Felsefe hakkında her şey…

Komünizm Mümkün müdür? Marksizm Uygulanabilir mi?

08.11.2019
1.634

On dokuzuncu yüzyılda İngiltere’nin kuzeyinde binlerce pamuk atölyesi vardı. Uzun bacalarından çıkan koyu dumanlar sokakları kirletir ve her yeri is kaplardı. içerideki erkek, kadın ve çocuklar, makinelerin dönmesini sürdürmek için çok uzun saatler çoğunlukla günde 14 saat çalışırdı.

Köle sayılmazlardı, fakat maaşları çok düşük, koşullar zor ve çoğunlukla tehlikeliydi. Eğer dikkatlerini kaybederlerse makinelere yakalanabilir, uzuvlarını kaybedebilir, hatta ölebilirlerdi. Bu tür durumlarda uygulanan tıbbi yardım çok temeldi. Çok az seçenekleri vardı, çalışmazlarsa aç kalırlardı.

Ayrılırlarsa, başka bir iş bulamayabilirlerdi. Bu koşullar altında çalışan insanlar uzun yaşamazdı ve hayatlarında kendilerinin diyebilecekleri çok nadir anlar vardı. Bu süreçte atölye sahipleri gitgide zenginleşti. Esas kaygıları kâr etmekti. Sermayeleri (daha fazla para kazanmak için kullanabilecekleri para), binaları ve makineleri, az çok kendi malları sayılacak işçileri vardı. işçilerin ise hemen hemen hiçbir şeyi yoktu. Tüm yapabildikleri, çalışma kabiliyetlerini satmak ve atölye sahiplerinin zenginleşmesine yardım etmekti. Emekleriyle atölye sahiplerinin satın aldığı hammaddelere değer katıyorlardı. Pamuk fabrikaya girdiğinde, çıktığı halinden çok daha az değerdeydi. Fakat satıldıktan sonra pamuğa eklenen bu değerin çoğu, fabrika sahiplerine gidiyordu. işçilere gelince, fabrika sahipleri onlara mümkün olan en düşük ücreti veriyor, genellikle sadece hayatta kalmalarına yetecek kadar ödeme yapıyordu. işçilerin iş güvenliği yoktu. Eğer yaptıkları şeye olan talep düşerse, işten atılır ve başka iş bulamazlarsa ölüme terk edilirlerdi.

Alman filozof Karl Marx, 1830’larda yazmaya başladığında, Sanayi Devrimi’nin yarattığı bu sert koşullar sadece İngiltere’de değil, tüm Avrupa’da etkisini göstermekteydi. Bu durum Marx’ı öfkelendiriyordu. Marx bir eşitlikçiydi:  İnsanlara eşit davranılması gerektiğini düşünüyordu. Fakat kapitalist sistemde —çoğunlukla miras kalan bir servetten dolayı— parası olanlar, gitgide daha zenginleşiyordu. Bu sırada, emeklerini satmaktan başka yapacak bir şeyleri olmayan insanlar sefil hayatlar yaşıyor ve sömürülüyorlardı.

Marx için tüm insanlık tarihi, bir sınıf mücadelesi olarak açıklanabilirdi: Zengin kapitalist sınıf (burjuvazi) ile çalışan sınıf ya da proletarya arasındaki mücadele. Burjuvazi ile proletarya arasındaki bu ilişki, insanoğlunun potansiyeline ulaşmasını engelliyor, çalışmayı tatmin edici bir etkinlik yerine acı dolu bir şeye çeviriyordu. Muazzam bir enerjiye sahip ve sorun yaratmasıyla ünlü olan Marx, hayatının çoğunu fakirlik içinde geçirdi, zulümden kurtulmak için Almanya’dan Paris’e, sonra da Brüksel’e yerleşti. Nihayet Londra’yı mesken tutmuştur. Burada yedi çocuğu, eşi Jenny ve kendisinden gayrimeşru bir çocuk sahibi olduğu temizlikçisi Helene Demuth’la yaşadı. Dostu Friedrich Engels, gazetelerde yazabileceği işler bulması için ona yardım etti ve hatta Marx’ın gayrimeşru oğlunu, durumu örtbas etmek için evlat edindi. Bununla birlikte, Marx ailesinin nadiren yaşamını sürdürebilecek kadar parası oluyordu. Çoğu zaman hastaydılar, açtılar ve üşüyorlardı. Çocuklarından üçü trajik bir şekilde yetişkinlik çağına gelmeden öldü. Hayatının sonraki yıllarında Marx, günlerinin çoğunu, çalışmak ve yazmak için Londra’daki British Museum’un okuma odasında geçirecek, diğer günlerde de Soho’daki kalabalık dairesinde kalıp kendi el yazısı çok kötü olduğu, hatta bazen kendisi bile okuyamadığı için düşüncelerini eşine yazdıracaktı. Bu zor koşullarda muazzam sayıda, elliden fazla kalın cildi dolduracak kadar kitap ve makale üretti. Düşünceleri, kimileri için iyi, pek çok kişi için ise şüphesiz kötü yönde, milyonlarca insanın hayatını değiştirdi. Gerçi kendi zamanında eksantrik bir figür, belki de biraz çılgın biri gibi görünüyor olmalıydı. Ne kadar etkili olacağını az insan öngörebildi.

Marx kendini işçilerle özdeşleştiriyordu. Toplumun tüm yapıları onları eziyordu. Tam olarak insanca yaşayamıyorlardı. Kısa bir süre sonra fabrika sahipleri, üretim sürecini küçük birimlere ayırmaları halinde daha fazla ürün elde edebileceklerinin farkına vardılar. Böylece her işçi, üretim hattındaki belirli bir işte uzmanlaşabilirdi. Fakat bu, işçilerin hayatını, onları sıkıcı ve sürekli tekrarlayan eylemlerde bulunmaya zorlayarak daha da tatsız hale getirdi. Bütün üretim sürecini görmüyor ve ancak karınlarını doyuracak kadar kazanıyorlardı. Yaratıcı olmak yerine yıpranıyorlar, fabrika sahiplerinin zenginleşmesinden başka bir amacı olmayan dev bir makinenin dişlilerine dönüşüyorlardı. Sanki gerçekte insan değillerdi, sadece üretim hattının devam etmesi ve kapitalistlerin daha fazla kâr işçilerin emeğiyle yaratılan, Marx’ın “artı değer” dediği şeyi koparmalarını sağlamak için doyurulması gereken karınlar olarak görülüyorlardı: Tüm bunların işçiler üzerindeki etkisi, Marx’ın yabancılaşma dediği şeydi. Bu sözcükle birkaç şey demek istiyordu. işçiler yabancılaşmışlardı ya da gerçekte insan olarak oldukları şeyden uzaklaşmışlardı. Yaptıkları şeyler de onları yabancılaştırmıştı. Ne kadar çok çalışırlarsa, o kadar fazla üretirlerdi ve kapitalistler için daha fazla kâr sağlarlardı. Nesnelerin kendisi bile işçilerden intikam alır gibiydi.

Gelgelelim, hayatları sefil ve tamamen ekonomik koşullarla belirlenmiş olsa da bu insanlar için hâlâ biraz umut vardı. Marx, kapitalizmin sonunda kendi kendini ortadan kaldıracağına inanıyordu. Proletarya, önünde sonunda şiddetli bir devrimle yönetimi devralacaktı. Er ya da geç, dökülen tüm bu kandan, insanların artık sömürülmediği, yaratıcı ve işbirliği içinde olabildikleri daha iyi bir dünya doğacaktı. Herkes topluma bir şekilde katkıda bulunacak ve toplum da bunun karşılığını verecekti: Marx’mın görüşü, “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre”ydi. İşçiler fabrikaların kontrolünü ellerine alarak, herkesin ihtiyaç duyduğunu almaya yetecek kadar şeye sahip olduğundan emin olacaklardı. Kimsenin aç kalmasına ya da uygun giyecek veya barınağı olmadan yaşamasına gerek olmayacaktı. Bu gelecek, komünizm, işbirliğinin yararlarının paylaşılmasına dayanan bir dünyaydı. Marx, toplumun gelişim yönüne ilişkin çalışmasının, bu geleceğin kaçınılmaz olduğunu gösterdiğine inanıyordu. Tarihin yapısı içerisine inşa edilmişti. Fakat bir parça yardım gerekebilirdi ve 1848’de Engels’le birlikte yazdığı Komünist Manifestoda, dünya işçilerini birleşmeye ve kapitalizmi devirmeye davet etti. Jean-Jacques Rousseau‘nun “Toplum Sözleşmesi“nin baştaki satırlarını tekrarlayarak, işçilerin zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyleri olmadığını ilan ediyordu.

Marx tarihle ilgili düşüncelerinde Hegel‘den etkilendi. Hegel, görmüş olduğumuz gibi, her şeyin altında yatan bir yapının olduğunu ve aşamalı olarak bir şekilde kendinin bilincinde olacak bir dünyaya doğru ilerlediğimizi ifade etmişti. Marx, Hegel’den ilerlemenin kaçınılmazlığıyla birlikte, tarihin bir örüntüye sahip olduğu, olayların birbirini izlemesinden ibaret olmadığı fikrini aldı. Ancak Marx’ın yorumunda ilerleme, altta yatan ekonomik güçler nedeniyle gerçekleşiyordu. Marx ve Engels, sınıf mücadelesinin yerine, kimsenin toprak sahibi olmadığı, miras biırakılmayan, eğitimin ücretsiz olduğu ve kamu fabrikalarını herkesin ihtiyacını karşıladığı bir dünya vaat etmiştir. Din ya da ahlaka da gerek olmayacaktı. Din, daha sonra meşhur olan ifadesiyle, “halkın afyonu”ydu: İnsanları, gerçekte baskı altında olduklarını fark edemeyecekleri şekilde uyutan bir uyuşturucu gibiydi. Devrimden sonraki yeni dünyada insanlar, insanlıklarını gerçekleştirebilecekti. Yapıp ettikleri anlamlı olacak ve herkese yararlı olacak şekilde işbirliği yapacaklardı. Devrim, tüm bunları baş armanın yoluydu, bu da, zenginler öylece servetlerinden vazgeçmeyecekleri için şiddet anlamına geliyordu.

Marx, geçmişteki filozofların dünyayı sadece yorumlamış olduklarını düşünüyordu, oysa onun istediği dünyayı değiştirmekti. Bu, birçoğu ahlaki ve siyasi reformlar üzerinde durmuş olan ondan önceki filozoflara bir parça haksızlıktı. Ancak onun düşünceleri, birçoğundan daha etkili oldu. Düşünceleri çabucak yayıldı, 1917’de Rusya’da ve başka yerlerde görülen gerçek devrimlere ilham verdi. Ne yazık ki Rusya ve bazı komşuların’ içine alarak kurulmuş devasa bir devlet olan Sovyetler Birliği’nin, yirminci yüzyılda Marksist çizgide oluşturulmuş diğer komünist devletlerin çoğuyla birlikte baskıcı, etkisiz ve yozlaşmış olduğu anlaşıldı. Üretim süreçlerini ulusal ölçekte düzenlemek, hayal edilebileceğinden çok daha zordu. Marksistler, bunun, Marksist düşüncenin kendisine zarar vermediğini iddia eder. Bazıları hâlâ Marx’ın toplum hakkındaki düşüncelerinin temelde doğru olduğuna inanır ancak komünist devletlerin yöneticileri bu devletleri gerçek anlamda komünist çizgide yönetmemişlerdir. Başkaları ise insan doğasının bizi, Marx’ın hesaba katmadığı kadar rekabetçi ve kendimiz için açgözlü yaptığına işaret ederler: Onların görüşüne göre, insanların komünist bir devlette tam anlamıyla işbirliği yapması mümkün değildir, bizler öyle yaratılmamışızdır. 1883 yılında veremden öldüğünde, az sayıda insan Marx’ın kendinden sonraki tarih üzerindeki etkisini öngörebilmişti. Düşünceleri de Londra Highgate Mezarlığında onunla birlikte gömülecekmiş gibi görünüyordu. Engels’in, mezarı başındaki “Adı yüzyıllar boyunca yaşayacak, eseri de!” ifadesi hayal gibi görünüyordu.

Hazırlayan: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Ömer YILDIRIM’ın Kişisel Ders Notları. Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf “Felsefeye Giriş” ve 2., 3., 4. Sınıf “Felsefe Tarihi” Dersleri Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı; “Felsefenin Kısa Tarihi” Nigel Warburton

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...