutlak bir birlik oluşturmaya yönelir ama bu yolda tıkanır. Çünkü akıl çokluklar ve farklılıklar olmadan iş göremez. Bu nedenle Cusanus, mutlak birliği temsil eden Tanrı bilgisine bu yolla, yani düşünme yetisi ile ulaşamayacağını anlar. Bu duruma Cusanus öğrenilmiş bilgisizlik (docta ignorantia) adını vermektedir. Bunun anlamı düşünüm yetisinin sınırlarını bilmesidir ve Tanrı bu sınırın ötesinde kalmaktadır. O halde Tanrıya ulaşmanın başka bir yolu olmalıdır.

Cusanus’a göre bu yol bir tür sezgi yolu, başka deyişle mistik bir aydınlanma yoludur. Bu şekilde kavrayış ya da kavramsal bilgi olmadan bir görünüm elde edilebilir. Bir başka deyişle Tanrı gönül gözüyle görülebilir. Mistik kişi bir esrime (coşku içinde kendinden geçme) yaşantısı içinde Tanrının kavramsal bilgisine değil belki ama görünümüne ulaşabilir. Tanrı tüm karşıtların kendisinde birliğe ulaştığı mutlak varlıktır; şeylerin içindeki sonsuz tözdür. Böylece öz ve töz, görünüm ve gerçeklik, gizlilik ve açıklık onda bir ve aynı şeydir. Onda tüm değerler mutlak olarak bulunur. Dünya Tanrının bir açılımıdır. Birlik olan varlık çokluğa dönüşmüştür; çokluk da Tanrı’da birlik olmaktadır. Tanrı her şeyin gizil özüdür, böylece her gerçek şey de bütün şeylerin özüdür. Bu bir tüm-tanrıcılık demektir. Oysa bu nokta Cusanus’un felsefesinde bir çelişki oluşturmaktadır. Çünkü Hıristiyan görüşe sarılarak dünyanın Tanrıdan farklılığını onaylamaktadır: Tanrı tüm karşıtların birliğidir, doğada ise tüm karşıt güçler zaman ve mekâna dağılmış olarak görünürler. “Şeylerin özü Tanrısal öz ile özdeş değildir; şeyler sonludur ve tanrısal ideaları tam olarak gerçekleştiremezler” (Thilly, 2007: 7). Bu nedenle sonul anlamda Tanrı ve doğa özdeş değildirler.

Akıl, bilgilerimizi bir birlik altında toplamaya yetili değildir. Bunun farkına varan akıl, öğrenilmiş bilgisizlik denen duruma ulaşır ve mutlak birliği temsil eden Tanrı’ya akılla değil, bir tür sezgiyle, mistik aydınlanmayla ulaşılır.

Cusanus bilim konusundaysa Aristotelesçi evren anlayışını yadsıyan bir tutum takınmıştır: Ona göre evrende yetkin bir daire bulunamaz, bu nedenle gezegenlerin yörüngelerinin düzgün bir daire olması düşünülemez. Bu görüş Kepler’e giden yolu açmıştır. Ona göre evrenin bir sınırı olduğu görüşü de kabul edilemez. Evrenin ne bir merkezi, ne de çevresi vardır. Öznenin durduğu yer merkez görevi görür. Bu gezegende bulunduğumuz için burasını merkez kabul etmişizdir. Cusanus’un tüm bu görüşleri bilim adına ilerici görüşlerdir ama evrenin bilimsel bir kuramını sistematik olarak ve haklı çıkarılabilir nitelikte ortaya koyamamıştır. “Doğaya ilişkin tüm görüşlerini daha çok kendi soyut uslamlamalarına ve mantıksal ölçümleme ve sonuç çıkarmalarına dayandırmıştır. Tüm bu görüşlerinden Copernicus’un haberdar olduğu ve çağ açıcı çalışmasında bu görüşlerden yararlandığı kabul edilmektedir” (Çelik, 2010: 209).

Hazırlayan: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Ömer YILDIRIM’ın Kişisel Ders Notları. Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf “Felsefeye Giriş” ve 2., 3., 4. Sınıf “Felsefe Tarihi” Dersleri Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...