Felsefe hakkında her şey…

Leviathan ya da Mutlak Devlet Nedir?

13.11.2019
2.293

Modern devlete ilişkin niteliklerin izleri her ne kadar daha eski tarihlere geri götürülebilse de, bu izlerin belirginleşmesi 17. ve 18. yüzyıllar içerisindedir. Ünlü eseri Kamusallığın Yapısal Dönüşümü’nde Jürgen Habermas, bu yüzyıllar içerisinde ticaret yoluyla giderek zenginleşen burjuvaların, sermaye dolaşımını kolaylaştırmak ve pazarı genişletmek amacıyla, çıkarlarını daraltan aristokrasiden kurtulmak için merkezî krallıkları destekleyerek, modern devletin temellerini attıklarını ileri sürer (bkz. Habermas 2000).

Burjuvaların siyasi ve idari değişim talepleri, daha çok ticaret alanını genişletmek ve ticari sermayenin güvenliğini sağlamakla ilişkili olarak parçalı bir iktidar yapısı sunan aristokrasiyi ortadan kaldırma girişimleriyle iç içe geçer. Bu amaçla, modern devlete dönüşümde, özellikle vergi yoluyla ticarete büyük darbe vuran yerel, bölgesel ve sınıfsal iktidarlar çökertilmiş; idare ve hukuk birliği sağlanmış; şiddet kullanmada merkezi otorite, tekele dönüştürülmüş; dışarıya karşı gümrük duvarları kurulurken, feodalitenin dar alanlara hapsettiği pazar alanı devlet ölçeğinde genişletilmiştir. Dahası Ortaçağ boyunca siyasal bir erk haline gelen kilise, modern devlete dönüşümde giderek siyasal etkinliğini yitirir. Dini olanın dünyevi iktidardan bütünüyle çıkartılmasıyla modern devlet iktidarı laikleştirilir. Bölgesel güçlerin tümüyle yok edilmesine yönelik olarak girişilen bu mücadele sonucunda da tüm bu güçleri elinde toplayarak yeni pazarları fethedecek olan Leviathan doğar (Sancar 2000, s. 17).

Niccolò Machiavelli (1469- 1527) İtalya’nın şoransa kentinde dünyaya gelen Machiavelli, kentin hem cumhuriyet hem de tiranlık dönemini yaşamıştır. Cumhuriyet döneminde yazmanlık görevi alarak devlet memurluğu yapan Machiavelli, tiran ailesi olan Medicilerin yönetimi ele geçirmesi üzerine sürgüne gönderilmiştir. Ünlü eserleri Prens ve Titus Livius’un İlk On Kitabı Üzerine Söylevler’i bu dönemde yazan Machiavelli, etkili görüşleriyle siyasal iktidarın laikleşmesine katkıda bulunur. Siyaset felsefesi tarihinde özel bir öneme sahip Machiavelli, Prens adlı eserinde mutlak devleti, Söylevlerde ise idealindeki cumhuriyet yönetimini anlatır. Prensin siyasal erkini kendi fiziksel gücü temelinde meşrulaştıran Machiavelli, siyasal iktidarın meşruluğunu din dışında bir kaynağa dayandırarak, siyaset biliminin de kurucusu unvanını kazanır.

Ancak Leviathan’ın doğuşuyla bir anlamda insanın devletle olan ilişkisindeki trajedisi de başlar. İnsan önce sınırsız güçle donatılmış mutlak bir iktidar yaratacak, daha sonra da bu iktidarı sınırlamaya çalışacaktır. Mutlak iktidarın temelleri, daha 16. yüzyılda Niccolò Machiavelli tarafından atılır. Machiavelli, Prens adlı ünlü eserinde, iktidarı tekleştirmekle kalmaz, aynı zamanda iktidarı monarkın şahsıyla özdeşleştirir.

Prens adlı eserinde katıksız bir mutlak yönetim tablosu çizen Machiavelli bu nedenle sonraki yüzyıllar boyunca “kötülüğün filozofu” olarak anılır (Strauss 1958, s. 9). Asıl amacı döneminin küçük kent devletlerine bölünmüş İtalyasında parçalanmış olan birliğin yeniden kurulmasına hizmet etmek olan Machiavelli, güçlü bir monarkın önderliğinde bu birliğin kurulabileceği inancını taşımaktaydı. Machiavelli siyasal erkin kaynağını gelenek ya da Tanrı yerine, monarkın gücüne dayandırarak iktidarın laik bir yorumuna ulaşırken; ister istemez siyasal iktidara, geleneksel aristokratik yönetim ya da kilise yönetimi karşında üstünlük tanımış olur. Böylece Machiavelli kilise, aristokrasi ve krallık arasında süregiden iktidar mücadelesinde, “güçler arasında en üstün güç/iktidar” (superanus) olarak “egemenlik” kavramını siyaset biliminin merkezi haline getirirken, modern devletin kuramsal temellerini de atar.

Machiavelli’ye göre egemenliğin temel ilkesi, siyasal birlik ve bütünlüktür. Siyasal birlik ve bütünlüğün sağlanabilmesi, devletin ve yurttaşların ortak iyisidir. Ortak iyi adına yapılan, ister ahlaki isterse ahlak dışı olsun, her türden etkinliği meşrulaştırması, Machiavelli’ye yüzyıllar boyunca pragmatizmin öncüsü yakıştırmasının yapılması na neden olur. Ancak bu yakıştırma bütünüyle haksız bir çıkarımdır. Machiavelli, Prens adlı eserinde kötülüğün ancak ortak iyi adına meşrulaştırılabileceğini ve kötülük yolunun ise yalnızca egemen tarafından gerekli görüldüğü durumlarda açılması gerektiğini özellikle vurgular (Machiavelli 2002, s. 143). Dikkat edilirse Machiavelli ortak iyiyi koruma görevini yüklediği egemeni, yasa ya da benzeri her türlü düşünsel, fiziksel ya da ahlaki herhangi sınırlamalardan muaf tutarak mutlak monarşinin önünü açmış olur. Bu durumda egemenin iradesi ortak iyiyi yansıttığına göre, egemen kişi de devletle özdeşleşmiş demektir.

Machiavelli’nin izlerini takiben, egemenlik kavramını siyaset bilimine kazandıran Jean Bodin, siyasal düzen konusunda yalnızca iki seçenek sunar: ya mutlak egemenlik ya anarşi.

Jean Bodin (1530-1596). Fransız hukukçu, tarihçi, siyaset felsefecisi ve siyasetçisi. Bodin’in siyaset bilimine yaptığı en önemli katkı “egemenlik” kavramını siyaset bilimi yazınına sokmuş olmasıdır. Reformasyon döneminin dini ve sivil çatışmalarına şahitlik eden Bodin, çatışmaları sonlandırabilecek güçteki bir mutlak egemeninin varlığını, anarşiye karşı tek çözüm olarak görür. En önemli eseri 1576’da kaleme aldığı Devlet Üzerine Altı Kitap’tır.

Bu durumda anarşiye ve karmaşaya düşerek yok olmak istemeyen devletler, ister istemez mutlak monarkın egemen otoritesi etrafında bütünleşmek zorundadır.

“Devlet, birçok ailenin ve onlarla birlikte malik oldukları şeylerin egemen kudret tarafından hukuka uygun olarak adaletle yönetilmesidir” (Bodin 1955; I.I, s. 1) diyerek devletin kaynağı olarak aileyi gösteren Bodin, egemenin otoritesini de hane içerisindeki babanın sınırsız otoritesine benzetir. Bodin’e göre bir ülkede tek bir egemen bulunur ve egemenin buyurma gücü hiçbir koşulda sınırlanamaz. Bu açıdan “Bir devlette egemenlik, yurttaşlar ve uyruklar üzerinde en yüksek, en mutlak, en sürekli güçtür” (Bodin 1955, I.VIII, s. 24). Diğer tüm güçler, ülkenin buyurma gücü sınırsız olan tek egemenin izniyle varolabilirler ve varlıklarını egemen izin verdiği sürece devam ettirebilirler.

Görüldüğü gibi hem Machiavelli hem de Bodin egemenlik kavramını monarkın şahsiyetiyle özdeş kılar. Nitekim bu anlayış en somut biçimde Fransa Kralı XIV. Louis’in 1655’teki parlamentoda yaptığı konuşmadaki şu sözlerinde ifade bulur: “Devlet Ben’im”. Dikkat edilirse XIV. Louis, devletin kendi mülkiyeti olduğundan değil, kendisinin varlığının bizzat Fransa olduğunu iddia etmektedir. Machiavelli ve Bodin’in görüşlerinde teorik altyapısı hazırlanmış olan devletle egemeni özdeşleştiren bu görüşe göre, bir devlette tek bir birey olduğunu ileri sürebiliriz; o da monarkın kendisidir. Bu açıdan mutlak monarşi içerisinde devlet ve birey ilişkisinden söz etmek imkânsızdır.

Ancak mutlak monarşinin bir diğer sözcüsü Thomas Hobbes ile egemenlik, monarkta cisimleşen şahsilik özelliğini yitirerek, yerini sınırlandırılmamış devlet anlayışının ifadesi olarak Leviathan’a bırakır.

1651’de Thomas Hobbes tarafından yazılan Leviathan, toplum sözleşmesi kuramının en ünlü örneklerinden biridir. Latince dev, ejderha anlamına gelen Leviathan sözcüğü, bu eserde mutlak güç ve yetkilere sahip devleti ifade etmek üzere kullanılır. Kitap içeriğiyle olduğu kadar orijinal kapağında yer alan illüstrasyonla da dikkat çekicidir. Kitabın kapağındaki insanların bir araya gelmesinden oluşan ve bir elindeki kılıçla askeri gücü, diğer elindeki asayla da siyasi gücü temsil eden dev, Hobbes’a göre devletin resmidir.

Hobbes’a göre devletin varoluş nedeni güvenliktir. “İnsanın insan için kurt” olduğu doğa durumunda doğa yasalarının güvenliği sağlayamaması, bireylerin aralarında imzaladıkları bir sözleşmeyle doğa durumuna son verip devleti kurmalarına neden olur. Hobbes devletin kuruluşunu şöyle açıklar:

“İnsanları yabancıların saldırısından ve birbirlerinin zararlarından koruyabilecek ve böylece, kendi emekleriyle ve yeryüzünün meyveleriyle kendilerini besleyebilmelerini ve mutluluk içinde yaşayabilmelerini sağlayacak böylesi bir genel gücü kurmanın tek yolu; bütün kudret ve güçlerini, tek bir kişiye veya hepsinin iradesini oyların çokluğu ile tek bir iradeye indirgeyecek bir heyete devretmeleridir. Yani, kendi kişiliklerini taşıyacak tek bir kişi veya bir heyet tayin etmeleri ve herkesin bu kişi veya heyetin, ortak barış ve güvenlikle ilgili işlerde yapacağı veya yaptıracağı şeylerin amili olmayı kabul etmesi; ve kendi iradesini o kişi veya heyetin iradesine ve muhakemesini de onun muhakemesine tabi kılmasıdır. Bu, onaylamak veya rıza göstermekten öte bir şeydir; herkes herkese, senin de hakkını ona bırakman ve onu bütün eylemlerinde aynı şekilde yetkili kılman şartıyla, kendimi yönetme hakkını bu kişiye veya bu heyete bırakıyorum demişçesine, herkesin herkesle yaptığı bir ahit yoluyla, hepsini bir ve aynı kişilikte gerçekten birleştirmeleridir. Bu yapıldığında tek bir kişilik halinde birleşmiş olan topluluk, bir DEVLET, Latince CIVITAS, olarak adlandırılır. İşte o EJDERHA’nın veya, daha saygılı konuşursak, ölümsüz tanrının altında, barış ve savunmamızı borçlu olduğumuz ölümlü tanrının doğuşu böyle olur” (Hobbes 2004; s. 129-130).

Görüldüğü gibi uzun vadede bireylerin güvenliklerini sağlamak için aralarında imzaladıkları bir sözleşmeyle kurulan Leviathan, rasyonel çıkarların bir sonucu olarak doğar. Böylece Hobbes egemenliğin kaynağına bireylerin iradelerini yerleştirerek iktidarın Ortaçağ boyunca yaslandığı tüm kutsal dayanaklarını yok eder.

Ancak egemenliği halka dayandırarak kuran Hobbes, sözleşmenin ardından, yok ettiği Tanrısal kutsallığın yerine, devleti geçirerek bireylerin özgürlük olanaklarını bir kez daha yok eder. Başka bir deyişle, herkesin her şeyi yapmakta serbest olduğu bir doğa durumundan, -egemen dışında- hiç kimsenin hiçbir şeyi yapma gücünün olmadığı bir toplumsal duruma geçilmiş olur.

Bu açıdan Hobbes’un kurgusunda bireylerin yalnızca sözleşmeyi imzalama anında özgür oldukları ileri sürülebilir. Sözleşmeyle beraber bireyler tüm hak ve özgürlüklerini egemene devrederken, sözleşmenin bir tarafı olmayan egemen, uyrukları üzerinde ne doğal ne de pozitif olan herhangi bir yasa ile sınırlandırılmamış bir güç ve hak elde eder. Başka bir deyişle, halkın kaderi, her an keyfi davranma potansiyeli taşıyan bir egemenin kararlarına ve eylemlerine teslim edilmiştir. Artık Hobbes’un siyaset felsefesinde beliren devlet, mutlak devlettir.

Hem Machiavelli, hem Bodin hem de Hobbes’ta devletin egemenliği, kendisini oluşturan halkın egemenliğinden ayrı ve onlara üstün bir biçim kazanmıştır. Kendisini halkın iradesinden bağımsız ve üstün olarak ilan eden bir devlet, sınırsız bir gücü temsil eder. Devletin bireylerden üstün oluşu ve bireyler üzerindeki sınırsız güç uygulama kabiliyeti, sınırsız bir egemenlik, yasaları keyfice oluşturma ve keyfice oluşturulmuş bu yasalardan bağımsız olma niteliklerini de beraberinde getirir. Mutlak devlet anlayışının izleri, 18. yüzyılda, birey aklına duyulan güvenin tazelendiği Aydınlanma çağının genel ruhuna aykırı olarak Hegel’de yeniden belirir.

Hegel, devleti mutlak hakikat olarak tanımlarken, etik bir yaşama da ancak devlet aracılığıyla kavuşulabileceğini ileri sürer. Bu açıdan Hegel, bireylerin devlet dışında etik bir yaşam şansını bütünüyle yok etmekle kalmamış, devleti yurttaşlardan bağımsız kendinde bir iyi yaşam olarak değerlendirmiştir. Bu açıdan devlet-birey ilişkisinde Hegel, kuşkusuz devlete öncelik tanır. Başka bir deyişle devlet, kendinde bir amaçtır (Hegel 1991, s. 199).

Hegel, 18. yüzyılın siyasal eğilimleri içerisinde ayrıksı bir örnektir. Habermas’ın başta da andığımız eserindeki izleri takip edilecek olursa, 18. yüzyılın devrimci burjuvazisinin önce mutlak monarşiyi desteklediği, ardından da her an keyfi kararlar alma potansiyeline sahip bu üstün gücü sınırlamaya giriştiği görülecektir. Nitekim Aydınlanmanın bireye duyduğu güven, bireyin üstünde bir öneme sahip olan her türden mutlak yapının sorgulanmasını da beraberinde getirir. Böylece başlangıçta aristokrasiye karşı mutlak monarklarla işbirliği yapan burjuvazi, feodalitenin kalıntılarından kurtulur kurtulmaz, monarşilerin de etkinlik alanının sınırlarını saptamaya girişir. Bu açıdan devlet denilen kavram, yapısal bir değişim geçirerek, giderek bireyler üzerindeki keyfi müdahale gücü sınırlanmış sınırlı ya da anayasal bir devlete dönüşür.

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...