Modern Felsefenin Tarihçesi
‘Modern Felsefe’ yaygın olarak 17. ve 18. yüzyıl felsefelerini tasvir eden bir terim olarak kabul edilmektedir. Modern felsefe, 17. ve 18. yüzyılda gelişmiş olan akımları, felsefi düşünüşü ve olayları da içine dâhil eden ve içerisinde birçok düşünürü barındıran çok geniş bir yelpaze içinde yer almaktadır.
Bu dönemin genel özelliklerine göz attığımızda toplumdaki büyük dalgalanmaları ve din alanında yaşanan sorunları görürüz. Aynı zamanda otoriteden kurtulmanın verdiği özgür düşünce ortamıyla birtakım yeni akımlar da ortaya çıkmıştır. Gerek inanç özgürlüğü gerekse özgür düşüncenin doğurduğu bu karmaşa ortamında neyin doğru neyin yanlış olduğu belirlenememiştir. İşte bu ortamda güvenilir bilgiye ulaştıracak bir yöntem arayışı ortaya çıkmıştır.
Bunlardan biri olarak Leibniz, mezhepler arası uyuşma yolları hakkında doğru bilgi arayışına girmiştir. Çünkü bu yüzyıllarda inanç özgürlüğü sayesinde birçok insan düşüncelerini dile getirme fırsatı bulmuş ve yeni mezhepler ortaya çıkmıştır. Ayrıca kimi zaman bu mezhepler kendi aralarında karşıt düşünceler barındırmıştır.
17. ve 18. yüzyıl modern felsefeyi kapsamakla beraber bu iki asır arasında farklılıklar bulunmaktadır. 17. yüzyılda sistemli ve sistematik düşünce hâlâ varlığını koruyor. Bu düşünceden kopuş ve aydınlanmacı görüşün gittikçe güçlenmesi ve gelişmesi ise18. yüzyıla doğru oluyor. Lakin 17. yüzyıl öyle bir yüzyıldır ki içinde ekonomiden politikaya, dinden felsefeye, birçok alanda o zamana kadar görülmemiş ölçüde ciddi bir hareketlilik söz konusudur.
Daha önce herhangi bir çağda rastlanmamış ölçüde büyük bir kaynaşma ve felsefeye ait birçok şey barındırıyor içinde. Çeşitli fikirlerin karşılıklı çatışmalarının sergilendiği bu dönemin içinde rasyonalizm, deizm, ateizm, panteizm, materyalizm ve benzeri birçok akım yer almaktadır. Daha derinlere indiğimizde bu dönemin özellikleri arasında ağır basan iki özellik bulunmaktadır. İlki, ciddi bir şekilde yükselmekte olan akla karşı bir güven ve inancın mevcudiyeti; bir diğeri ise Francis Bacon’la başlamış olan “bilgi güçtür ve insanın doğaya hâkim olması mümkündür” anlayışı ile insanın doğa üzerinde hâkim olma arzusu. Bütün bu çağın karakteristik özelliklerinden bir diğeri de geleneklere karşı bir güvensizliğin başlangıcı, geleneklere karşı mesafe alma ve onlara karşı bir çatışma hâlinin bulunmasıdır.
Laik dünya görüşünün ortaya çıkışı ve Orta Çağ’dan kopuş bu dönemde çok güçlü bir biçimde kendini hissettiriyor ve neredeyse bu dönemdeki filozofların hemen hepsi seküler bir dünya görüşü sunmaya çalışıyorlar. Bu durumun sadece filozoflar ile de sınırla kalmayıp aynı zamanda dönemin politik liderlerinin de böyle bir eğilime gittiğini ve dinsel kurumlarla ve dinle çatışmaya girdiğini görüyoruz. Ayrıca ulus devletin ortaya çıktığını ve milli dillerin kullanılmaya başlandığını görmekteyiz.
Örneğin; filozoflar artık geleneksel olarak Orta Çağ’da kabul görmüş olan Latince ile yazmıyorlar, kendi dillerinde eserlerini yazmaya çalışıyorlar ve ulusal dillerini kullanıyorlar. Bunun dışında Almanya’da Alman dilini yasaklayan kurallar değişmeye başlıyor. Daha önce Alman dili, felsefe ve bir bilim dili olarak küçümseniyordu. Bu ulusal dillerin gelişmesinin arkasında aslında orada devam eden siyasal ve politik gelişmeler yer almaktadır. Bunun yanı sıra ulusalcılık ve ulus olma bilinci de en önemli faktörler arasındadır. Bu arada burjuvazi kesimin de yükselişi söz konusu olmaktadır. Özellikle Fransız Devrimi ile bu durum kendini çok ciddi bir biçimde hissettiriyor.
Hazırlayan: Sosyolog Ömer Yıldırım