Sanatsal eleştirinin doğuşu ve gelişimi
Eleştirinin tarihi sanatların tarihi kadar eskidir. İnsanlar en eski devirlerden başlayarak, sanat eserleri karşısında ilgisiz kalmamışlar, onlar karşısında duydukları hayranlıkları, hayal kırıklıklarını ifade etmişlerdir. Zamanla bu doğal tepkiler, yerini uzman değerlendirmelerine bırakmış ve böylece aynı zamanda bir sanat ve bilim sayılan eleştiri türü doğmuştur.
İlk çağlarda filozoflar ve yazarlar bazı edebî eserlerin insanların hafızasında yer ettiğini, unutulmadığını, bazılarının ise zamanla tamamen unutulduğunu fark etmişlerdi ve bunun sebeplerini araştırmakla işe koyuldular. Kalıcı eserlerin güzel ve iyi ile ilişkili olduğu görüşünü benimsediler. Bu güzel ve iyi, aslında kendisiyle var olan bir şeydi ve sanat eserinin dışındaydı. Sanat eseri onu ancak varlığıyla hissedilir kılabilirdi. İlkçağda, büyük eleştirmenler yetişti. Bunların en meşhurları, Sokrat, Platon ve Aristoteles’tir.
Platon, sanat ve şiir hakkında, iyi ve güzelin ne olduğu konusunda oldukça önemli estetik kuramlar geliştirdi. Aristoteles, “Poétique” ve “Rhétorique” (Şiir sanatı ve İfade Sanatı) adlı kitaplarında edebiyatı ilk defa sistemli ve bilimsel bir şekilde inceledi. Şiir sanatı ve ifade sanatının nitelikleri hakkında üzerinde hâlâ düşünülüp tartışılan felsefî ve derin fikirler geliştirdi. Aristoteles’ten sonra Théophraste birçok eleştiri kitabı yazdı.
Platon ve Aristoteles’e göre sanat, bir yapma, bir yaratma işidir. Ancak bu yaratma, yoktan var eden bir yaratma değildir, var olanı taklide yahut yansıtmaya dayanan bir yaratmadır. Bu görüşe göre sanatçı, ister ressam, ister şair yahut yazar olsun, eserlerinde tabiatı, hayatı, toplumu, insanları yansıtır. Onlar, eserleriyle âdeta hayata ayna tutarlar.
Platon ve Aristoteles, sanatın bir taklit olduğu görüşünde birleşirler, fakat taklidin niteliği konusundaki görüşleri farklıdır:
Platon’un felsefesinde biçimler, fikirler (İdea) kavramı önemli bir yere sahiptir. “İdea”, duyularla kavranabilen şeylerin tamamen zihnî, mükemmel ve ebedî olan özüdür. Platon, bir düşünür olarak her şeyin göreceli olduğuna inanan Sofistlerin aksine, değişmeyen, insandan bağımsız, yetkin bir gerçekliğin olduğuna inanıyordu. Duyularımızla kavradığımız ve değişkenlikleri karşısında şaşırdığımız dünyanın yanında duyularla değil düşüncemizle kavrayabileceğimiz değişmez bir biçimler dünyası vardır. Asıl olan, biçimler dünyasıdır. Duyularımızla kavradığımız çevremizdeki dünya, yıldızlar, dağlar, denizler, ağaçlar, insanlar, kendilerine ait olan biçimlerin birer kopyası, birer taklididir (mimesis). Durmadan değişen duyularımızdan gelen bilgiler gerçek bilgi değildir, gerçek bilgi, değişmeyen hep aynı kalan “İdea”ların bilgisidir.
Duyular dünyasına ait olan ağaçlar, ırmaklar birer taklittir, yansımadır, “idea”ların taklididir; ama tabiatta ikinci dereceden bir taklit, bir yansıma daha vardır, o da mesela ağacın sudaki aksidir. Bu durumda ağacın sudaki yansıması, taklidin taklididir. Sanatçı, bir taklit olan duyular dünyasını taklit ettiğine göre ortaya koyduğu, yarattığı eser, ağacın sudaki aksi gibi ikinci dereceden bir taklittir yani taklidin taklididir, dolayısıyla pek de kıymetli bir şey değildir.
Platon’a göre “İdea”lar bizi gerçeklere götürür, sanatçılar, şairler heyecan veren güzel eserler yaratsalar da insanları gerçeklerden uzaklaştırırlar. Sanat ve edebiyat eserleri aslında gerçekliği yansıtmaz. Şair ve yazarlar, akla dayanmazlar, bilgiden yola çıkmazlar, vecd içinde, ilahi bir ilhamla yazarlar. Okuyucunun yahut dinleyicinin aklına değil, duygularına seslenirler. Dolayısıyla onları asıl olan biçimlerden uzaklaştırırlar. Şairlerin uzmanı olduğu bir konu da yoktur ve eserlerinde çok zaman gençlere kötü örnek olacak konuları ele alırlar. (Moran, 1972, s. 19)
Platon’a göre sanatta güzellik de biçimlerin akisleridir. Nesneler dünyasındaki ve sanatta gördüğümüz güzellikler, “güzel-ideası”nın akislerinden başka bir şey değildir.
Sanat ve edebiyat üzerine yazılmış ilk önemli ve sistemli eser Aristoteles’in Poetika’sıdır. Aristoteles Lycée’de verdiği derslerin notlarından oluşan bu kitabında edebiyat ve eleştiri biliminin temellerini atmıştır. Aristoteles’in sanat ve edebiyat üzerine ortaya koyduğu tanımlar, tasnifler, prensipler, kurallar yüzyıllarca aynen benimsendi ve temel bilgiler olarak kabul edildi. Edebiyat ve eleştiri üzerine öne sürdüğü fikirler, büyük ölçüde günümüz bilim dünyasında dahi araştırmaların hareket noktasını oluşturmakta, tanımladığı kavramlar üzerinde hâlâ tartışılmaktadır. O, bu kitabıyla kendisinden sonraki iki bin yıldan uzun süren edebiyat ve eleştiri araştırmalarının programını hazırlamış gibidir.
Aristoteles, bu eserinde edebî türleri (forme) tanımladı, sınıflandırdı ve çağının sanat eserlerinin eleştirisini yaptı. Taklit (Mimesis) ve Arınma (Catharsis) gibi edebî araştırmalarda hâlâ kullanılmakta olan temel kavramları ortaya koydu. Bu filozofa göre sanatın yararı, okuyucu ve seyircinin duygularında bir arınma sağlaması, bazı heyecanları sanat yoluyla hissedip onlardan kurtulmasına âdeta hazırlamasıdır. Edebî eserlerin özellikle tragedyanın yazılmasında uyulacak teknikleri belirledi. Bu görüşler, Fransız klasisizminin temellerini oluşturdu. Aristoteles’e göre tragedya bütünlüğü olan bir hareketin taklididir. Tragedyada bütünlüğü sağlayan ne kahramanlar ne de zamandır, bu bütünlük başı, ortası ve sonu anlatılan hareket sayesinde sağlanır. Aristoteles’in bu tanımı, okul kitaplarında hikâye ve romanın bölümlenmesinde hâlâ öğretilen “serim, düğüm, çözüm” formülünün kaynağını oluşturur. Hikâye, birlikli ve tamamlanmış bir hareketin taklidi olmalıdır. Fazlanın kompozisyonda yeri yoktur. Eserin kompozisyonunu da olabilirlik ilkesi yani olasılık ve zorunluluk kanunu idare etmelidir.
Aristoteles Tragedya nedir sorusuna “taklittir”, neyi anlatır sorusuna “insan hareketlerini”, neyle anlatır sorusuna “sözle, ritimle, harmoni ile”, nasıl anlatır sorusuna “hikâye ederek, hareket halinde” neden anlatır sorusuna “taklit içtepisine, güdüsüne sahip olduğu için”, hangi amaçla anlatır sorusuna “uyandırdığı duygularla ruhları tutkularından arındırmak için” (catharsis) cevaplarını verir. (Aristoteles, Poetika, çev.: Tunalı)
Aristoteles’in hocası Platon, sanatın ve edebiyatın gerçekliklerden uzak olduğunu iddia ediyordu. Aristoteles ise sanatın gerçekleri yansıttığına inanıyordu. Platon’a göre gerçek olan biçimler (idealar), duyu dünyasının dışındadır. Aristoteles’e göre ise gerçek, duyu dünyasındadır, dolayısıyla sanatçı, bize ikinci dereceden bilgiler sunan birisi değil, hayatı ve dünyayı açıklayan adamdır. İnsan psikolojisini ve olguları yansıtan sanatçı, aslında gerçekleri yansıtır. Madde ve biçim (form) birbirinden ayrılamaz. Duyu dünyasındaki nesneler aynı zamanda madde ve biçimdir.
Aristoteles, taklidin niteliğini de açıklar. Sanatçı nesneleri aynen mi taklit eder yoksa değiştirerek, seçerek, sıralayarak, kendisine göre onlara yeni bir düzen vererek mi ifade eder? Aristoteles’e göre tabiatı ve olayları aynen taklit etmenin ne bir anlamı vardır, ne de imkânı. Bir tragedya kahramanının yaptığı her şeyi anlatmak âdeta imkansız ve gereksizdir. Bundan dolayı sanatçı gerçekleri seçerek, sıralayarak, kendisine göre onlara yeni bir düzen vererek anlatır. Bir tarihçi bir olayı olduğu gibi anlatma gayreti içindedir. Buna karşılık bir yazar, tek bir kişinin hayatını olduğu gibi anlatmaya kalkışmaz, bir adamın hayatını anlatırken genel olarak insanı anlatmaya çalışır. Başka bir ifadeyle özel bir olguyu ele alsa da o özel olgu aracılığıyla genel olanı anlatır.
Aristoteles, böylece tarih türü ile hikâye ve tragedya arasındaki ayırt edici en önemli farkı yakalar. Poetika’nın dokuzuncu bölümünde şöyle der:
“Şimdiye kadar söylenenlerden şu sonuç çıkıyor: Şairin ödevi, gerçekten olan şeyi değil, tersine olabilir olan şeyi, yani olasılık veya zorunluluk kanunlarına göre mümkün olan şeyi ifade etmektir. Tarih yazarı ve şair, biri düz-yazı, öteki nazım yazdığı için birbirlerinden ayrılmazlar; çünkü Herodotos’un eserinin mısralar haline getirilmiş olduğu düşünülebilir; bununla birlikte, ister nazım isterse düz-yazı halinde olsun, Herodotos’un eseri bir tarih eseridir. Ayrılık daha çok şu noktada bulunur: Tarihçi daha çok gerçekten olan şeyi ifade eder, şair ise olabilir-olan şeyi ifade eder. Bunun için şiir, tarih eserine göre daha felsefi olduğu gibi, daha üstün olarak da değerlendirilebilir; çünkü şiir, daha çok genel olanı tarih ise tek olanı (özel) tasvir eder.” ( Tunalı, Poetika, 1963, s.30.)
Bu düşünceleriyle Aristoteles bize tarih türü ile hikâye ve tragedya arasındaki temel farkı, temel karşıtlığı gösterir. Tarih, daha çok özeli, edebî eser daha çok geneli anlatır. Bu, edebî eserlerde özelin ele alınamayacağı manasına gelmez, birçok tragedyada özel, tarihî kişiler kahraman olarak yer almaktadır. Bilim ve felsefe de genelin peşindedir. Çünkü insan zihni sınırlıdır ve nesneleri tek tek bilme gücüne sahip değildir. Bilimin genel ve geçerli kanunlar peşinde koşmasının sebebi de budur. Edebî eser, genele daha yakın olduğundan tarih türünden daha üstün sayılabilir.
Aristoteles, yukarıdaki parçasında Tarih türü ile hikâye ve tragedya arasında ikinci bir farkı da belirtir: Tarih, olanı; hikâye ve tragedya ise daha çok olabilir olanı ifade eder. Bu ayırım, okul kitaplarındaki hikâye ve roman tanımlarında hâlâ yaşamaktadır. Edebî eserler gerçekleri mi yansıtmalıdır, yoksa hayalî mi olmalıdır tartışmalarına da ciddi bir cevap niteliğindedir. Çünkü edebî eser, tamamen gerçekleri yansıtmaya yöneldiği anda edebî olma özelliğini de tartışmalı hale getirmektedir.
Aristoteles’e göre yazarın ister özeli anlatsın ister geneli anlatsın, olguların tasvirinde zorunlu olarak uyacağı üç yöntem vardır:
Sanatçı nesneleri: 1) Ya nasıl idiyseler veya nasılsalar, 2) Ya insanların inançlarına veya mitoslara (mythos) göre, 3) Ya da nasıl olmaları gerekiyorsa öyle anlatabilir.
Aristo bu ayırımıyla -sırasıyla- realist, hayalci ve idealist edebiyat akımlarının ilkelerini de ortaya koymuş olur. Birinci ilke realist, ikinci ilke hayalci, üçüncü ilke idealist akımların genel niteliğini ifade eder.
Özetlenecek olursa sanatta taklit üç farklı şekilde karşımıza çıkar: 1) Sanat görünüş dünyasını yansıtır. 2) Sanat geneli yansıtır. 3) Sanat ideali yansıtır.
Bu konuda Platon da Aristoteles de aynı görüştedir. Farklı düşündükleri şey, genelin ve idealin niteliğidir. Aristoteles’e göre şair, nesneleri oldukları gibi yansıtabileceği gibi, onları nasıl olmaları gerekiyorsa o şekilde de tasvir edebilir. Bu ikincisi, tercih edilecek tutumdur. Aristoteles, “sanat genel ve ideal olanı anlatır” derken yine duyular dünyasına bağlı idi. Platoncu kuramcılar ise idealleştirmeden söz ederken aşkın (transcendental) bir gerçekliğe ulaşmayı, “İdea”ları düşünüyorlardı. Üstünde yaşanılan dünyadan daha iyi bir dünyayı hayal ediyorlardı. Bu görüş, Yeni Platonculuk (Neo-platonisme) adı altında Rönesans’ta İtalya’da tekrar canlanmış, oradan Fransa ve İngiltere’ye kadar yayılmıştır.
Eleştiri çalışmaları daha sonra İskenderiye Okulu tarafından geliştirildi. Burada yapılan çalışmalar, Platon’un ve Aristoteles’in felsefî görüşlerine dayanmakla birlikte esas olarak dil bilgisi ağırlıklıydı, yani dil ve kültür öğeleri üzerinde derin, sistemli görüşler geliştirdiler. Başlıca temsilcileri Aristarque de Samothrace’tı. Aristarque, bütün ilkçağın en meşhur eleştirmen ve gramercilerinden birisiydi. Ciceron ve Horace, onu eleştirmenlerin eleştirmeni olarak görüyorlardı. İskenderiyeli araştırmacılar eski Yunan yazarlarının ortaya koyduğu ilkeleri, kuralları araştırdılar. Denys d’Halicarnasse, üslup ve dilbilgisi çalışmalarını derinleştirdi, hitabet sanatının kurallarını araştırdı. Plutarque, eserlerinde ahlakçı bir eleştirinin örneklerini verdi, görüşlerini herkesin anlayabileceği bir dille ortaya koydu.
MÖ. I. yüzyılda yazıldığı tahmin edilen Yüce Üzerine (Traité de Sublime), çok önemli bir eleştiri kitabıdır. Yazarı bilinmemektedir. (Bu kitabın önceleri Longin “Cassius Dionysius Longinus -M.S. 213-273- “ tarafından yazıldığı kabul ediliyordu. Örneğin Boileau, bu görüştedir. Fakat sonraları bunun doğru olmadığı görüşü benimsemiştir.) Bu eserde eski Yunanistan’da ortaya çıkan eleştiriler ele alınmış, üslup üzerine önemli fikirler ileri sürülmüştür. Kitapta “Yüce üslup” nedir sorusunun cevabı aranmıştır. Bu kitap, Aristoteles’in Poetika adlı eseriyle birlikte ilkçağın en önemli eleştiri kitabı sayılmaktadır. Eser Rönesans döneminde basılmış ve büyük ilgi görmüştür. Eserin ilk baskısı Francesco Robortello (1516- 1567) tarafından yapılmıştır. Barok döneminde sanatta “yüce” kavramı üzerinde tartışmalar başlamıştı, daha sonra Boileau, 1674’te bu eseri tercüme ederek yayınladı. “Yüce Üzerine” adlı eserin etkileri günümüze kadar ulaşmıştır (Thomas Weiskel, Harold Bloom, Laura Quiiney üzerinde etkileri vardır.).
Romalılar döneminde eleştiri, Elius Stilo’nun (MÖ. 154-74), Varron’un (Marcus Terentius Varro) (MÖ. 116-27) ve Jules César’ın (MÖ. 100-44) dilbilgisi çalışmalarıyla devam etti. Cicéron (Marcus Tullius Cicero) (MÖ. 106-43), Quintili (Marcus Fabius Quintilianus) ve Publius Cornelius Tacitus (MS. 56-117) gibi sanatçılar edebiyatın bütünü üzerinde değil, daha çok söylev sanatı üzerinde çalıştılar. Quintus Horatius Flaccus (Horace M.Ö. 65- MS. 27), eski Yunan sanatına yöneldi. Roma döneminde eleştiri, daha çok bir söylev sanatı eleştirisi olarak gelişti.
Ortaçağda, önemli sayılabilecek eleştiri eserleri yoktur. Bu dönemde bir “yazar” kavramı da yoktur, sanatçının kişiliği üzerinde durulmaz. Ortaçağda yaşamöyküsü (biyografi) alanında bazı gelişmeler vardır, ancak bunlar basit birer hayat hikâyesi tarzında yazılmıştır. Bu çağda dinî metinlerin yorumlanması, yani tefsir çalışmaları görülür. Yorumlanacak metinlerin doğru nüshalarının saptanması için çeşitli el yazması kitaplar incelenir ve doğru metinler elde etme çalışmaları görülür. Doğru bir eleştiri, ancak doğru bir metne dayanılarak yapılabileceği için, daha Ortaçağda metin eleştirisi (critique textuel) bilimi doğmuş ve bu bilim dalı sonraki yüzyıllarda gelişimini sürdürmüştür. Metin eleştirisi, tarih, edebiyat ve eleştiri bilimlerinin ortak çalışma alanıdır. Bu bilim dalı, eski el yazmalarının bulunması, bir eserin nüshalarının karşılaştırılması, gerekiyorsa nüshaların soy ağacının çıkarılması, özgün eserin bulunması veya kurulması, metnin tarihinin saptanması, müstensihlerin (kitapları kopya edenlerin) eserde yaptığı değişikliklerin saptanması gibi işlerle uğraşır. Yazıt bilimi (epigraphie) ve eski el yazılarını okuma bilimi (paléographie) metin eleştirisine yardımcı olan bilim dallarıdır. Yazıt bilimi, taş ve mermer gibi sağlam maddeler üzerine yazılmış yazılarla uğraşır. Eski el yazılarını okuma bilimi, bu yazıları okuma güçlükleriyle uğraşır; kullanılan yazının tiplerini, karakter değişimlerini, kullanılan kısaltmaları araştırır. Bu tip araştırmalar, günümüzde de devam etmektedir ve bilimsel eleştiri anlayışının ilk adımlarını oluşturmaktadır.
Rönesans döneminde İslam dünyasının kültüründen etkilenilerek tekrar eski Yunan kaynaklarına dönüldü, filolojik ve edebî eleştiri çalışmaları yapıldı. Aristoteles’in “Poétique” adlı eseri, Cicéron’un Orator et De Oratore adlı ifade sanatı kitabı, Quintilien’in L’institution Oratoire adlı kitabı ve Horace’ın L’art Poetique adlı eserleri, XVI. yüzyıl yazarları ve eleştiri anlayışı üzerinde etkili olmuştur. Bu yüzyılda eleştiri türünün gelişmesini sağlayan ikinci olgu, matbaanın gelişmesi, basım sanatının doğmasıdır. Basım sanatının gelişmesiyle birlikte, eserlerin üzerinde hüküm verilebilecek ve tartışılabilecek olan sağlam metinleri ortaya çıkar. Metinler, toplumun değişik sınıflarına ait geniş bir okuyucu kitlesine yayılır.
Bir rönesans eleştirmeni olan Sir Philip Sidney’e göre edebiyat, sadece eğlendiren ve zevk veren bir sanat değildir; onun eğitici bir yönü de vardır. İnsanlara doğru yaşamayı öğretecek bilim dallarının başında felsefe ve tarih yer alır. Ancak felsefe bize soyut, kuru ve genel bilgiler verir. Tarih ise somuttur, olanı anlatır, olması gereken üstünde durmaz. Anlattığı olaylardan bazıları gençler için olumsuz örnekler oluşturur. Edebiyat ise ne felsefe gibi soyut, ne tarih gibi tamamen özeldir. Hem somuttur, hem olması gerekeni anlatabilir. Edebiyat bu yönleriyle felsefe ve tarih eğitiminin boş bıraktığı bir alanı doldurur, etkileyici anlatımıyla eğitime katkıda bulunur. (Moran, 1972: 27)
Klasisizm, XVII. yüzyılda Fransa’da ortaya çıkan bir edebî akımın adıdır. Bu terim, zamanla XVI. ve XVIII. yüzyılların büyük yazarlarını ifade etmek için de kullanılmıştır. Klasisizm, mutlak monarşi rejiminin ideolojik ve estetik görüşünü yansıtıyordu. Bu akımın fikrî temellerini filozof Descartes, Metot Üzerine Konuşma (1637) adlı eseriyle atmıştır. Bu eserde insan aklı hakikatin kavranmasında en büyük dayanak olarak yüceltiliyordu ve akıl evrensel bir ölçüt olarak kabul ediliyordu. Boileau, Şiir Sanatı (Art Poétique) adlı kitabında bu akımın kuramlarını ortaya koymuş, Descartes’ın etkisiyle aklı, tabiatı, sağduyuyu sanatın hareket noktası olarak ilan etmişti. Sanatçının görevi, herkeste farklı olan özellikleri değil, herkeste ortak olan insan tabiatını taklit etmektir. Sanat, akla, gerçeğe, tabiata, sağduyuya dayanmalı ve insanlığın her devrinde aynı kalan insan tabiatını sergilemelidir. Yunan ve Roma sanatı mükemmeldir, dolayısıyla onlar örnek alınmalıdır. Bu akımın tiyatro yazarları, tiyatronun üç birlik kuralına (zaman birliği, mekan birliği ve olay birliği) büyük ölçüde uydular.
Klasik yazarlar, ahlak ile estetik arasında ilk çağda olduğu gibi, yeniden bir ilişki kurdular. Boileau için mükemmel eser, içerik ile biçimin uygunluğundan doğar. Ancak doğru düşünceler doğru bir biçimle ifade edilebilir. Sanatın kuralları, sezgi ile bulunur; sağlam bir sezgi, mükemmele ulaştırır. Bu, eleştiri için de doğrudur: Eleştiri, seçme, sezme ve iyiyi kötüden ayırma yetisi yani temyiz kabiliyetine dayanır.
XVII. yüzyılda yeni bir eleştiri biçimi doğmuştur: Bu yüzyılda zengin ve soylu kişiler, aydınları konaklarına, salonlarına, otellere davet ediyorlardı; bu toplantılarda yazılan ve basılan yeni eserler üzerinde sohbet ediyorlar, sözlü tartışmalar yapıyorlardı. Böylece sözlü bir eleştiri başladı. Ayrıca Guez de Balzac, Voiture gibi yazarlar aralarında mektuplaşarak bu tür eleştirinin farklı bir örneğini veriyorlardı.
XVII. yy. İngiliz eleştirmenlerinden Thomas Rymer, edebiyatın gerçeklere uygun olması gerektiğini savunuyordu. Shakespeare’in Othello’da asker İago’yu yalancı, düzenbaz, kötü bir tip olarak canlandırmasının gerçeklere uygun düşmediğini söylüyordu. Aslında askerler, toplum içinde saygın insanlardı. Yazar, tip yaratırken gerçeklere dayanmalıydı.
XVII. ve XVIII. yüzyılda Fransız edebiyatında idealist ya da kuramsal (teorik) bir eleştiri anlayışı vardır. Bütün eserler aynı doktrine göre ve kabul edilmiş bir ideale göre yargılanıyordu. Sanatta ahenk, düzen, kurallara uyma ve ölçü, ahlak, nezaket, saygı, dürüstlük ve efendilik vazgeçilemeyecek niteliklerdi.
Klasisizm akımının dayandığı bu dogmatik kuralları, bazı aydınlar kabul etmedi, bunun sonucunda Fransa’da 1650-1715 yılları arasına yayılan meşhur “Eskiler- Yeniler” kavgası başladı. Yenilerin temsilcisi olan Charles Perrault’ya göre eski Yunan sanatçıları, aşılamaz örnekler değildi. Bir şiirinde XIV. Louis devri sanat eserlerinin Auguste devrinin sanat eserlerinden üstün olduğunu yazdı (1687). Böylece tartışma genişledi. “Eski” taraftarları bu görüşe hücum ettiler. Perrault, Fontenelle, Corneille yeniler cephesinde yer aldı. Boileau, Racine, La Fontaine, La Bruyère ise eskileri temsil ediyordu. Yeniyi temsil edenlerin temel düşüncesi şuydu: Antikiteden beri insanlık, medeniyet, bilimler ilerlemiştir. Her yeni nesil, eski bilgilere yeni şeyler ilave etmiştir. Edebiyat da bu gelişimin dışında kalmamalı, katı kurallardan kurtulmalı, kendine has bir edebiyat yaratmalıdır. Her devir ve her coğrafyaya uygun düşen farklı edebiyat anlayışları olabilmelidir. Bu tartışmalar, yenilerin zaferiyle sonuçlandı.
XVIII. yüzyıl, Avrupa’da felsefenin geliştiği bir yüzyıl oldu. Bu çağın aydınları felsefeyi kişisel düşüncenin bağımsızlığı olarak algıladılar. Her çeşit düşünceye saygı gösterilmesi gerektiğini savundular ve her çeşit düşünceye de eleştirel bir gözle baktılar. Düşüncelerini yazmakla yetinmediler, edebî eserler de yazarak bu düşüncelerin topluma malolmasını sağladılar. Çağın hemen bütün bilgilerini toplayan bir ansiklopedi yayınlayıp çağdaş bilgileri topluma kazandırdılar. Toplumda yeni bir kamuoyu doğdu. Bunun sonucunda siyasî, ekonomik, dinî ve kültürel otoriteler zayıfladı. Montesquieu, Voltaire, Rousseau’nun fikirleri bütün Avrupa’ya yayıldı. Sonunda Fransız Devrimi gerçekleşti (1789). Bu gelişmelerden edebiyat hayatı da etkilendi. XVIII. yüzyılın sonunda İngiltere’de ve Almanya’da başlayan Romantizm hareketi Fransa’yı da etkisi altına aldı. Almanya’da Iéna’da kuramcı Friedrich, filozof Schlegel ve Schelling, şair Novalis’in başlattığı Romantizm akımı aynı zamanda çok güçlü ve yeni bir eleştiri anlayışının doğmasını sağladı. Madame de Staël ve François René de Chateaubriand Romantizmle başlayan yeni eleştiri akımının kurucuları oldu. Madame de Staël, tarihî eleştiri yöntemini geliştirdi. Bu yönteme göre edebiyat, sosyal kurumlarla ilişkisi içinde ele alınmalıydı. XIX. yüzyıl, aynı zamanda çağdaş, bilimsel eleştirinin başladığı yüzyıl oldu. Dogmatik eleştiriden göreli eleştiriye geçildi. XX. yüzyılda ise eleştiri kuramları büyük bir çeşitlilik kazandı.
Kaynak: ELEŞTİRİ KURAMLARI, s. 1-9, T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 2449 AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 1421