Felsefe hakkında her şey…

Sanat epistemolojisi nedir?

18.10.2022
862

Sanatın bilgi ile olan ilişkisinin irdelendiği alana genel olarak sanat epistemolojisi adı verilir. Başka bir deyişle sanat epistemolojisi, sanatın bilgi ile arasındaki ilişkiyi araştıran felsefe alanıdır. Bu aynı zamanda sanatın bilişsel değerinin olup olmadığının yapıldığı sorgulamadır. Bu tartışma alanı içerisinde olmak demek en temelde şu iki soruyu sormak demektir: “Sanat bilginin kaynağı olabilir mi?”, “Sanat bize bir şeyler öğretebilir mi?

Sanatın bilişsel değerinin olduğunu savunan düşünürler çoğunlukla; sanatın bize bir şeyler öğretebileceğini, sanat hakkında bir şeyler bilebileceğimizi, sanatın dünya hakkındaki algımızı, anlayışımızı değiştirebileceğini, sanatın kendimizle ilgili kimi şeylerin değişmesine neden olabileceğini ve sanatın bilginin kaynaklarından biri olabileceğini düşünürler.

Sanatın bilgiyle olan ilişkisi farklı bir şekilde kurulmaktadır. Ne de olsa sanat bize Dünya’nın Güneş’in etrafında dönüyor olduğu bilgisi gibi bir bilgi vermemektedir. Burada söz konusu olan farklı türde bilgilenebilmenin olanaklı olabileceğidir. Eğer “bilgi” den yalnızca önermesel bilgi türünü anlıyorsak bu durumda sanatın bilgiyle olan ilişkisine pek de sıcak bakmayacağımız aşikârdır. Nitekim bilginin epistemoloji tarihinde en sık yapılan tanımına bakacak olursak, gerekçelendirilmiş doğru inancın önermesel bilgi için geçerli olduğunu oysaki sanatın bilgi ürettiği kabul edildiğinde aynı tanımın geçerli olmayacağını söylememiz gerekir. Başka bir deyişle eğer bilgi yalnızca “gerekçelendirilmiş doğru inanç” olarak tanımlanırsa önermesel bilgi türü dışında başka tür bir bilgilenme biçimi olamayacaktır.

Platon’un Theaitetos diyaloğunda verilen bilgi tanımlarından biri ve en eskisi gerekçelendirilmiş doğru inançtır. Bu tanım yirminci yüzyılda epistemoloji literatüründe, özellikle Edmund Gettier’in “Gerekçelendirilmiş Doğru İnanç Bilgi midir?” başlıklı makalesiyle çok büyük tartışmalara neden olmuştur. Bu tartışmalar halen devam etmektedir.

Bu durumda yukarıda sorduğumuz “Sanat bilginin kaynağı olabilir mi?” ve “Sanat bize bir şeyler öğretebilir mi?” sorularına genel olarak iki ayrı uçta yanıt verildiğini söyleyebiliriz. Bir grup düşünür, sanattan bir şeyler öğrenildiğini, sanatın dünya hakkındaki algımızı değiştirebileceğini, sanatın dünyayı anlamlandırmamıza etkisinin olabileceğini (Worth 2003), sanatın bir içgörü ya da farkındalık kaynağı olarak kabul edilebileceğini iddia eder. Diğer bir grup düşünür ise bilginin “gerekçelendirilmiş doğru inanç” olarak yapılan geleneksel tanımı doğrultusunda sanatın ya da sanat deneyiminin bilginin üretiminde gerekli şartları yerine getirmediğini iddia eder. Bu ikinci gruptaki düşünürler sanatın doğru inanç bildiremeyeceğini ya da bildirse bile bu inançları gerekçelendiremeyeceğini söyler (John 2001: 417). Bu gruptaki kimi düşünürler sanatın doğrularla bir ilgisinin olmamasından ötürü bilgi üretemeyeceği iddiasındadırlar. Nitekim onlara göre sanat, olgu sağlayamadığı ya da argüman ortaya koyamadığı için herhangi bir şey de öğretemeyecektir (Worth 2003).

Demek ki sanatın bir şeyler öğretebildiğini iddia edenler, bir bilgi kaynağı olarak sanata farklı yaklaşmaktadırlar. Onlar sanatın olgu sağlamamasını bir eksiklik olarak görmezler çünkü sanatın bir şeyler öğretip öğretmediği sorununu olgular temelinde tartışmazlar. İnsanoğlu çok farklı şekillerde öğrenebilir. Şöyle düşünelim: Seyrettiğimiz bir film, okuduğumuz bir roman, önünde düşüncelere daldığımız bir heykel ya da resim bize dünya hakkında hiç mi bir şey söylemez? Örneğin, insanların yaşadıkları acılara, sahip oldukları umutlara dair bir şeyler deneyimlemek, suyun H²O olduğu bilgisini edinmek gibi olmasa da bir şeyler öğrenmek demek değil midir? Başka bir deyişle bilgi neden yalnızca “gerekçelendirilmiş doğru inanç” olarak kabul edilmek durumundadır?

Sanatı bilgi kaynağı olarak ele alan ilk filozoflar Platon ve Aristoteles’tir. Platon’un görüşü oldukça ilginç bir görüştür ve epistemolojik-ontolojik öğretisi içerisinde yerini alır. Ona göre sanatsal etkinlikler insanların dengesiz bir ruha ve dolayısıyla kötü bir karaktere sahip olmalarına yol açmasından ötürü zararlı şeylerdir. Sanatçılar, herhangi bir şeyin taklidini o şey hakkında herhangi bir bilgiye sahip olmadan yapabilen kişilerdir (Worth 2003). Platon’un Devlet adlı meşhur eserinden şu bölüm konunun özüne açıklık getirmektedir: “İstersen bir ayna al eline, dört bir yana tut. Bir anda yaptın gitti güneşi, yıldızları, dünyayı, kendini, evin bütün eşyasını, bitkileri, bütün canlı varlıkları. -Evet görünürde varlıklar yaratmış olurum, ama hiçbir geçerliliği olmaz bunların. -İyi ya, tam üstüne bastın, işte düşüncemin; çünkü bu türlü varlık yaratan ustalar arasına ressamı da koyabiliriz değil mi?” (596e) Bu alıntıdan anlaşılacağı üzere iki dünya söz konusudur: Aynanın dışındaki dünya (gerçek nesneler dünyası) ve aynanın içindeki dünya (gerçek olmayan nesneler dünyası). Platon, aynanın içinde görünen nesnelere eidola adını vermiştir. Eidola görüntü’dür, gerçek nesnelerin görüntüsü. Bir ressam örneğin ayakkabı tamircilerinin resmini yapabilir. Başka bir deyişle gerçek nesneler dünyasındaki ayakkabı tamircileri resmedildiklerinde yani kopyaları, benzetmeleri (mimesis) yapıldıklarında gerçek olmayan nesneler dünyasına taşınmış olurlar. Ressamlar bu kopyaları ayakkabı yapımı hakkında herhangi bir bilgiye sahip olmadan yapabilirler. İşte tartışmanın can alıcı noktası da burasıdır. Bir sanatçı bilgisini edinmeden herhangi bir şeyi taklit edebilmektedir. Benzer şekilde bir şair de erdemler hakkında bilgi sahibi olmaksızın güzellik hakkında ya da cesaret hakkında yazabilir. Kendisi hiçbir şekilde erdemli olmayan bir sanatçı erdemlere övgü yağdıran, ahlaklı olmanın ne kadar önemli olduğunu anlatan şiirler yazabilir. Bu mümkündür çünkü sanatçılar yalnızca görüntülerle yetinebilen, görüntülerden yola çıkarak etkinlikte bulunan kişilerdir. Gerçeği yansıtmadıkları için de “öğrettikleri” şeyler yanlış şeyler olmaktadır. Epistemolojik bağlam içerisinden söyleyecek olursak sanatçılar doxa ile yani sanılarla ilgilenirler. Tüm görünüşlerin arkasında yatan ve akılla ulaşılan rasyonel bilgi yani episteme ile sanatçının bir ilgisi yoktur. Bilgisizliği de işte bu yüzdendir. Duyusal bilgiyle ilgilenen, yetinen sanatçı gerçek nesneler dünyasının uzağında iş görmektedir. Demek ki Platon’a göre sanat bir şeyler öğretmesine rağmen gerçek bir bilgi kaynağı olamaz.

Aristoteles hocası Platon’un sanatın kişinin ahlaki karakterinin gelişimini etkilemesi görüşüne katılmıştır. Ne var ki Aristoteles kişinin karakteri üzerindeki bu etkilenmenin olumsuz değil olumlu olduğunu iddia etmiştir. Poetika adlı eserinde özellikle tragedyalar üzerine eğilen Aristoteles izleyiciler açısından katharsis adını verdiği bir görüş geliştirmiştir. “Tragedyanın ödevi, uyandırdığı acıma ve korku duygularıyla ruhu tutkulardan temizlemektir.” Buna göre izleyici oyunu seyrederken kahramanla özdeşleşir ve onun içine düştüğü ruhsal çatışmaları bizzat yaşar (Poetika VI, 2). Bu temizlenme, arınma sayesinde kişi gündelik yaşamında daha rasyonel olma şansını yakalar (Worth 2003). Böylelikle sanatın (özellikle tragedyaların) kişileri olumlu anlamda değiştirme, dönüştürme etkisi vardır. Anlaşıldığı üzere Aristoteles sanatın dünya hakkındaki algımızı değiştirebileceği, dünyayı anlamlandırmamıza etkisinin olabileceği, bir farkındalık yaratacağı iddialarını desteklemiş ilk filozoftur.

20. yüzyılın önemli Alman tiyatro yönetmeni ve oyun yazarlarından olan Bertolt Brecht’in “epik” ya da “diyalektik” adı verilen tiyatro tarzı Aristoteles’in katharsis anlayışının tersine seyircinin oyunun kahramanıyla özdeşleşim kurması yerine olup bitenin dışından bakması üzerine kuruludur. Buna göre seyirci oyunu düşünen, sorgulayan, oyuna kapılmak yerine eleştirel bir tutum benimseyen bir seyircidir. Başka bir deyişle epik tiyatro seyircisinin dünya hakkındaki algısı, özdeşleşerek değil eleştirerek değişecektir.

Usçular (rasyonalistler) genel olarak hayal gücünün bir bilgi kaynağı olarak ele alınabileceği fikrine karşı çıkmışlardır. Onlara göre bilgiden anlaşılan şey Platon ile birlikte tartışılmaya başlanmış olan “gerekçelendirilmiş doğru inanç” tır. Deneyimciler (empiristler) de benzer şekilde kurgusal durumlardan öğrenmenin imkânsız olduğu kanısındaydılar. Onlara göre de kurgusal ve temsili durumlardan yola çıkarak “gerekçelendirilmiş doğru inanç” olan bilgiye nasıl ulaşacağımız belli değildir (Worth 2003).

Romantik Döneme baktığımızda ise Romantizmin Aydınlanma Dönemine bir tepki olarak ortaya çıkmasından ötürü bu dönem düşünürlerin aklın önemini vurgulamak yerine akla ek olarak ya da aklın üstünde sezgi, hayal gücü ve duygulara önem verdiklerini görüyoruz. Bu görüş bilgilenmenin, dünyayı deneyimleme, anlama ve kurmanın tek bir yolunun olmadığını göstermeye çalışmıştır. Romantiklere göre sanat dünyayı sayısız şekilde tasvir edebilir. Sanat doğruları bilimlerin gittiği yoldan ortaya koymasa da bize dünyayı farklı şekillerde anlayabilmemiz için bir kavrayış verebilir (Worth 2003).

Burada vurgulanması gereken bir nokta sanattan öğrenmek ile sanattan etkilenmeyi ayırt etmek gerekliliğidir. Başka bir deyişle bir sanat yapıtının sanat yapıtı olarak bilgiyi oluşturan yönünün ne olduğunun anlaşılması gerekmektedir (Worth 2003). “Eğer sanat bir bilgi kaynağıysa bu işlevi yerine getirme şekli sanat olarak kendi doğasına ve değerine özgü bir şeyi yansıtmalıdır” (John 2005: 417). Örneğin, bir mimari yapının inşa edildiği tarzdan ya da bir resimdeki renk bütünlüğünden son derece etkilenebiliriz. Ne var ki bu etkilenme aynı zamanda bir şey öğrenmiş olmayı gerektirmez. “Öğrenme” konusu bilgiyle ilgiliyken “etkilenme” konusu daha çok ruh hâlleriyle, yaşam duruşuyla ilgilidir. Kuşkusuz etkilenmenin öğrenmeye yol açtığı durumlar olabilir. Ancak ikisi arasında bir gerektirme bulunmamaktadır. Geleneksel epistemolojik anlayışa göre sanattan öğrenmek için hem yeni bilginin ne olduğu konusunda bir farkındalık gerekir hem de sanatla uğraşmak bir tür gerekçelendirmeyi gerektirir. Burada gerekçelendirmeden anlaşılan şey, kişinin düşüncesinde, duygularında, algısında ya da davranışındaki değişikliği kabul etmek için kimi nedenler gösterebilmektir. Başka bir deyişle geleneksel anlamda bilgi test edilebilir, kanıt sunabilir olmalıdır (John 2005: 418). Sanattan etkilenmekten söz ettiğimizde neden etkilendiğimize dair nedenler öne sürmek zorunda değilizdir. Bu anlamda etkilenmek daha kişisel düzeyde kalır. Sanattan bir şeyler öğrendiğimizi söylediğimizde ise ne öğrendiğimizin ve bunu nasıl öğrendiğimizin bir anlamda hesabını vermek durumunda kalırız.

Sanatı bir bilgi kaynağı olarak ele almanın birkaç yolu bulunmaktadır. Bunlardan ilki, sanatı bilişsel uyarım kaynağı olarak görmektir. Sanatın bir bilgi kaynağı olması konusunda şüpheleri olanlar bile genellikle sanatın bilişsel uyarım kaynağı olduğunu kabul ederler. “Bilişsel olarak uyarmak” tan anlaşılan şey, kişinin bilinçli yaşamını harekete geçiren “düşünceler, duygular, algılar ve arzular” gibi etkinliklerdir. Bu tür etkinlikler bilgiye götürebilir, götürmeye de bilir. Yine de sanatın böyle bir gücünün olması onun bir bilgi kaynağı olarak ele alınabilmesiyle ilgilidir. Dolayısıyla “sanatın bilişsel uyarım gücünü araştırmak sanatın nasıl bilgi sağladığını anlamada önemli bir adımdır. “Pek çok sanat eserini takdir edebilmek ve hatta onlardan zevk alabilmek için anlamak şarttır. Anlamak demek de eseri anlamak için önemli olan “düşünceler, duygular ve tavırlar denemek” demektir. Yani anlamak bilişsel olarak canlı bir etkinliktir. Örneğin Alice Walker’ın Mor Renk adlı romanı Tanrı’ya mektuplar yazan bir kızla ilgilidir. Romanı hakkını vererek okuyabilmek için, mektup yazan kız için Tanrı’ya mektup yazmanın ne anlama geldiği konusunda fikir yürütmek ve belki de onun bu mektupları yazmadaki çaresizliğini hissetmek gerekmektedir. Bir romanı okurken yalnızca keyif almayı hedeflemiş olabiliriz. Ne var ki böyle bir durumda bile çoğu zaman keyif alabilmek için bilişsel uyarımın peşine düşmek gerekmektedir (John 2005: 419-420).

‘Bilişsel’ sıfatı; duyular aracılığıyla algılama, bellek işlevleri, akıl yürütme ve bilgilenme işlevlerini kapsayan üst düzey zihinsellik sürecine karşılık gelmektedir. Başka bir deyişle ‘bilişsel’ sıfatı genellikle, bilgi kavramını da içine alan daha geniş bir küme olarak anlaşılmaktadır. Kaynak: Murat Baç, Epistemoloji. (editör: Demet Taşdelen). AÖF Yayınları, 2011. Buradaki kullanımına göre ise bilişsellik bilgiye götürmeyebilir. Bilişsel; kişilerin düşünce, duygu, algı ve arzu türünden yaşadıkları sürecin genel adıdır.

Sanatı bir bilgi kaynağı olarak ele alabilmenin ikinci bir yolu, sanatın deneyimsel bilgi sağladığını ileri sürmektir. “Deneyimsel bilgi bir şeyi deneyimlemenin neye benzeyeceğinin bilgisidir.” Bu tür bir bilgi daha çok duyguların bilgisidir: Başından bir şey geçmiş olmasının, belirli bir duyguyu yaşamanın, belirli bir olayı gözlemlemenin ne hissettireceği bilgisi. Bu tür bir bilginin de yine gerekçelendirilebilmesi gerekmektedir ancak bu gerekçelendirme “deneyimsel gerekçelendirme” olacaktır. Buna göre sahip olduğumuz “deneyimsel inançların” doğrulanmaları gerekir. Buradaki bir problem deneyimsel inançlarımızın hatalı olabileceğidir. Sanat yapıtları deneyimsel olarak bizi yanlış yönlendirebilir (John 2005: 422). Örneğin pek çok kurgusal eser âşık olmanın ne anlama geldiği konusunda bize pek de yardımcı olmayabilir (Jacobson 1996: 327; aktaran John 2005: 422). Edebi yapıtlar kurgu olduklarından aktardıkları deneyimler de gerçeklikle örtüşmek durumunda olmaz. Söz gelimi, iyinin ve kötünün olmadığı bir dünya, aşkın dünyamızdan çok farklı bir anlama geldiği bir başka dünya, kadın erkek cinsiyetleri yerine tek bir cinsiyetin olduğu bir dünya, çocukların küçüklükten itibaren ortak anne ve babalar tarafından yetiştirildiği bir dünya kurgulanabilir. Bu kurgulardan yola çıkarak okurun edineceği “deneyimsel inançların” içinde yaşadığımız deneyimsel dünyanınkilerden çok farklı olacağı ortadadır. Bu durumda da sanat yapıtlarından edinilen deneyimsel bilginin “bilgi” kavramına ne kadar yakışacağı tartışmalı hâle gelir çünkü bu tür bir bilginin gerekçelendirmesel gücünü nereden alacağı belirsizdir.

Novitz bu konuyla ilgili olarak “empatik inançlar” adını verdiği bir görüş öne sürmüştür. “Empatik inançlar” deneyimsel inançlarımızın gerekçelendirilmeleri için kullanılmış bir kavramdır. Bu görüşe göre deneyimsel inançların gerekçelen dirilmeleri sahip olduğumuz daha geniş deneyim kavramımızla desteklenebilir. Daha geniş olan deneyim kavramından anlaşılan şey geçmiş ya da gelecek deneyimlerimizin de dâhil edilmesidir. Eğer edindiğimiz empatik inançlar geçmiş ya da gelecek deneyimlerimizde bir temel bulabilirlerse ya da onlarla bağdaşırlarsa bu durumda “empatik bilgi” yerine geçerler (1987: 120; aktaran John 2005: 422). Anlaşıldığı üzere deneyimsel bilgi “deneyim” kavramının bütünü içerisinde anlamlı oluyor. İzleyici bir sanat eseriyle ilişkisinde daha önceden edindiği deneyimlerle ya da edineceğini düşündüğü deneyimlerle bu esere yaklaşıyor. Yani onunla empati kuruyor, kurmaya çalışıyor. Bu durumda eğer bir eserle ilişkide edinilen deneyimsel inançlar geçmiş ya da gelecek deneyimlerde bir temel bulamaz ya da bunlarla bağdaşmazsa deneyimsel bilginin oluştuğunu söylemek pek de olanaklı olmayacaktır. Başka bir deyişle bir sanat eseriyle ilişkimizde her durumda bilgi edineceğiz diye bir şey söz konusu değildir.

Empati; insanın kendisini karşısındakinin yerine koyarak, onun duygu ve düşüncelerini anlamak ve hissetmektir. Bu bağlamda “karşısındaki” ile anladığımız bir sanat yapıtı olacaktır.

Sanatı bilgi kaynağı olarak ele alabilmenin bir üçüncü yolu da sanatın ahlaki bilgi sağladığını öne sürmektir. Sanat yapıtları içerisinde özellikle edebi yapıtların ahlaki bilgi sağladığı iddia edilir. Bu bilgi hem önermesel terimlerle ifade edilebilen ahlaki doğruların bilgisidir hem de nasıl yaşayabileceğimizin, arkadaşlarımıza nasıl davranabileceğimizin, ahlaki kararlarımızı nasıl alabileceğimizin bilgisidir. “Romanların, filmlerin, tiyatro oyunlarının ve kısa hikâyelerin duygularımızı eğittikleri ve bize ahlaki değerleri öğrettikleri düşünülür” (Robinson 2005). Sanat yapıtlarını ahlaki etkinliğin örnekleri olarak görebiliriz. Bu örnekler bize sorumlu birer ahlaki eyleyen olabilmemiz için beceri geliştirebilmemiz anlamında ahlaki bilgi sağlarlar. Bu anlamda “bilgi” önermesel bilgi olmanın yanı sıra öğrenilmiş becerileri ve bir şeyin nasıl yapılacağı konusuyla ilgili olarak pratik bilgileri de içeren bir kavram olur (John 2005: 424).

Sanat yapıtlarının ahlaki etkinliğin örnekleri olarak değerlendirilebilmelerinin yanı sıra sanatın ahlaki yargılarla ve ahlaki bilgiyle alakalı olan deneyimlere hayali erişim sağlama gücü olduğu da söylenebilir. Belirli hayali durumlar içerisindeyken belirli duyguları hissetmek bu durumların ahlaki önemini bilmemiz konusunda bize yardımcı olabilir. Sanatın ahlaki bilgi sağlamasıyla ilgili olarak öne sürülebilecek bir argüman da yorumların sanat eserleri üzerindeki rolüyle ilgilidir. Sanat eserleriyle ilgili deneyimlerimiz yapılan yorumlar aracılığıyla bilgilenmediğimiz sürece yetersiz olabilir. Kullanılan teknikleri, niyetleri, yapıtın ahlaki önemini tartışan yorumlar sayesinde biz de sorgulamaya, dikkatle incelemeye, düşüncelerimizde daha derine gitmeye eğilimli oluruz. Yalnız bu görüşle ilgili bir sorun, bu yoldan öğrenmenin sanat eserinin kendisinden öğrenmenin bir yolu olmadığı iddiasıdır. Yorumlardan yola çıkarak ahlaki bilgiye ulaşmak eserin kendisinden değil yorumlarından öğrenmektir. Yine de bu itiraza rağmen bu görüş kabul edilebilir bir görüştür çünkü yorumlar sanatla ilgili olarak ne yapmamız gerektiği konusunda bizi yönlendirebilir. Ayrıca ortak söylem sanatın bilişsel işlevinin bir parçası olarak kabul edilebilir (John 2005: 424-426).

Sanatı bilgi kaynağı olarak ele alabilmenin olanaklı yollarından biri de sanatın bilgi kategorilerini şekillendirmede rolünün olduğunu öne sürmektir. Bu görüşe göre örneğin “kavramsal bilgi” kategorisi yeniden şekillenebilir. Kimi düşünürler (Hagberg ve Wilson gibi) sanatın bize kavramsal bilgi sağladığı görüşünü savunmuşlardır. Örneğin, Virginia Woolf ’un Deniz Feneri adlı yapıtında ağırlıklı olan işlenen konu “sempati”dir. Bu yapıttan sempatiyle ilgili edinilen deneyimsel bilgi genel olarak “sempati” kavramı hakkında genel bir şeyler öğrenmemize katkıda bulunur (John 2005: 426).

Bu bölümü bitirirken şu genel değerlendirmeyi yapalım: Sanat epistemolojisi araştırmaları farklı bilgilenme yollarının da olabileceğini, kabul edilebilecek tek bilgi türünün geleneksel anlamda kullanılan önermesel bilgi olmadığını ortaya koyuyor. Başka bir deyişle “bilgi” kavramının içeriğine yeniden bakmak gerekliliği baş gösteriyor. Dünya hakkında, yaşam hakkında, kendimizle ilgili bir şeyler öğrendiğimiz her durumda hangi tür olursa olsun bir bilgilenmenin olduğunu ve bu bilgilenmeye temel sağlayabilecek farklı gerekçelendirme yollarının olabileceğini kabul etmemiz gerekiyor. İşte sanat fenomeni de bu gerçeğin ortaya çıkmasını sağlayan bir fenomen olarak karşımıza çıkıyor.

Kaynak: ESTETİK VE SANAT FELSEFESİ, s. 55-60, T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 2574, AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 1544; Kitabın Yazarları: Prof. Dr. Demet TAŞDELEN, Prof. Dr. Aslı YAZICI

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...