Dil felsefesinin diğer felsefe alanlarıyla ilişkisi
Dil felsefesi diğer felsefe alanlarının bazıları ile doğrudan bir ilişki içindedir. Bunlar arasında en önemlileri mantık, zihin felsefesi, epistemoloji ve ontoloji alanlarıdır. Ancak bu alanlarla dil felsefesinin arasındaki bağı tartışmaya geçmeden önce, dil felsefesinin neredeyse felsefenin tüm alanları için fayda sağlayan bir özeliğini vurgulamak gerekir.
Antik felsefe döneminden beri filozofların üzerine çalıştıkları felsefe soruları arasında bir soru biçimi ön plana çıkıyor. Bu soru biçimini yarı formel bir şekilde şöyle dile getirebiliriz: X nedir? Burada “X” yerine felsefi bir kavram koyduğumuzda çok temel bir felsefe sorusu ortaya çıkar. Özellikle Platon’un diyaloglarında bunun birçok örneğini görürüz.
Adalet nedir? Bilgi nedir? Varlık nedir? Güzellik nedir? Doğru nedir? Bu tür sorular felsefi tartışmalarda o denli merkezi bir konum almışlardır ki felsefenin alt alanları bazen bu sorularla tanımlanır. Örneğin epistemolojinin en temel sorusu “bilgi nedir?”, ontolojinin en temel sorusu “varlık nedir?”, ahlak felsefesinin en temel sorusu “(ahlaki) doğru nedir?”, estetiğin en temel sorusu “güzellik nedir?” olarak düşünülebilir. Felsefe tarihi bize bu tür soruları yanıtlamanın ne denli zor olduğunu göstermeye yeter.
Platon’un Theatetus adlı diyalogunda Sokrates “bilgi nedir?” diye sorar ve Theatetus’un bu soruya verdiği her yanıtı çürütür. Bir kitap uzunluğundaki bu diyalogda Platon sorunun yanıtını bizlere vermez. Bu soruyu temel alan ve Platon’dan sonra iki bin yıldan fazla üzerine en fazla çalışılmış alan olan epistemolojide bu soruya hala yanıt aranıyor. Tabii bu soruya yanıt arayışına çıkmak için öncelikle o sorunun ne sorduğunu anlamak gerekir. İşte dil felsefesi bu aşamada gündeme geliyor.
Felsefi bir sorunun gerçek bir soru olması için içinde bir bilinmeyeni barındırması gerekir. Peki “bilgi nedir?” diye sorduğumuzda bu bilinmeyen nedir? “Bilgi” sözcüğünün anlamı mı? Eğer öyle olsaydı soruyu anlamamız da olanaklı olmazdı. O halde bilgi kavramı mı? Eğer bir sözcüğün anlamını o sözcüğün ifade ettiği kavram olarak ele alırsak yine aynı sorun ortaya çıkar. Yani bu soruyu anlayabilmemiz için öncelikle bilgi kavramını kavramamız gerekir. Bundan dolayı günümüz epistemologlarının bir çoğu bu soruyu farklı yorumluyorlar. Genel görüşe göre “bilgi nedir? “ sorusu bir kişinin bir şeyi bilmesi için gerekli ve yeterli koşulları sorar. Ancak bu yoruma karşı çıkanlar da vardır. Bazılarını göre bu soru bilginin özünü, ya da bilgiyi bilgi yapan özsel nitelikleri soran bir sorudur. Wittgenstein’ın ikinci döneminde geliştirdiği bir görüşe göre ise “bilgi nedir?” sorusu felsefi bir soru olarak aslında anlamsızdır. Bunun nedeni Wittgenstein’ın “aile benzerliği” adıyla anılan görüşüne dayanır. “Oyun nedir?” sorusuna yanıt aradığımızı varsayalım. Eğer bu soruyu yanıtlamak için bir şeyi oyun yapan özsel değişmez nitelikleri ararsak, ya da tüm oyunlar için ortak olan bir özellik ararsak böyle bir şey bulamayız. Wittgenstein’a göre tüm oyunları oyun yapan böyle bir ortaklık yoktur, bunların hepsine “oyun” dememizin nedeni tüm oyunlar arasında bir “aile benzerliği” olmasıdır. Günümüz felsefecileri arasında Wittgenstein’ın izinde giden bazı felsefeciler buradan yola çıkarak “bilgi nedir?” adalet nedir?” türündeki soruların klasik felsefede soruluş biçimiyle aslında anlamsız olduğunu savunurlar. Bu görüşlerin ayrıntılarına girmeyeceğiz. Burada vurgulanması gereken felsefesinin en temel soruları gibi görünen bu tür soruların anlamlı olup olmadıkları, ve eğer anlamlı iseler bu soruların ne sordukları konuları dil felsefesinin konularıdır. Farklı dil kuramlarında tüm bunlara dair farklı sonuçlar çıkar. Kısaca felsefenin temel sorularının ne sorduklarını anlamak için öncelikle dil felsefesi yapmak gerekir.
Şimdi dil felsefesinin diğer alanlarla olan ilişkisine bakalım. Mantık bir alan olarak son yüz yıldır büyük bir gelişme kat ederek kendini bir ölçüde felsefeden koparıp formel bir bilim dalı haline gelmiştir. Mantık ile dil felsefesi arasındaki ilişki öncelikle sentaks alanında kendini gösteriyor. Ancak burada sentaksı dilbilimde yapıldığı şekliyle değil, dil felsefesinin bir alt kolu olarak düşünmek gerekir. Dil felsefinde sentaks çalışmaları Türkçe ya da Çince gibi özgül dillerin değil tüm dillerin yapısını araştırır. Frege ve Russell’ın günümüz Sembolik Yüklemler Mantığı’nı kurarken bu görüşten yola çıkmışlardı. Kısaca Frege/Russell görüşüne göre mantık alanı aslında dilin sentaksını araştıran bir alandır. Bir örnek ile bunu açıklamaya çalışalım. Diyelim ki “Tüm hayvanlar ölümlüdür” tümcesinin sentaksını araştırıyoruz. Frege/Russell mantık dizgesi bize bir yanıt sunuyor. İlk çözümlemede bu tümce “Eğer bir şey hayvansa o şey ölümlüdür” şekline dönüşür, daha sonra tümcenin sentaktik formuna varırız: “Her x için, eğer x F ise, x G dir”, ya da tamamen sembolik dilde “∀x (Fx → Gx)”. Kısaca tümcelerin mantıksal formunu araştıran mantık alanı dil felsefesinin bir alt kolu olan sentaks ile bu şekilde bir organik ilişki içerisindedirler.
Çağdaş zihin felsefesinin üzerine çalıştığı birçok konu ve problem dil felsefesinde geliştirilmiş olan kavramlarla dile getiriliyor. Örneğin zihin felsefecilerinin birçoğuna göre inanmak ve öğrenmek gibi zihinsel süreçlerin içeriği her durumda “önermeseldir”.
Önerme kavramı dil felsefesinde geliştirilmiş bir kavramdır. Bu görüşe göre eğer, Ayşe bugün yağmur yağacağına inanıyorsa, inancını dile getirebileceğimiz “bugün yağmur yağacak” tümcesinin anlamı olan önerme Ayşe’nin inancının içeriğini oluşturur. Dolayısıyla dil felsefesinin bir konusu olan önermelerin çözümlemesi zihinsel süreçleri anlamak için gerekli hale gelir. Diğer yandan bazı felsefeciler her zihinsel sürecin önermesel ya da kavramsal olmadığını da savunur. Ancak bu görüşü savunurken bile dil felsefesinin kuram ve kavramlarını kullanırlar. Zihin felsefesinin en temel kavramlarından biri de zihinsel temsil kavramıdır. Örneğin Ali Ayşe’yi seviyorsa bir şekilde Ayşe’yi kafasında canlandırabiliyor olması gerekir. İşte bu “canlandırma”ya zihin felsefecileri “temsil etme” diyorlar. Ayşe ortalarda yokken de Ali Ayşe’yi düşünebilir, onu kafasında canlandırabilir ve onu bu şekilde sevmeye devam edebilir. Bir insanı ya da daha genel anlamda bir nesneyi zihnimizde nasıl oluyor da temsil edebiliyoruz? İşte bu probleme yönelik olarak ortaya atılan tüm kuramlar dil felsefesinden bir şekilde destek alırlar. Bir şeyi zihnimizde temsil etmekle, o nesneye gönderme yapmak arasında bir ilişki olduğundan, zihin felsefesinin en temel kavramlarından biri olan temsil etmek ile dil felsefesinin en temel kavramlarından bir olan gönderme kavramı arasında bir ilişki ortaya çıkar.
Dil felsefesinin çok yakın olduğu bir diğer alan da zihin felsefesidir. Adından da anlaşılacağı üzere zihin üzerine felsefi sorunların tartışıldığı bir alan olan zihin felsefesi, bilinç, düşünme, algılama gibi zihinsel durumları ya da süreçleri araştırır.
Bilgi üzerine felsefi problemlerin tartışıldığı epistemoloji alanı da özellikle çağdaş felsefe döneminde dil felsefesinden destek alır. Bunun bir nedeni epistemoloji alanında çalışan birçok felsefecinin bilmenin “önermesel” olduğu görüşünü benimsemesidir. Bu görüşe göre bilme yüklemi, bir “özne” ile bir “nesne” arasında bir ilişki kurar. Buradaki “özne” daha önce sözünü ettiğimiz bir tümcenin paçası olan bir terim değil, “bilen varlık” anlamında kullanılıyor. “Nesne” ise bilinen şeye gönderme yapıyor. Yani bilme yüklemi, bir bilen (özne) ile bir bilinen (nesne) arasında bir ilişki olur bu görüşe göre. İşte bu felsefecilerin çoğu bu bilinen şeyin de bir önerme olduğunu savunur. Yani “Ayşe bugün yağmurun yağacağını biliyor” dediğimizde, Ayşe ile bir önerme arasında bir ilişkiyi dile getirmiş oluruz. Burada Ayşe özne, bugün yağmur yağacak önermesi de nesne konumundadır. Epistemolojinin üzerine çalıştığı diğer bir temel kavram da doğru kavramıdır. Bunun an önemli nedeni bir öznenin bir önermeyi bilebilmesi için o önermenin doğru olması gerektiğine dair yaygın görüştür. Bu da dil felsefesi ile epistemolojiyi birleştiren çok önemli bir başka etken olarak karşımıza çıkıyor. Diğer yandan daha sonra göreceğimiz üzere dil felsefesinde baskın olmuş olan Frege ve özellikle Russell’ın kuramları epistemolojik birçok unsuru içinde barındırır.
Varlık üzerine felsefi soruların tartışıldığı ontoloji alanı dil felsefesi ile o denli çok ortaklık taşır ki, iki alanı en azından çağdaş felsefede tamamen ayırmak olanaklı görünmüyor. Ontolojinin en merkezi konumunda olan varlık kavramının çözümlenmesi işi öncelikle dil felsefesinin bir konusudur. Örneğin daha önce kısaca tartıştığımız varlık yargılarına dair dil felsefesinde ortaya çıkmış olan birçok kuram günümüz ontologları tarafından kullanılmaya devam ediyor. “Bir şeyin var olduğunu ya da var olmadığını söylediğimizde ne söylemiş oluyoruz?” sorusuna Frege ve Russell’ın verdiği yanıtları daha sonra ayrıntıları ile ele aldığımızda dil felsefesi ile ontolojinin nasıl organik bir ilişki içinde oldukları daha iyi anlaşılacaktır.
Kaynak: Dil Felsefesi, s. 14-16, T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 2649 AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 1615