Felsefe hakkında her şey…

Süreç felsefesi nedir? Oluş felsefesi

23.10.2022
Süreç felsefesi nedir? Oluş felsefesi

Süreç felsefesi statik bir varlık anlayışına temel oluşturan töz metafiziğine karşı çıkarak yaratıcı gelişme ve değişmeyi ön plana çıkartan, doğanın sürekli olarak değişen olay dizilerinden meydana geldiğini, gerçekliğin temelinde, tözün değil de sürecin, yani belli bir doğrultusu olan bir değişmenin bulunduğunu öne süren felsefe disiplinidir.

Süreç felsefesi, soyut kavramlar dışında, her şeyin sürece tabi olduğunu; dolayısıyla, dilin ve kavramların, doğadaki süreçleri, değişmenin sürekli olan doğasını ve akış içindeki olay ve varlıkların bireyselliğini ifade edemeyeceğini, ifade etmeye kalkıştığında, birtakım paradokslara yol açtığını dile getirir.

Oluş felsefesi ya da süreç felsefesi, öncelikle felsefenin görevine ilişkin yeni ve farklı bir kavrayıştan güç alır. Oluş filozof­larına göre felsefeye düşen en temel görev, deneyimlenmiş bütün olgulara uygun düşen bir metafizik ya da varlık anlayışı geliştirmektir. Felsefenin bu görevini yerine getirebilmesi, tutarlı bir metafizik geliştirebilmesi için de onun sadece doğa bilimlerine dayanması hiçbir şekilde yeterli olmaz. O, felsefenin, oluş felsefesi ekseninde, insanların estetik, etik ve dinî sezgilerine de hakkını vermesi gerektiğini savunur. Bu görüş açısından felsefenin en büyük başarısı, din ve bilimin temel vukuf­larını bütünlüklü bir yapı ve rasyonel bir düşünce şeması içinde bir araya getirmek olmalıdır. Bu ise ancak her iki taraf­tan da gelen abartı ve dayatmaların aşılmasıyla mümkün olabilir. Süreç filozof­larına göre, bilim söz konusu olduğunda bu dayatma ya da abartıların en önemlileri, “bilimsel materyalizm ve duyumcu algı teorisidir.

Süreç filozof­ları işte bu temel üzerinde bilimin, bilimsel devrimin dayattığı modern töz metafiziğini eleştirirler. Bilimsel materyalizm adını verdikleri söz konusu modern töz metafiziğine, onlar her şeyden önce sağduyunun, söz gelimi düşünce ve eylemlerimizin tamamen veya bir bütün olarak maddi nedenler tarafından belirlenmediği türünden temel inançlarına ters düştüğü gerekçesiyle karşı çıkarlar. Söz konusu modern töz metafiziğinin, ikinci olarak bilimin kendisine bile uygun düşmediği kabul edilir. Bu, biyoloji ve psikolojide açıkça ortaya çıkan bir olgudur. Modern töz metafiziği, çok daha önemlisi cansız soyutlamaları, sözde hakikatleri ve en azından yanlış yere konmuş vurguların belirlediği hatalarıyla, söz gelimi her şeyin içsel süreçten ve asli bir değerden yoksun madde parçacıklarının hareketiyle açıklanabileceğini öne sürerek gerçekliği tahrif eder. Süreç felsefesi, bu yüzden gerçekliğin temel birimleri olarak söz konusu töz metafiziğinin maddi tözü veya cansız madde parçacıkları yerine, canlı değişme süreçlerini geçirmenin yegâne çözüm olduğunu öne sürer.

Oluş felsefesinin ya da süreç felsefesinin savunuculuğunu yapan çok sayıda düşünür vardır. Bununla birlikte, oluş felsefesi deyince esas akla gelen filozof­lar Bergson ve Whitehead’tir. Gerçekten de Bergson bütün bir töz metafiziğini, daha ziyade zekâya dayandığını söylediği modern bilim ekseninden eleştirir. Bergson’un bakış açısından doğa bilimleri zekânın başarısı olup bu sebeple zekânın işlevindeki sınırı yansıtır. Bu sınırın, bilimler kendi zaman ve hareket kavramlarını oluşturdukları zaman aşikâr hale geldiğini savunan Bergson açısından, sonuçta ortaya çıkan şeyler cansız ve statik soyutlamalardan başka bir şey değildir. Bu soyutlamalar her ne kadar pratik anlamda faydalı olsalar da oluşun en önemli unsurunu yok saymak suretiyle zaman ve hareketin somut olarak deneyimlenen doğasını yanlışlar. Bu yanlışlamanın zekânın işleyiş biçimine özgü olduğunu öne süren Bergson’a göre, zekâ, özü gereği, yalnızca tekrar edebileni ve rutini tutabilir; gerçek oluşu kucaklayamaz.

Bergson, bilimlerin varlığın tam ve yeterli bir açıklamasını hiçbir zaman veremeyeceğini, dolayısıyla başka bir disiplinin bu bilimleri tamamlaması gerektiğini öne sürer. Bu disiplin metafiziktir ama klasik töz metafiziği değildir çünkü bu töz metafiziği de yine zekânın bir yaratısı olup bilimlerin muzdarip olduğu aynı yetersizlikleri sergiler. Herakleitos gibi istisna filozof­lar dışında metafizikçiler, ona göre, değişimi yanlış anlamış ve değişmeye dünyada gerçekten sahip olduğu önceliği verememişlerdir. Bu töz metafizikçileri, Bergson’a göre oluş yerine, statik varlığı mutlak kabul etmiş ve oluşun varlıktan türetilebileceğini öne sürmüşlerdir. Demokritos’un yıkılmaz atomları, Platon’un ezeli- ebedi İdeaları veya Kant’ın sabit kategorileri, hep zekânın, mantık kurallarına göre mekanik olarak birleştirilmiş ya da ayırt edilmiş değişmeyen birimlerini ortaya koyar.

Böyle bir anlayışla ne zamanı ne de değişimi kavramanın mümkün olamayacağını söyleyen Bergson metafiziği yeniden oluş metafiziği olarak tanımlayıp ona yeni bir yöntem önerir. Bu yol ya da yöntem ise sürekli bir oluş, değişme ve gelişme içerisindeki gerçekliği anlamanın biricik yöntemi olarak sezgidir. Buna göre, zihnimiz kendisini hareket ve değişme halindeki gerçeklik içerisine yerleştirebilir ve onu sezgisel olarak kavrayabilir. Bergson’un gözünde, doğada önceden hazır verilmiş değişmez yapılar, verili biçimler yoktur; yaşam kendi biçimlerini değişen koşullara göre sürekli olarak yaratır. Gerçekliğin süre ve hayatın bir eğilim olduğunu öne süren Bergson’a göre, hayat tüm farklı eğilimleri barındırır ve onlarla birlikte ayrı ayrı evrimleşecek olan türlerin birbirine karşı dizilerini yaratır. Birbirine karşı yollarda yepyeni biçimler yaratan yaşamın genel bir hareketi olup Bergson, bu genel hareketi oluşturan şeye yaratıcı hayat hamlesi adını verir. Bu hamle, “yaşamı gitgide karmaşık biçimlerle, gittikçe daha yüksek kaderlere taşıyan içsel bir ittirmedir”, durmaksızın yenilenen yaratıdır; sürenin “tüm evrene içkin” olduğunu söyleyen Bergson, gerçekliğin süregelen varoluşunu hakiki süreklilik ve gerçek hareket anlamlarına gelen “yaratıcı evrim” le tanımlar.

Töz metafiziğinin çağdaş düşüncedeki bir başka büyük eleştirmeni olan Whitehead de felsefede statik ya da değişmez bir varlık anlayışına karşı çıkar. Evrende sürekli bir oluş ve değişme olduğunu, onda aslında tek bir gerçekliğin bulunduğunu savunur: Yalnızca görünen ve algılanan gerçektir. Whitehead, “benlikle ben olmayan, düşünceyle eşya arasında bir boşluk ve ayrılık bulunmadığını” öne sürer. Bunun nedeni ise dünyadaki hiçbir şeyin başka her şeyden tecrit edilmiş ya da yalıtılmış olarak var olmamasıdır. Dünyadaki her şey bir başka şeye bağlanmış olup ancak başka şeylerle olan ilişkileriyle anlaşılabilir; bundan dolayı, kendi başına var olan, statik bir varlık yoktur.

Whitehead’e göre, dünyada, ne varoluşu için başka bir şeye gerek duymayan bağımsız varlıklar ne de statik varlıkları ifade eden kavramlar söz konusudur. Dünyada, yalnızca olaylardan meydana gelen sınırsız bir ağın varlığından söz edilebilir. Dahası, bu ağdaki her olay biriciktir ve onun kendine özgü bir yapısı vardır. Yine Whitehead’e göre, var olan her şey bir başka şeyle birlikte vardır. O, var olan her şeyin, başka şeylerin varoluşuna karşı duyarlı olduğunu söyler. Yani her varlık, başka şeylerle olan aktif ilişkilerinden meydana gelir. O, varlığın duyular aracılığıyla gerçekleşen algıda gözlemlenen nesnelerin toplamıyla sürekli bir değişme sürecinden daha fazla hiçbir şey olmadığını savunur.

Whitehead, değişmenin ancak süre olarak anlaşılabilir olduğunu dile getirir. Başka bir deyişle, var olan şeylerle ilgili olarak ayrıca onların sürekli bir akış ve değişme içinde olduklarını söylemek gerektiğini bildiren Whitehead’in deyişiyle, evrenin akıp geçmekte oluşundan başka bir temel doğru yoktur. Değişme ve akış sürekli olduğu için, gerçek dünya, bir imkânlar dünyasıdır. Bu imkânları, değişme ve akış doğrultularını belirleyen iki temel ilke vardır: Yaratıcılık ve süreklilik.

Kaynak: FELSEFE, s. 62-67, T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 2487 AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 1458

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...