Husserl’in Yaşam Dünyası
Ideen II’de Husserl bir taraftan katmanlı bir ontoloji sunarken diğer taraftan böyle bir ontolojinin naifliğini de ortaya koyar. Şeylerin “maddi” ve “kültürel” katmanlarını ayırmak yerine, kültürel şeyleri en “doğal” gibi görünen özelliklerine kadar kültürel anlamlar tarafından nüfuz edilmiş olarak betimler (Hua IV, ss. 236-9).
Bu dönemde “yaşayan beden” (Leib) ile “nesne olarak beden” (Körper) arasında bir ayrım yapar. Bu ayrımın Husserl’i takip eden Merleau-Ponty için de ne kadar önemli olduğunu Merleau-Ponty’i tartışırken göreceğiz. Beden Kartezyen geleneğin düşündüğü gibi nesneler arasında bir nesne değildir yalnızca, dünyayı ve kendi kendisini algılayan, hisseden bir varlıktır. Beden yoluyla Husserl çevreleyen dünyanın bilince nasıl “ön-verili” olduğunu düşünmeye girişir. Bu dönemde beden üzerine bu düşünüme eş zamanlı olarak özneler-arasılık üstüne bir düşünüm eşlik eder. Özneler arasılık (intersubjectivité) acaba ilkin bedenler-arasılık (intercorporéité) mıdır?
Özneler-arasılığın nasıl temellendirilebileceği beşinci Descartesçı Meditasyonlar’ı n konusunu oluşturur. Bu dönemde Husserl nesnelliğin anlamının özneler-arası lığı varsaydığını vurgulamaktadır. Bir şeyin nesnel bir biçimde geçerli olduğunu söylemek başka zihinlerin de onun doğruluğunu tespit edebileceğini öne sürmektir. Eğer bu mümkün olmasaydı iki kişinin dili kullanarak aynı nesneden söz etmesi ve bir doğruluğu beraberce saptaması da mümkün olamazdı. Bunu yapamasaydı k ne ortak bir yaşam, ne bilimler ne de kurumlar olurdu. Elbette, nesnel geçerlilik özneler-arasılık ve dilden ibaret değildir. İki kişinin bir nesne hakkında aynı doğruluğu idrak etmesinin zemini nesnenin değişmez yasalarıdır. Ne var ki böyle bir kolektif deneyimin olabilmesi için başka zihinlerin varlığı gerekir.
Pekiyi, başka zihinler olduğunu nasıl biliyorum? Başkasının bilinci hiçbir zaman bana kendi bilimcim gibi dolaysızca verilmez. Husserl’e göre yaşayan bedenim ile başkasının algı alanımda bana verili olan bedeni arasında bir eşleşme meydana gelir. Ali, orada kapının yanında duruyor, ben ise burada masanın yanındaki sandalyede oturmaktayım. Orada kapının yanında duran ben olabilirdim, burada, bu sandalyede oturan da o olabilirdi. Bu durumda kendimi başkasının yerine, başkasını kendi yerime koyabilmem yaşayan bedenimle yaptığım bir şeydir. Bu eşleşme sayesinde başkasını yalnızca benimki gibi yaşayan, algılayan bir beden olarak değil, aynı zamanda da bir alter ego olarak kendi bilincime sunarım. Buna Husserl eşsunum (apprezentation) der. Böylece onu da bir ego, bir bilinç olarak düşünürüm. Husserl böylece tekbenciliği (solipsizm) aştığını düşünmektedir. Onun bedeni fenomenolojik bir tarzda yeniden düşünmeye girişmesi ve salt bir nesne olarak beden kavrayışını aşması, özneler-arasılığı temellendirmesinde önemli bir rol oynamıştır. “Beden” ve “özneler-arasılık” mefhumlarıyla ilgili tartışmalar, Husserl’in üçüncü dönem düşüncesinin anahtarı sayılabilecek “yaşam dünyası” mefhumunu açıklığa kavuşturmak için de faydalı izleklerdir.
Solipsizm (tekbencilik) yalnızca benim bilincimin ve onun içeriklerinin mevcut olduğunu, başka zihinlerin var olduğunun kanıtlanamayacağını ileri sürer. Başka insanların bedenleri, jestleri, söyledikleri, onlarla yaşadığım ilişkiler vs., benim zihnimin seraplarından, kurgularından, hayallerinden ibaret olabilir. Husserl solipsizmi aştığı iddiasındadır.
Yaşam dünyamız bizim birinci tekil şahıs olarak deneyimlediğimiz şeylerin dünyası dır. Bilim ise nesneleri üçüncü tekil şahıs perspektifinden açıklamaya çalışır. Bu sırada nesneler öznellikle ilişkilerinden koparlar ve durağan yapılar olarak düşünülürler. Oysa bilimin nesneler dünyasının kökleri yaşam dünyasında bulunur. Burada kök metaforunu kullanmamızın sebebi, bir oluşum sürecini düşündürmek. Statik olarak düşündüğümüz nesnelliğin temelinde bir oluşum vardır. Birincil olan yaşam dünyasıysa, yaşam dünyasından bilimin nesneler dünyası nasıl oluşmuştur? Söz gelimi Eski çağlarda insanlar dünyanın düz olduğuna ve evrenin merkezinde bulunduğuna inanıyorlardı. Kopernik ve Galile bu anlayışın bilimsel olarak yanlış olduğunu kesin olarak ortaya koydular. Nesnel bilim açısından baktığımızda dünya evrendeki binlerce gezegenden herhangi biridir. Ancak Husserl’e göre, Eski Çağları n bu insancı bilimsel açıdan yanlış olsa bile deneyimimizle ilgili temel bir hakikat barındırıyordu çünkü tecrübemiz açısından yaşadığımız dünya düz, sabit ve merkezidir. Bu astronomi bilimiyle ilgili bir iddia değil, yaşam dünyamızın kökenselliğini gösteren bir iddiadır. Yaşam dünyası ile bilimin dünyası arasında nasıl bir ilişki olduğu sorusuna Husserl genetik fenomenoloji yoluyla bir yanıt arar. Statik fenomenoloji deneyimi nesneyi rehber edinerek yapısal bir biçimde betimler. Buna karşın genetik fenomenoloji bu yapısallığın öznel anlam verme süreçleri içindeki oluşumunu inceler. Bir varlığın belli bir anlamla tecrübe edilmesi için hangi anlamların zaten önceden kurulmuş olması gerekir? Bu soru hem Deneyim ve Yargı’yı hem de Avrupa Bilimlerinin Krizi ve Aşkın Fenomenoloji’nin akıl yürütmelerini belirler. Böylece Husserl tarih sorusunu da fenomenolojiye sokar. Fakat ilgilendiği şey ampirik olayların bir tarihi değildir, transandantal anlamın tarihidir.
Deneyim ve Yargı Husserl’in en baştan beri uğraştığı mantık problemine yaşam dünyası kavramı temelinde ve genetik fenomenolojin sorgulama biçimini kullanarak yeniden geri döndüğü eserdir. Husserl’e göre formel mantık yalnız başına ele alındığında sadece normatif bir disiplin, bir düşünce tekniği gibi görünebilir. Deneyim ve Yargı’da Husserl’in amacı mantığı deneyimimizle ilişkilendirmektir. Formel mantık özne ve yüklemlerden oluşan önermeler ve bunlar arasında çıkarım yapmamızı sağlayan kurallarla ilgilenirler. Bu açıdan baktığımızda formel mantığın deneyimimizle hiçbir ilgisi yokmuş gibi görünür. Husserl bu kurallarla deneyimimiz arasındaki sürekliliği göstermek ister. Bu yüzden şu soruyu sorar: Formel mantığı n merkezinde bulunan predikatif yargının kökeni nedir? Bu soru mantığın tarihiyle veya genetik psikolojiye ilgili bir soru değildir, genetik fenomenolojinin sorusudur. Onu yanıtlamak için aşkın bir mantığa başvurmak gerekir. Bu da bizi deneyim ile yargının ilişkisini açımlamaya götürür; Husserl’in tezi yargının predikasyon (yükleme) öncesi deneyimde temellendiği, bir yargıyı vermeyi mümkün kılan şeyin bir mantıksal yapının deneyimde önşekillenmesi olduğudur. Başka deyişle Husserl’e göre deneyimiz yargıya varmadan önce başka türden sentezler, yapılar içerir. Yargı bunları dile getirir.
Avrupa Bilimlerinin Krizi, Avrupa uygarlığının yaşadığı büyük krizi ki Nazizm ve faşizm de bu krizin bir sonucudur, felsefi olarak açıklama girişimidir. Husserl’in bu krizi değer felsefesi yoluyla değil de Batı felsefesinin ve bilimin tarihsel olarak nasıl geliştiğini ele almak suretiyle tartışmış olması dikkat çekicidir. Avrupa uygarlığının başına geleni anlamak için felsefenin nasıl on dokuzuncu yüzyılda gitgide daha deneyci (ampirisist) ve natüralist bir yön kazandığını, nasıl yaşam dünyasının unutulduğunu yeniden düşünmek gerekir. Husserl bu teşhisi koyduktan sonra bu yönü transandantal fenomenolojiyle değiştirmek ister. Avrupa Bilimlerinin Krizi’nde zihinsel ve tinsel olanın fiziksel olana indirgenemeyen kendisine özgü bir gerçekliği olduğunu vurgulanır. Husserl’e göre tini tin olarak sistematik bir biçimde ilk kez inceleyen ve böylece bilimi bütünsel bir biçimde dönüştüren fenomenolojidir.
Hazırlayan: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Ömer YILDIRIM’ın Kişisel Ders Notları. Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf “Felsefeye Giriş” ve 2., 3., 4. Sınıf “Felsefe Tarihi” Dersleri Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı