Ebû Bekir Râzî’nin Ahlak Felsefesi Anlayışı
İslam düşüncesi tarihinde dini epistemoloji zemininde, ahlakı da bir felsefe problemi olarak ele alan ilk düşünür Kindî olmuştur.
Deist dünya görüşü dolayısıyla bir dine ve peygamberlik kurumuna inanmayan Râzî’nin ahlakı dinden bağımsız ve tümüyle bir felsefe sorunu olarak ele alması doğaldır. Nitekim Râzî’ye göre Allah’ın verdiği akıl gücü ve adalet duygusu sayesinde insan, peygamberin ya da herhangi bir ruhanînin önderliğine gerek kalmadan iyiyi kötüyü, yararlıyı zararlıyı, güzeli çirkini, doğruyu yanlışı, haklıyı haksızı birbirinden ayırt edebilir.
Kaldı ki insanlar arasından peygamber veya ruhanî bir şahsiyeti üstün niteliklerle donatarak imtiyazlı kılması ve insanlara mürşid olarak göndermesi Allah’ın mutlak hikmet, adalet ve merhametiyle bağdaşır bir durum değildir. Çünkü filozofa göre, akıl ve adalet duygusuyla donatılan insanlar sahip oldukları yetenekler açısından da eşit düzeyde yaratılmış olup daha üstün niteliklere sahip seçkin bir peygamberin var edilmesi bu eşitliği bozar. Tarih boyunca yaşanmış olan savaşların çoğunun gerisinde din farklılığının bulunduğunu ileri süren Râzî’ye göre insanları bir dine bağlanmaya yönelten şey taklit duygusu, atalara ve geleneğe saygı, devletin bünyesinde yer alan din bilginleri ile dinî âyin ve törenlerin halk üzerindeki etkisidir (Ebû Hâtim er-Râzî, 2003: 83-85).
Râzî, ahlaka dair temel düşüncelerini et-Tıbbü’r-rûhânî adlı eserinde dile getirmiştir. Bir tabip olarak Rey valisi Mansur b. İshak için kaleme aldığı kitabına et-Tıbbü’l- Mansûrî adını veren Râzî, bu eseri valinin beden sağlığının ahlaki olgunlukla tamamlanabileceği, dolayısıyla bir de ahlak kitabı yazması ve ona et-Tıbbü’r-rûhânî (Ruh Sağlığı) adını vermesini istemesi üzerine yazdığını belirtir (Râzî, 2008: 55). Râzi de bir hekim-filozof olarak zaten ruh-beden ilişkisinde ruhun daha önde ve aktif konumda bulunduğunu, yalnızca ahlak ilkelerine bağlılık neticesinde kazanılacak olan ruh sağlığının beden sağlığını da olumlu yönde etkileyeceğini düşünmekteydi. Bu itibarladır ki o, başka eserlerinde de ahlak konusuna yer vermiştir. Filozofun otobiyografisi niteliğindeki Filozofça Yaşama (es-Sîretü’l-felsefiyye), karizmatik bir liderin taşıması gereken özellikleri konu alan İkbâl ve Devlete Kavuşmanı n Belirtileri (Alâmâtü’l-ikbâl ve’d-devle) ve hekimlik ahlakıyla ilgili tespit ve önerilerini ortaya koyduğu Hekimlik Ahlakı (Ahlaku’t-tabîb) adlı risaleleri de ahlak felsefesi açısından önemlidir.
Gerek Ruh Sağlığı (Tıbbü’r-rûhânî) adlı kitabında gerekse konuya ilişkin diğer eserlerinde sıkça gönderme yapmasından hareketle Râzî’nin ahlak anlayışını temellendirirken daha çok “filozofların üstadı ve en büyüğü” olarak gördüğü Eflatun ile kendisinden “velinimetim” diye söz ettiği Câlînûs’tan yararlandığı açıktır. Bununla birlikte Kindî’nin Üzüntüyü Yenmenin Çâreleri (Risâle fi’l-hîle li-def’il-ahzân) adlı eserinin de onun kaynakları arasında yer aldığını, ayrıca içinde yaşadığı toplumun ahlaki değerlerinden esinlenmiş olduğunu söylemek de mümkündür.
Yirmi bölüm halinde kaleme aldığı Ruh Sağlığı’nın ilk bölümünde yaratıcı tarafından insana bahşedilen en büyük, en değerli ve en yararlı nimetin akıl olduğunu belirten Râzî, ahlak anlayışında akıl gücünün işlev ve konumuna verdiği önemi daha işin başında ortaya koyar. İnsanı hayvanlardan üstün kılan akıl gücüdür. Gerek bu dünyada gerekse öbür dünyada her türlü yararı elde etmemiz, varlığı tanımamız, hedefler belirleyip onlara ulaşmamız, araç gereç yapıp kullanmamız, bilim ve sanat yapmamız, dahası sahip olabildiğimiz en önemli ve en değerli hazinemiz olan “Allah’ı tanıma”mız hep akıl gücü sayesinde başardığımız şeylerdir. Bütün davranışların altında yatan tasarı ve tasavvurların da akıl gücünün ürünü olduğuna dikkat çeken Râzî, davranışlarımızın aklın gereklerine uygun olduğu ölçüde doğru ve yararlı olur yahut ahlaki sayılır. Şu halde bayağı duygu ve tutkuların (hevâ), aklın ışığını kesmesine izin verilmemeli; hakim konumunda bulunması gereken akıl mahkûm konumuna indirilmemeli ve izlenen olmaktan çıkarılıp izleyen durumuna düşürülmemelidir (Râzî, 2008: 57-58).
İnsanın fiil ve davranışlarının ahlaki sayılması için onun akıllı olmasının tek başı na yetmeyeceğini söyleyen Râzî, aklın önündeki engelleri kaldırmada iradenin önem taşıdığına dikkat çeker. Ona göre akıl gibi irade de Allah’ın diğer canlı varlıklar içinde sadece insan türüne verdiği özel bir yetenektir. Ne var ki akıl ve irade gününü etkin kılma bakımından toplumdan topluma ve insandan insana farklılaşmalar ortaya çıkar ki bu durum öğrenim ve irade eğitiminin önemini gündeme getirir. Bu konuda pek de iyimser olmadığı anlaşılan filozof, insanların akıl ve iradeleriyle değil, çoğunlukla tutku ve ihtiraslarıyla davrandıklarını düşünmektedir. Bunun insanların yalnızca kendilerini ve o anı düşünmelerinden kaynaklandığını belirten Râzî, bu durumu ophtalmia (remed) denilen göz hastalığına yakalanmış olan bir çocuğun güneş altında oynamaktan ve gözünü kaşımaktan kendini alamamasına benzetir. Oysa ahlaklı ve mutlu bir hayat ancak akıl ve irade gücünün rehberliğinde tutkuların (hevâ) üstesinden gelmekle elde edilebilir; bu yolda tam başarı ya ulaşabilecek olansa sadece erdemli filozoftur (Râzî, 2008: 59-61).
Râzî, ahlak anlayışını akıl, irade ve tutku kavramları etrafında şekillendiremekle, bir bakıma ahlakı psikoloji temeli üzerine oturtmuş olmaktadır. Bu konuda Eflatun’un nefis anlayışına gönderme yapan filozof, onun insanda üç çeşit nefis bulunduğ u şeklindeki görüşünü benimser. Bunlar düşünen nefis, hayvanî nefis ve nebâtî nefis olup ilkine ilahî, ikincisine gazabî, üçüncüsüne de şehevî nefis adı da verilir. Bedenin beslenip gelişmesini ve üremeyi sağlayan nebâtî-şehevî nefis ile öfkenin kaynağı durumundaki hayvanî nefis, düşünen nefse yani akla hizmet ve destek için vardır. Özellikle hayvanî nefsin, şehevî arzu ve tutkuları kontrol altına alması hususunda akla yardımcı olma işlevi ahlak açısından büyük önem taşır. Diğer yandan düşünen nefsin bedenden bağımsız ve ölümsüz olmasına karşılık, nebatî ve hayvanî nefis beden gibi ölümlüdür.
Filozofa göre bu nefislerin her birinin işlevini yerine getirmesinde ortaya çıkan aşırılık (ifrat) veya eksiklik (tefrit) ahlak açısından olumsuzluk doğururken, denge ve itidal durumu olumlu davranışlara kaynaklık eder. Özellikle de düşünen nefsin işlevini gerektiği gibi yerine getirmemesi yani ya kendi akıbeti ve bulunduğu bedenden başlayıp tümüyle varlığa ve Yaratan’a yönelen ilgi ve meraktan yoksunluğa veya sağlıklı işleyişini bozan aşırı düşünme neticesinde vesvese ve melankoliye varan olumsuzluklara yol açar. Bunun nedeni düşünen nefis yani aklın, tutkuları yönetmek yerine onların güdümüne girmesidir. Bu ise Râzî’ye göre hiçbir dinin ve akıl sahibinin onaylamadığı bir durumdur (Râzî, 2008: 66-69).
Râzî için ahlaki erdemlerle donanmanın esas yolu, akıl ve iradenin yerli yerinde kullanılması yani bilgiyle aydınlanmak ve adaleti ilke edinmekten geçer. Bununla birlikte filozof, ahlak açısından olumsuz gördüğü bazı tutkular ile bunların üstesinden gelmeyi sağlayacak olan yöntemlere dikkat çekmekten de geri durmaz. Ona göre bencillik ve alışkanlıklar, insanın kendi hata ve kusurlarını görüp eleştirmesinin önündeki en büyük engeller olup aşılmaları da çok zordur. Bu itibarla o, doğruların bulunup davranışlara çekidüzen verilmesi konusunda sağduyulu ve akıllı dostların uyarı ve tavsiyeleri ile düşmanlar tarafından yöneltilen eleştirilerden yararlanılması gerektiği kanaatindedir (Râzî, 2008: 72-74; 2003: 75).
Râzî aşk, kendini beğenme, çekememezlik, öfke, yalan, cimrilik, açgözlülük, sefâhet, içki ve cinselliğe düşkünlük, mal ve makam hırsı gibi bayağı duyguların yanı sıra üzüntü ve ölüm korkusunu da insanı karamsarlığa düşürüp mutlu olmasını engelleyen etkenler olarak değerlendirir. Ona göre insan doğasından kaynaklanan üzüntü ve tasanın tümüyle yok edilmesi mümkün olmasa da etkisini azaltmak mümkündür. Bunun için öncelikle üzüntüye kapılmamak yahut etkisini olabildiğince azaltmak için önlem almaya çalışmalı, bunda başarılı olunamazsa üzüntüden bir an evvel kurtulmanın çareleri aranmalıdır. Râzî’ye göre üzüntü ya sevilen bir şeyin kaybedilmesi veya bir beklentinin gerçekleşmemesi neticesinde ortaya çıkar. Sevilen ve beklentiye konu olan şeyin büyüklüğü üzüntünün yoğunluğunu da belirler. Şu halde akıllı kimseler, bu dünyadaki her şeyin sürekli değiştiğinin, dolayısıyla her an üzüntüyle karşı karşıya kalabileceğinin bilinciyle yaşar. Bu bilinç ona her üzücü olay ve durumu doğal karşılama; kendi irade ve gücünü aşan olumsuzluklar karşısında sarsılmama; daha kötüsünün de olabileceğini, üzülmenin hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini, her sevinç ve mutluluk gibi üzüntü ve tasanın da gelip geçici olduğunu düşünerek üzüntüsünü hafifletme yolun açar (Râzî, 2008: 105-110).
Râzî’nin karamsarlık ve mutsuzluğa yol açtığını düşündüğü bir diğer etken de ölüm korkusudur. Ona göre ancak ölümden sonraki hayata inanmakla bu korkunun üstesinden gelinebilir. Çünkü ölümün bir yok oluş değil, adaletin gerçekleşeceği bir hayatın başlangıcı olduğuna inananlar ölümden korkmadıkları gibi yaşama sevincini de daima diri tutarlar. Dolayısıyla ebedî bir hayatın varlığı akıl ve adalet duygusunun olduğu kadar Allah’ın hikmet ve merhametinin de bir gereği olmaktadır. Ölümü sonsuz bir yok oluş şeklinde değerlendirenler, ölüm korkusu karşısında birtakım şeylerle kendilerini avutma yoluna gitseler de karamsarlıktan kurtulamaz ve giderek intiharı kurtuluş sayacak duruma gelirler (Râzî, 2008: 137-140).
Hazırlayan: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Ömer YILDIRIM’ın Kişisel Ders Notları. Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf “Felsefeye Giriş” ve 2., 3., 4. Sınıf “Felsefe Tarihi” Dersleri Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı