Felsefe hakkında her şey…

Hegel’in tin felsefesi

30.10.2022
2.671

Felsefe Ansiklopedisi’nin üçüncü büyük kitabı, Tin Felsefesi adını taşımaktadır. Bu yapıttaki büyük üçlü “Öznel Tin”, “Nesnel Tin”, “Mutlak Tin” biçiminde karşımıza çıkar. Bu açıdan öznel tinin anti-tezi nesnel tindir ve mutlak tin de ikisinin sentezi durumundadır. Burada mutlakın tinselliğe geçmesinin öyküsü verilmektedir.

Mutlak, tinselliği öncelikle bireysel insanların zihinselliklerinde yakalamakta, ardından aile, sivil topluluklar ve devlet gibi toplumsal kurum ve kuruluşlarda bu tinselliğini biraz daha geliştirmekte ve böylece nesnel tine dönüşmekte, sonul olarak da din, sanat ve felsefe etkinliklerinde en yüksek düzeye ulaşarak mutlak tin hâline gelmektedir. Öznel tin insan zihninin içsel çalışmalarına işaret ederken nesnel tin, zihnin toplumsal ve politik kurumlardaki dışsal cisimleşmelerine göndermede bulunur. Bilginin doruğunda mutlak tinin başarısı olan din, sanat ve felsefe yer alır.

ÖZNEL TİN

Bu bölüm için Hegel’in kullandığı alt başlık, Antropolojidir. Bu başlık altında Hegel fiziksel dünyadaki doğal bir varlık olarak ruh (spirit) ile ilgilenmektedir: Duyarlı, duygulu bir özne olarak ruh, mutlak’ın, tin hâlinde kendine geldiği ilk adımdır; bir başka deyişle de mutlakın doğadan özgürleşmesinin ilk basamağı olmaktadır. Ama tin (geist) olarak henüz uyuklamaktadır: Bu aşamada ruh bir özne olarak kendini ifade edebilir ve bedeni aracılığıyla dünya üzerinde edimde bulunabilir. “Mutlak araç olarak,” dik duran bir bedene, ellere ve ağza, ağlama ve gülme gücüne sahip olan yetişkin bir insan, düşüncelerini ve duygularını dışsallaştırarak ifade edebilir. Duygularının çokluğu içine gömülmüştür. Bu nedenle öz-duygu sahibidir ama henüz düşünen öz-bilinci vardır denemez. Ayrıca dünya, onun tarafından içselleştirilen bedeni üzerinde etkilere sahiptir. Beden ruhun dışsallığını anlatmaktadır. Organizma, salt kendi deneyiminin ışığında ani bir uyarıcıya tepki gösterdiği zaman, zihin hayvansal düzeyin ötesine geçerek, bilinçlilik aşamasına ulaşmış olur.

Hegel öznel tinin bundan sonraki aşamasını Tinin Fenomenolojisi başlığı altında inceler. Bu alanda ele aldığı kavramlar duyu deneyimi, algı, anlama yetisi, arzu, öz-bilinç, efendi- köle diyalektiği ve akıl gibi kavramlardır. Bu kavramları Hegel, ilk büyük ve önemli yapıtı Tinin Fenomenolojisi’nde daha önce zaten açıklamıştır. O nedenle bu noktada bu iki çalışmayı birleştirerek açıklamamız uygun olacaktır. Şu hâlde bu alandaki temel kavramları kısaca açıklamak uygun olacaktır.

Antropoloji bölümünde ele alınan ruh, en alt düzeyde henüz ayrımlaşmamış bir birlik olarak düşünülen öznel tindi. Tinin Fenomenolojisi bölümünde ise bilinçlilik kazanmış ruhsal varlık söz konusudur: Bu nedenle burada birinci adım duyu algısıdır. Duyu algısı bilincin ilk temel görünümüdür. Tinin Fenomenolojisi, duyu algısının diyalektik bir tartışması ile başlar. Özellikle özne, ona dışsal ve ondan bağımsız olarak görünen fiziksel nesnelerle bu şekilde tanışıklık kurar. Dışsal nesnelerin bilgisini elde eder. Dışsal nesnelerin bilgisi, fiziksel dünyanın, fizik yasalarına göre etkileşen güçlerden ibaret olduğu görüşünü öngörür. Hegel böyle bir dünyanın bilgisinin, gerçekten ben-bilgisinin bir türü olduğunu iddia eder çünkü ona göre fenomenlerin arkasındaki güçlere nüfuz etmede tasarladığımız ve oraya koyduğumuz şeyin farkındayızdır. Eğer biz kendimiz perdenin arkasına gitmezsek nesnelerin içyapısını saklayan bu perdenin arkasında görülebilecek hiçbir şey yoktur.

Şu halde, fiziksel dünyanın bilimsel kuramı öz-bilinçli varlıkları koşul olarak gerektirmektedir: Öz-bilinçliliği çözümlediğimizde, insanın gerçek anlamda bir öz-bilinçten başka bir şey olmadığını görürüz. İnsan, salt içinde yaşadığı dünyayı bilmekle, açıklamakla kalmaz, o aynı zamanda kendi kendisinin de farkındadır, kendi varlığının bilincinde olan tek varlıktır. İnsan öz-bilince nasıl ulaştı? Eğer sadece dış dünyayı seyretmekle yetinseydi bu olanaklı olamazdı. Çünkü bu durumda ‘ben’ demesini gerektiren bir koşul yoktur, birey izlediği varlıkta eriyip kendinden geçebilir. Oysa istek, isteme edimi bireyin ben demesine yol açar. Çünkü bir şeyi istediğim zaman o, daima benim isteğimdir ve bu durum ‘ben’ ya da ‘benim’ demeye yol açar. Böylece, benim kendi isteklerimin farkında olmam öz-bilince giden yolu açmış olur.

İstek, insanın yalnızca kendisine ben demesini sağlamaz, ayrıca seyredilen nesne üzerinde etkide bulunmaya, onu tüketmeye ya da dönüştürmeye yol açar. Bu şekilde özne dışsal, yabancı bir gerçekliği kendi gerçekliğine dönüştürerek onu içselleştirir ve böylece kendi öznel gerçekliğini öne sürer. Bunun yanı sıra bu öznel gerçeklik, bir başka deyişle kendine ben diyen varlık, çevresinde kendisine benzeyen, yaşayan ve isteyen varlıkların bir başka deyişle öteki- ben’lerin bir çokluğu ile karşılaşır; bunların her biri de koşulları, kendi isteklerine boyun eğdirmek çabasına girişmiştir ve kendisinin bir parçası yapmak istediği bir dünyanın peşine düşmüş görünürler. Bu durumda öznel ben gerçek öz-bilince ulaşabilmenin yolunun bu öteki- benlere kendini kabul ettirmekten geçtiğinin bilincine varır. Bu şekilde öz-bilinç öteki- istek sahibi bireylere, kendini kabul ettirme isteği olarak belirir. Bunun yolu ise çoğunlukla aynı şeyleri isteyen benlerin kıyasıya bir savaşıma girmelerinden geçer. Bu aşamada Hegel’in önemle üzerinde durduğu ve Efendi- Köle diyalektiği olarak betimlediği öz-bilinç koşulu ortaya çıkar.

Efendi ve Köle Diyalektiği: Hiçbir birey, öteki insanlar tarafından onaylanmayı sağlamaktaki başarısızlıktan mutlu olmaz. Hegel’e göre gerçek öz-bilincin yolu, kendimizi öteki öz-bilinçlere kabul ettirmek ya da onaylatmaktan geçtiği için benler arasında tanınma ve güç bakımından kıyasıya bir savaşım ortaya konacaktır. Bu savaşımda bir taraf rakibine ya da rakiplerine göre daha büyük bir risk alarak ölümle yüz yüze gelecek denli yaşamını hiçe sayma pahasına bir savaşım verirse rakibini öldürmesi işten bile değildir. Ancak karşısındakini öldürürse bir öz-bilinç olarak kendisini kabul ettirmesi olanaksız olacaktır. Bunu bilen kişi rakibinin yaşamına son vermeyerek onun yaşamını bağışlamakta, buna karşılık onu kendisine köle yapmaktadır. Kendisini de böylece efendi ilan etmiş olur. Soruna karşı taraf­tan baktığımızda ise savaşımda yenilen kişi, yaşamını koruyabilmek için, köleliği kabul eder ve efendiye boyun eğer ama efendi de bilir ki, efendiliği kölenin kendisini efendi olarak tanımasına bağlıdır. Buradaki diyalektik bunların birbirine bağımlı olmalarındadır. Biri ötekinden türer. Ama bunların senteziyledir ki ileri bir aşamada gerçek özgür öz-bilinçli insan tipi ortaya çıkacaktır.

Şu aşamada, köle, efendinin emriyle çalışmaya zorlanır, istenilen her şeyi yapmak zorundadır; köle artık efendi açısından kendi plan ve istekleri için bir araç olmanın dışında başka hiçbir anlam taşımaz. Efendi ise bilgi edinmek için boş zamana sahiptir. Çalışmaktan uzak durması onu doğanın olumsuzluklarını deneyimlemekten korur. Buna karşılık köle, efendinin tüketmesi için emeğinin ürünlerini sağlayabilmek bakımından, doğal dünyaya yeniden biçim verir. Doğanın boyun eğmezliği ile savaşımda, onun gizemlerini öğrenir ve onları zihnine yerleştirir. Efendi tüketerek imha eder, köle çalışarak yaratır. Efendinin tüketimi kölenin çalışmasına bağımlıdır ve bu şekilde süreklilik niteliği taşımaz, oysaki kölenin emeği nesnelerin içinden geçip gider ve sürekli bir varoluş kazanır.

Hegel bu bağlamda şunu da öne sürer: Dünyayı dönüştürmede kölenin çalışması, onun kendisini öldürebileceğini düşündüğü efendiden korkmasının bir sonucudur. Ölüm çalışmaya yol açarak uygarlık yolunda zafere ulaşır. Çalışma nesneyi yaratırken öz-bilinç olarak insanı da yaratır. Başlangıç olarak böyle bir etkinlik efendinin isteğinin güdümünde gerçekleşmiş olsa da giderek köle, çalışma aracılığıyla nesneyi yaratmaktan başka onu olumsuzlayabilen, dönüştürebilen bir bilinç olduğunun farkına varır, yarattığı nesnede kendi özerk yönünü görür. Böylece kendini nesnel üründen ayırır, doğanın üstünde ve ondan farkı olarak öznel bir kişilik olduğunun farkına varır. Çalışma yoluyla insanın bir öz-bilinç olması yolunda efendinin rolü nedir? Efendi çalışmaz ama o olmasaydı kimse çalışmayacaktı. Yaşamını tehlikeye atan ve ilk efendi olan insan, doğanın zincirlerini kırmak için, tini kendisiyle birleştirecek sürece ilk başlama işaretini veren kişidir. Onun rolü uygarlığın başlangıcı ve bekli de devamı için tetikleyici bir işlev yerine getirmesi bakımından pek de azımsanmayacak bir rol olabilir.

Biz yine kölenin durumuna dönersek çalışma aracılığıyla kazanılan öz-bilinç ve özerklik düşüncesi, köle için başlangıçta soyut bir kazanımdan başka bir şey değildir. Somut bir özgürlük gerçekleşimi için toplumsal pratik alanında eyleme geçmesi gerekir. Bu kolay olmayacaktır, bu nedenle özgürlük bilincini öncelikle zihinsel düzlemde yaşayarak özümsemesi gerekecektir. Burada çeşitli dünya görüşleri kendisine yararlı olabilir. Buradaki diyalektik geçiş, efendi doğasına yönelen zihin durumundan, kendinde özgürlük ve bağımsızlığı arayan zihne doğrudur. Bunun için kişi şöyle söyler: “Düşünme esnasında özgürüm, çünkü bir başka şey içinde değilim, ama bütünüyle kendi kendimle baş başa kalıyorum.” Bu ancak Stoacı dünya görüşünde örneklenebilecek bir tutumdur. Çünkü Stoacılığa göre insan düşündüğü için ve düşündüğü sürece özgürdür. Şu hâlde bu özgürlük biçimi dış dünyadan kopmayı gerektirmektedir. Bu şekliyle de bu özgürlük olumsuz bir özgürlük biçimi olmaktadır. Bir başka özelliği ise soyut olmasıdır. Çünkü Stoacı özgürlük, eylem özgürlüğü değil, salt bir düşünce özgürlüğüdür. İçkin olduğu için başkalarının kabul edip etmemesine açık olmayan, bir başka deyişle somutlaşmamış bir özgürlük türüdür. İçsel dünyanın özgürlüğü efendiye karşı işlevsiz kalınca köle kendini bir özgürlük aldatmacasına bırakarak bir kuşkuculuğa da atlayabilir.

Hegel’e göre Stoacının kendisine kayıtsız kaldığı dünyayı, kuşkucu çok daha köktenci bir tutumla yadsıma yoluna gider. Kuşkucuya göre dış dünya yoktur ve salt ben vardır. Bu nedenle her şey düşüncede gerçekleşir. Ama Hegel’e göre, stoacılık kuşkuculuğa göre yine de bir adım öndedir. Çünkü stoacı özgürlüğü ussal, düşünen varlık olarak kendinde bulur, oysaki kuşkucu özgürlüğü daha ileriye doğru itekler ve düşünce kategorilerini salt harcamak için kullanır. Bu Hegel’e göre, bu, çözülmeye başladığı dönemde Roma İmparatorluğunda egemen olan düşünme biçimidir. Bu kuşkucu ortam içinde, Hıristiyanlık, ussal yönden düş kırıklığına uğramış insanlar için öncesiz, sonrasız bir tanrı fikrinde bir düzen bulabilmek için bir adım olmuştu.

Hegel Hıristiyanlığın içinde bulunduğu zihin durumuna mutsuz bilinçlilik adını vermiştir. Birey kendi içinde bölünmüştür, iyi olan her şeyi tanrının etkinliğine yükleyerek kendini dış dünyadan soyutlamış olduğunun bilincindedir. Hegel’in burada söylemek istediği şey, Hıristiyan Dininin Olumluluğu adlı pasajda açımlanmıştır: İnsandaki sonsuzluk ve mutlaklık fikrinin insanı nasıl deizme doğru sürükleyen bir güç olduğunu burada betimlemektedir. Mutsuz bilinçlilik, Hegel tarafından Budizmin ve Hıristiyanlığın bir karakteristiği olarak ilan edilir ve ondan önce hiçbir şeyin bulunmadığı aşkın bir tanrının varlığına inanan tüm zamanlardaki tüm insanların bir koşulu olarak öne sürülür. Bu kendinde- köleliğin daha yüksek formlarına giden yolda salt bir aşamadır. Bu karmaşık konuyu burada bırakıyoruz, gerçekten salt bir fikir verme adına ele alınmış bulunuyor. Tinin Fenomenolojisi’nin bu kısmında insan bilinçliliğinin tarihsel aşamalarına bir açıklama olarak epistemolojiden spekülatif sosyolojinin bir türüne geçiş yapıldığı görülmektedir. Bu konuda Royce şu yorumu yapmaktadır: “Bu kitapta Hegel ardışık bir düzen içinde deneyimin bazı türlerini betimlemektedir; bunu yaparken, daha yüksek ussal yaşamın genel evriminin bir karakteristiği olarak, çocuksu sağduyudan, felsefi derin düşünmeye geçişin ve bir idealist sistemin örneği olarak bu yolu tutmuştur” (akt. Acton, 1967: 439).

Öznel tinin açıklanma alanında Hegel’in belirlediği üçüncü adım Psikoloji alt başlığı altında ele alınmaktadır: Bu başlık altında Hegel, niyet etme, temsil etme, anımsama, imgelem, bellek, düşünce, pratik itkilerin- dürtülerin betimlenmeleri, doyum sonrası arayışlar gibi zihinsel ve ussal edimlerin betimlenmeleriyle uğraşmaktadır. Hegel bu aşamada sonlu tinin ya da zihnin hem kuramsal hem de pratik- eylemsel yanlarını incelemektedir: Kuramsal yanları düşünme, bellek, imgelem ve sezgi edimleri olarak incelenirken, pratik yanlar, dürtüler, itkiler, duygular ve istenç olarak incelemektedir. Bu kuramsal ve pratik yanların birliği olarak özgür istenç olarak bir senteze ulaşır. Hegel burada, insan özgürlüğünün düşünce ve itkiler olmak üzere ikili bir temel üzerinde olanaklı olduğunu öne sürer. Düşünme yetisi burada tutkuları ve itkileri ussallaştırmak ve sistematize etmekten başka bir şey değildir. Ona göre özgürlük istenci, artık doyum isteminde bulunan bir itki değildir, itkisel olmayan bir şeye doğru tinin bilinçliliğinin geliştiğini gösteren bir kişilik özelliği hâline gelir. Bu aşamada, “Kendi için özgür istenç olarak varolan özgür istençtir.” söz konusu olan. Burada düşünme yetisinin özgürlüğü istencin özgürlüğünü de sonuç olarak getirmektedir. Ne var ki bu aşamada özgürlük uygulayımsal olmaktan çok edimseldir. Hıristiyanlığın bilge insanı bir köle bile özgürdür. İnsan kendinde en yüksek özgürlüğe belirlenmiştir. Özgürlüğün olgusallaşmasına göndermede bulunan bu düşünce Hegel’in tarih felsefesinde belirleyici olacaktır. Şu aşamada ise Hegel’e göre, öznel tinin doruk noktasını oluşturan özgürlük sadece bir kavramdır- bir ideadır.” Aklın ve yüreğin bu ilkesi, ahlaksal, hukuksal, dinsel ve bilimsel olgusallık olarak gelişen bir nesnel evreye dönüştüğü zaman, nesnel tinin dünyasına da ayak basılmış olur.

NESNEL TİN

Bu aşamada insan istenci düşünce ve dürtü (akıl ve yürek), özgürlükte birleşirler. Böylece etkin bir duruma gelirler. Bu olgusallık sözcüğünün arkasındaki ideadır. Kamusal dünyada, insanların edimde bulundukları dünyada düşünceleri, yaptıkları işler kurallara, kurumlara ve örgütlenmelere neden olurlar. Bu kurallar, kurumlar ve örgütlenmeler tekil bireylerden bağımsızdır ve bu şekilde, fiziksel obje olmamakla birlikte, yine de obje türleri olarak kabul edilirler. Doğal dünya içinde insanlar doğa üzerinde işlem yapmakla, onu değiştirmekle, kazanç sistemleri, ekonomik düzenlemeler, sınıf farklılıkları ve bunun gibi şeyler yaratmakla doğal dünyadan daha farklı bir dünya inşa ederler. Nesnel tini oluşturan diyalektik üçlü, hak ya da yasa, öznel ahlak ve toplumsal ahlaklılığı kapsar. Birinci bölüm mülkiyet, sözleşme ve ceza ile örneklenebilen yasal hakları ve ödevleri içerir. İkinci kısım büyük ölçüde niyet ve vicdan ahlaklılığı ile ilgilidir. Üçüncü kısım kendi içinde yine bir üçlü adım içerir: Toplumsal ahlak ise aile, sivil toplum ve devlet diyalektik üçlüsüne dayanır. Burada birinci adımı oluşturan hak ya da yasa kavramına kısaca göz atalım:

Hak ya da Yasa

Nesnel tinin ilk evresinde, özgürlüğünün bilincindeki bireysel özne, özgür tin olarak kendisine bir dışsal özgürlük alanı oluşturmak gereksinimini duyar. Bunu ilkin istencini cisimsel şeyler alanında belirterek yapar. Bunları edinip kullanarak bu alandaki özgür istencini anlatmış olur. Böylece mülkiyet ve kişilik haklarını kullanım alanına sokar. Bir kişi bir şeye somut edinim yoluyla sahip olur. Gerektiğinde o şey üzerindeki mülkiyet hakkından vazgeçebilir de. Ayrıca emeği üzerindeki hakkından da bir süre için belirli bir amaç uğruna vazgeçebilir. Ama kendini köle olarak ilan ederek bütünsel özgürlüğünden vazgeçemez çünkü bütünsel özgürlük kişinin kendisine dışsal bir şey değildir ve dışsal olarak görülemez. Aynı şekilde ahlaksal açıdan vicdanı ve dini de kişiye dışsal görülemez.

Hegel’in diyalektik sürecinde mülkiyetten vazgeçebilme, bizi sözleşme kavramına götürür: Bir insan anlaşma yoluyla bir şeyleri veriyor, satıyor ya da değiştiriyorsa bu durumda iki istenç bir araya geliyor demektir. Ayrıca birçok kişi bir şeyi ortaklaşa kullanmak için de anlaşabilirler. Bu şekilde sözleşme kavramı ortaya çıkar. Ne var ki sözleşmede tikel istençlerin birlik içinde kalacağı kuşkuludur. Başka bir ortak istençte birleşilebilir. Bu da sözleşmenin olumsuzlanması demektir. Hegel’e göre buradan haksızlık kavramı doğar. Bu bağlamda Hegel, kasıtsız haksızlığı, dolandırıcılığı ve suç, şiddet ve ceza kavramlarını irdelemeye koyulur. Ceza kavramını işlerken suçlunun cezayı kendisinin bile örtük istenci ile isteyebileceğini öne sürer. Çünkü ussal bir varlık olan insan suç işlediğinde örtük olarak suçunun ceza yoluyla ortadan kaldırılabileceğini düşünecektir.

Öznel Ahlak

Hegel ‘ahlak’ terimini günlük kullanımdakinden çok daha dar bir anlamda kullanır, terim günlük dilde pek çok değişik anlamda ele alınmakla birlikte, ahlak deyince genelde olumlu ödevlerin toplumsal bir düzlemde yerine getirilmesi anlaşılır. Ancak Hegel aile ya da devletin ödevlerini bu konunun dışında tutarak salt bireysel istencin bir belirlenimi olarak kavramı sınırlama yoluna gider. Ahlaksal istenç özgür istençtir ve kendisinin özgür olarak bilincindedir ve eylemlerin yetkili kaynağı olarak hiçbir dışsal yetkeyi değil salt kendisini tanır.

Hegel’e göre öznel istenç kendini eylemde dışsallaştırır. Buradaki sorun özgür istencin kendisini hangi eylemlerden sorumlu tutacağıdır. Ne var ki Hegel eylemleri genelde biçimsel açıdan incelemekte ve ahlaksal ödevleri somut olarak belirtme yoluna gitmemektedir. Sadece şunu belirtir: Kötü eylemlerimiz kadar iyi eylemlerimizden de sorumlu tutulmamız gerekmektedir. Çünkü özgür istence dayalı tüm eylemler sorumlulukla bağlantılıdır. Özgür istence dayalı eylem amaçlı eylemdir. Amaç ahlakın ilk evresidir ikincisi de niyet ya da iyiliktir. Bunlar genelde ahlak alanında eş anlamlı kabul edilir ama Hegel bunları birbirinden ayırma yoluna gider: Niyet, genelde eylemlerimizin ahlaksal niteliğini, ereğini dile getirir. Bir insan kendi iyiliği için gereksinimlerini doyurmak bakımından çaba gösterme hakkına sahiptir. Bu açıdan eğer bir davranış eğilimden dolayı yerine getirilirse ahlaksal değerini yitireceği tarzındaki Kantçı düşünceyi kabul etmez. Ama bireye kendi iyiliği için çaba gösterme hakkı verilse de ahlak, sadece kendi tikel iyisi için çabalayan tikel istençten oluşmaz. Bu tikel istencin kendisini evrensel istenç ile özdeşleştirmesi, evrensel iyiliği erek olarak görmesi de gerekmektedir. Böylece tikel istencin, kendinde istenç (ussal istenç) kavramı ile birliği iyidir; yani olgusallaşmış özgürlük, dünyanın mutlak son ereği denilebilecek olan şeydir.

Ussal istenç, aslında bir insanın gerçek istencidir, onun ussal, özgür bir varlık olarak istencidir. Bu nedenle bir insanın tikel istencini ussal ya da evrensel istence uyumlu kılma gerekliliği kendini ödev ya da yükümlülük olarak kendini sunar. Şu hâlde tikel istencimizi evrensel istence uyumlu kılmamız gerekir, sadece ödevimiz olduğu için. Aslında bu bize bir insanın neyi yapabileceği konusunda somut bir şeyler söylemez. Bunun bize iç kesinliğimiz yani vicdanımız- duyuncumuz söyleyecektir. “Duyunç öznel öz bilincin kendinde ve kendisi yoluyla, neyin hak ve ödev olduğunu bilmek için ve iyi olarak bildiğinden başka hiçbir şeyi iyi olarak tanımamak için aynı zamanda iyi olarak bildiğinin ve istediğinin gerçekte hak ve ödev olduğunu ileri sürmek için saltık hakkını anlatır.” (akt. Copleston, 2000: 62). Hegel yine de ahlaka bu salt içselcilik noktasında belirli bir içerik verebilmenin zor olduğunu dile getirir ve bu soyut ödev ve sorumluluk kavramlarının tek yanlı kalmamaları için, daha yüksek düzeydeki bir ahlaksal yaşamda birleştirilmeleri gerektiğini öne sürer. Bir başka deyişle somut bir ahlaksal yaşam için nesnel tinin alanındaki ikinci diyalektik adım olan toplumsal ahlak alanına geçilebilmesi gerekmektedir. Hegel için gerçek ahlaksallık, toplumsal ahlaklılıktır, çünkü kişinin ödevlerini belirleyen onun toplum içindeki konumudur. Şu hâlde şimdi toplumsal ahlak bağlamında aile ve yurttaş toplumu kavramlarına gelmiş bulunuyoruz.

Toplumsal Ahlak

Bu alt başlık altında Hegel, toplumsal tözden söz eder ve özgür istenç sahibi kişilerin toplumsal ödevleri üzerinde açıkça durmaz. Burada genelde aile, sivil toplum ve devletin özsel doğalarını incelemek ve bir kavramın nasıl ötekine dolayımlandığını göstermek gibi bir kaygı içine girdiği görülür. Bu kavramların özsel doğasını açımlamak, ödevlere ilişkin bir anlayışa da yol açacaktır, düşüncesine göre, daha doğrusu toplumsal ödevlerin sıralı bir listesini vermek bir filozofun görevi değildir.

Bu alandaki diyalektik üçlünün ilk uğrağı, nesnel tinin ilk ve doğal etik evresi ailedir. Toplumsal alanda bireysel tin bir bakıma içselliğinden çıkarak kendini her şeyden önce ailede nesnelleştirir. Aile tümelin ilk örneğidir, aile üyeleri duygu bağı ya da sevgi ile birleşmiş olarak düşünülür. Ailenin istenci ailenin ortak mülkiyetinde dile gelen tek bir istençtir. Ama çocuklar ailede yalnızca üyeler olarak vardırlar, bu üyeler yani çocuklar yetişkin bireyler oldukları zaman, aileden ayrılırlar ve akraba grubuna bağlılıktan uzak olarak ekonomik ortamda birbirleriyle yarışma içinde bulunan bağımsız insanların dünyasına girerler.

Toplumsal yaşamın bu biçimine Hegel “sivil toplum- yurttaş toplumu” adını verir. İş ilişkilerinde soy-sop bağlılıklarından özgürleşmiş ussal ve sorumlu bireylerin dünyasıdır. Burada geniş yayılımlı bir pazar içinde istemlerin uyumluluğu tarafından biçim kazanmış ilişkilere izin veren bir ortam söz konusudur. Gerçekten de klasik ekonomistlerin analiz ettiği bir insan toplumu görünümü söz konusudur. Ama sivil toplum salt bir pazar olarak varolamaz. Çünkü pazarlar yönetilmeye gereksinim duyarlar, oysaki ticari girişimler ve endüstriler bireyleri çeşitli türden derneklerde birleştiren ortak ilgileri kendileri bulur ve oluştururlar. Bu şekilde bir ekonomik örgütlenişin kararlılık gösterebilmesi için adaletin kurumsallaşması mahkemeler ve adliye başta olmak üzere, yasaları işletecek aygıtlar gerekecektir. Ancak Hegel, politik anayasayı ve hükümeti Devlet başlığı altında ele almayı zorunlu bulduğu için sivil toplumun ya da yurttaş toplumunun hiçbir zaman varolamayacağı gibi bir sonuç da çıkarılabilir. Çünkü bir devlet içinde olmaksızın yasalar ve hukuk uygulaması olanaklı görünmemektedir. Şu hâlde sivil toplumu devlet içinde ele almak da belki de düşünülebilir. Bu şekilde devlet için çif­te bir zorunluluk vardır, denebilir. Bir kez toplumun refahına yönelik iyi işleri gerçekleştiren ve destekleyen olarak ve yine sivil toplum içindeki ticari kuruluşların bencilliklerini en üst düzeyden frenleyici olarak.

Hukuk Felsefesi’nde devlet etik ideanın bir olgusallığı olarak yani onun etkili bir cisimleşmesi olarak betimlenir. Orada Hegel şunu yazar: “Bir ulusun tini kendini bilen ve isteyen olarak kutsaldır ve dünyada tanrının yürüyüşü devlet denen şeydir.”

Hegel’in ana ilgisi, kendisinin belirttiğine göre, devleti çözümlemektir. Aristoteles gibi, insanın en yüksek toplumsal başarısının devlet olduğunu belirtir. Aile ayrımlaşmamış birlik anlamında tümellik, sivil toplum ise tikellik momentini temsil ederken devlet ayrımlaşmamış birlik yerine, tümelin ve tikelin ayrımlaşmış birliğini temsil eder. Burada yalın tikellik yerine tikel istencin tümel istenç ile özdeşliği bulunur. Başka bir anlatımla, devlette bireysel öz-bilinç tümel öz-bilinç düzeyine yükselmiştir. Birey bütünlüğün bir üyesi olarak kendisinin farkındadır. Devlet kendi üyelerinin karşısında duran soyut bir tümel değildir; onlarda ve onlar yoluyla varolur. Devlet yaşamına katılarak üyeler salt tikelliklerinin üzerine yükselirler. Bu şekilde devlet ayrı olan ve aynı zamanda bir olan tikeller aracılığıyla varolan somut bir tümeldir.

Devlet aynı zamanda öz-bilinçli etik tözdür, etik tindir. Bu alanın önceki momentleri onda sürdürülür birleşir. Örneğin haklar tümel ussal istencin anlatımı olarak koyulur ve sürdürülür ve ayrıca ahlak içeriğini kazanır: Daha açık bir deyişle bir insanın ödevleri onun toplumsal organizmadaki konumu tarafından belirlenir. Elbette aynı kişinin ailesine karşı da ödevleri vardır. Çünkü aile de devlette varlığını sürdüren tinsel bir birimdir. Ama ödevler skalasında değişmez bir yapı da düşünülüyor değildir. Özgürlük ve kişisel karar ilkesinin devlette korunması gerektiği konusunda Hegel duyarlı görünmektedir. Hegel devletten sık sık yüceltici terimlerle söz eder. Devlet, nesnel tin olarak ona göre bir anlamda zorunlulukla tanrısaldır. Ne var ki devletin olumsallık, özenç ve yanılgı alanında durduğunu da kabul eder. Devlet kötü yönetim tarafından pek çok bakımlardan bozulabilir. Bu nedenle o da Aristoteles gibi devlette keyfiliklere ve despotizme karşı birtakım garantiler bulunması gerektiğini kabul eder. Halkın oy kullanma hakkı görüşünü uygun bulmamıştır, çünkü bu büyük devletlerde kaçınılmaz olarak seçmenlerin ilgisizliğine götürür ve bunun sonucu olarak da seçim birkaç kişinin gücü dahiline gerçekleşir ya da bir kaos ortamına doğru sürüklenebilir. Şunu, inançlı bir biçimde öne sürmüştür: Tüm önemli ilgiler temsil edilmelidir ve bunun için yüksek ve daha aşağı yasama organı tarafından denetlenen dikkate değer yetkileri olan anayasal bir monarşi uygun bir yönetim biçimi olabilir. Hegel’in bu önerisiyle tıpkı Fichte’nin yaptığı gibi kendi yaşadığı dönemin Prusya devletini kutsadığı öne sürülmüştür. Aslında Hegel ussal yapılı, bir başka deyişle kişisel özgürlük ilkesini en üst düzeyden gerçekleştiren anayasadan yanadır. Herhangi bir yönetim biçiminde böyle bir anayasa uygulandığı sürece Hegel’e göre sorun yoktur.

Devlet açısından savaşın işlevi: Hegel’in devletler bazında savaşa ilişkin söyledikleri oldukça ilginçtir. Devletler zorunlulukla bağımsız varlıklardır. Her devlet bir bireydir ve bireyler kendi varoluşlarını onları tanıyan ve onların da tanıdığı öteki bireylere karşı korumak isterler. Bundan dolayı bir devletin tam bir kavramı, devletlerin tam bir çokluğunu gerektirir. Onların ilişkileri bir dereceye dek gelenek tarafından düzenlenir. Ayrıca, devletler arasındaki konuları düzenleyen uluslararası yasa vardır ve sanki onlar bir sözleşme yapmışlar gibi yasa metnine bağlılık gösterirler. Bununla birlikte, devletlerin yaşamsal ilgileri çatıştığı zaman, savaştan başka bir yol yoktur. Herhangi bir anlaşmazlıktaki en son yargıç savaştır çünkü bireysel devletler üzerinde egemen başka hiçbir güç yoktur.

Hegel bundan sonra savaşı haklı çıkarma gibi bir yönelime girer. Gerçi insanların gözünde savaşla birlikte haksızlık, acımasızlık, savurganlık ve buna benzer olumsuzluklar ortalığı kaplar ama Hegel savaşın etik bir yanı olduğunu da öne sürer. Bir başka deyişle savaş ussal bir olgudur: “Sonlunun, mülkiyetin ve yaşamın olumsallıklarının da ortaya serilmesi gerekir ve savaşın yaptığı tam da budur” (akt. Copleston, 2000: 72). Ona göre, savaş tarihsel diyalektiğin ileriye doğru taşınmasında en önemli etmenlerin başında gelir, katılaşmayı önler ve ulusların ahlaksal sağlığını korur. Çürümüş bir sistemin bir yana atılarak tinin daha dinç bir belirişine yer açmayı sağlayan başlıca araçtır. Görüldüğü gibi Hegel Kant’ın ebedi barış düşüncesine karşıt bir tutum içindedir. Hegel savaşa ilişkin bu görüşleri hiç kuşkusuz kendi döneminin tini içinde henüz dünya savaşı denen savaş türü ortaya çıkmadan önce ve daha çok bağımsızlık savaşlarının yapıldığı bir dönemde söylemiş bulunuyordu. Bu nedenle Hegel’i bu konuda kendi döneminin gözüyle okumak gerekebilir. Burada genel bir sonuç çıkarmak gerekirse savaş devletlerin doğal bir koşulu olmasa da, barış durumunun bir kesintiye uğraması olarak onu, devletler sisteminin bir olgusu şeklinde görmekten başka bir yol yoktur. Savaş, bireysel insanlar arasında değil, devletler arasında bir ilişki olduğuna göre, savaşçı olmayanların hakları ve çıkarları en üst düzeyden korunmalıdır ve yine savaş profesyonel orduların da varlık nedeni olarak görünmektedir. Uluslararası ilişkilere ve tarihsel diyalektiğin ilerlemesinin aracı olarak savaş konusuna yer vermek bizi kendiliğinden dünya tarihinin felsefesine getirmiş olmaktadır.

MUTLAK TİN

Hegel’in sistemini tamamlayan temel üçlünün sonuncu aşaması, mutlak tin (absoluter geist) adını alır ve sanat, açınlanmış din ve felsefeden oluşan bir aşamadır. Fenomenolojinin sonunda Hegel, dünya tarihinde, doğadan dine, dinden sanata ve sanattan felsefi bilgiye doğru bir devinim olduğunu belirtmişti. Ansiklopedide sanata daha bağımsız bir statü vermiş olarak görünür. Ama genel şemada karşımıza çıkan uslamlamanın ayrıntıları bu bağımsızlığı çok zor ortaya koyar çünkü geçişin betimlendiği bölümlerde, tıpkı Fenomenoloji’de olduğu gibi nesnel tinden dine doğru bir gidişin betimlemesi yapılır. Bu şekilde Ansiklopedinin sonuç bölümlerinde, sanat, dinin uygun olmayan bir formu olarak. Din ise sanatın daha uygun bir formu olarak gösterilmektedir. Felsefe, çizilen resimde düşünme ve tümüyle ussallaştırılmış bir şey olarak tıpkı din gibi özgür bir konumda görünür. Sonuç olarak Hegel’e göre bu üçü de mutlak tinin görünümleridir. Mutlak tin kendisini bunlardan her birisi olarak açımlama yoluna gider.

Sanat, sanatçının eliyle mutlak tinin maddesel şeyler içinde cisimleşmesidir; bu nedenle sanatçı bir anlamda “tanrının efendisi” sayılabilir. Klasik sanatta cisimleştirme ve cisimleştiren zihin arasında bir anti- tez yoktur. Klasik sanatın öngördüğü şey, yücenin sanatsal olarak anlatımında cisimleşmeye meydan okuyan bir şey olarak görülür ve daima duyulur şeylerin ötesinde ve arkasında kalır, bu duyulur şeyler sadece onu sembolize etmekte başarılı olurlar. Artistik temsil etmenin eksik yanı, duyusal semboller, bu dünya kadar sınırlı ve yanlış olarak ele alınmış olan bir başka dünyaya göndermede bulunmak üzere ele alınmış olabilirler. Böylece insanlar, tapılan idollerle ve hatta kemikler gibi şeylerle öteki dünyanın ruhsal (spiritüel) olmayan nesnelliğine göndermede bulunabilirler.

Tanrı bundan dolayı doğal dünyadan- ki asli olarak ona benzer- daha büyük ve daha güçlü değildir. Ne de dünyanın ötesinde, insan için öncesiz sonrasız ulaşılamaz olarak kalan bir şeydir. Tanrı dünyada kendini gösterir. Bu bedenleşmenin Hıristiyan öğretisinde olmak üzere açımlanmış dinin en uygun bir biçimde ifade ettiği doğruluk anlayışıdır. Bu öğreti olmaksızın tanrı hâlen bu dünyanın ötesinde olacak ve eksik ve sınırlı olarak görülecektir. Bu öğretiyle bile, o özel tarihsel olayların ortasında ve onlar aracılığıyla kavranılır. Ama bu şekilde onun kavramına olumsallık ve tutarsızlık ögesi girmiş olmaktadır. Felsefede sanatçının dışsal vizyonu ve mistiğin içsel vizyonu artık orada daha fazla çatışma olmayan bir düşünme tarzında birleşir. En yüksek düzeyden benbilgisini kazanan filozof, bilginin daha aşağı düzeylerinde kaçınılmaz olarak çalkantılara yol açan iç çatışmalarından özgürleşir; felsefe ile uğraşmakla sonunda o kendisini özgür haâle getirir. Ve sonsuz tinin dünya tarihi olarak özgürleşme yolculuğunda Bu mutlak olarak sonul özgürleşme basamağı da gerçekleşmiş olur. Şimdi de mutlak tinin sanat din ve felsefe olmak üzere ana uğraklarını gerektiği kadarıyla tek tek ele almak durumundayız.

Kaynak: MODERN FELSEFE II, s. 93-103, T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 2409 AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 1397

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...