Felsefe hakkında her şey…

Devlet ve anarşizm

23.10.2022
619

Devlet bağlamında çok farklı görüşlerin ortaya çıktığı, farklı politik ideolojilerin onun mahiyeti, işlevleri ve kabul edilebilirliğiyle ilgili olarak farklı düşünce ve yaklaşımlar geliştirdikleri söylenebilir. Nitekim faşistler, sosyalistler, liberaller ve muhafazakârlar “devlet”ten farklı şeyler anlarlar. Söz gelimi etnik milliyetçilik, ırkçılık, irrasyonalizm benzeri pek çok özellik üzerinden tanımlanabilen faşizm, devleti neredeyse ilahlaştırır. Gerçekten de esas olarak bir yandan milliyetçilik, diğer yandan mutlakıyetçi bir devlet anlayışı üzerinden ortaya konabilen faşizm, devletin bireyler üzerinde mutlak bir otoritesi olması gerektiğini savunur. Devlet, onda hayatın bütün yön ve unsurlarını kontrol ederken bir yandan da bütün değerlerin belirleyicisi olarak ortaya çıkar.

Faşizm devleti neredeyse ilahlaştırarak ona deyim yerindeyse tapar. Muhafazakârlık da devletin birey karşısındaki önceliğine vurgu yapar.

Muhafazakârlık da genel olarak güçlü devletten yana olan bir ideolojiymiş gibi görünür. Ama bu durum muhafazakârlığın her türü için geçerli olmadığı gibi, muhafazakârlıkta güçlü devlete beslenen inanç, faşizmin mutlakiyetçi devlet anlayışının çok uzağında kalır. Duyarlılığı esas olarak aile, din ve gelenek benzeri kurumların korunmasına yönelik bir duyarlılık olan muhafazakârlık, dolayısıyla devletin gücüne sınırlama getirir. Buna göre muhafazakârlık devlet, devlete itaat alışkanlığı veya egemene sadakat olmadığında; birey, aile, sivil toplum ve düzenin de olamayacağını savunur. O, şu halde kendisine zaman zaman ahlaki bir misyon yüklediği devletin birey karşısındaki önceliğine vurgu yapar. Ama bu noktada kalmayıp toplumun her alanının devlet eliyle siyasallaştırılmasına, toplumun devlet eliyle baştan aşağı dönüştürülmesine karşı çıkar. Yine aynı çerçeve içinde bireyi, aileyi ve sivil toplumu devlet içinde eriten kolektivizme, aynı zamanda devletin varlık sebebini göz ardı ettiği için radikal bir eleştiri getirir.

Devletle ilgili olarak pozitif bir yaklaşım ya da görüş benimseyen söz konusu iki yaklaşımın karşısında, devleti sınırlama eğilimi sergileyen liberalizmle onu geçici bir kötülük olarak gören sosyalizm bulunur. Gerçekten de liberalizme göre devlet, kendi başına bir varlığa sahip değildir; o, bireyler için, onların temel hak ve hürriyetlerini korumak, birlikte yaşamalarını mümkün kılan çerçeveyi temin etmek için vardır. Özellikle klasik liberalizm, minimal bir devlet anlayışıyla karakterize olurken devletin asgari bir rolle sınırlanmasını talep eder. Söz konusu asgari rol de yurttaşların kendileri için en iyi olduğunu düşündükleri hayatı sürdürebilmelerini mümkün kılacak bir toplumsal düzen ve barış ortamını temin etmekten ibarettir. Buna göre minimal bir devlet idesine, kendisini iç düzeni tesis etme ve dış savunma görevleriyle sınırlamış bir devlet düşüncesine bağlanan klasik liberalizmin veya bu tür bir liberalizmin kurucusu olan Locke’un ifade ettiği şekliyle devlet, sadece düzen tehdit edildiğinde hizmete çağrılan bir gece bekçisi olmak durumundadır.

Devletin, özellikle de insanlara kendilerine güvenmeyi, öz disiplin sağlamayı öğreten, barış ve düzen üreten serbest piyasaya müdahale etmemesi gerektiğini öne süren liberal görüş, bununla birlikte esas olarak yirminci yüzyılda, devletin pozitif rolüne yavaş yavaş vurgu yapma durumuna gelmiştir. Yeni liberalizmle birlikte veya devletten hoşlanmayan veya onu talihsiz bir zorunluluk olarak gören klasik liberalizmden sonra, liberaller yavaş yavaş devletin hakiki bireyselliğin ve yurttaşlık erdeminin gelişmesinde etkin bir rolü olduğunu düşünmeye, onu toplumun ekonomik ve sosyal hayatının tamamlayıcı bir parçası olarak görmeye başlamışlardır. Devlet, söz gelimi Rawls’a göre, bireyleri iktisadi faaliyetleriyle ilgili engellerden kurtarmakla kalmaz, yurttaşlar için daha iyi bir hayatın geliştirilmesi sürecine katkı yapar. Buradan hareketle, özellikle klasik dönemde devletten hiç hoşlanmayan liberallerin, esas itibarıyla yirminci yüzyılda özgürlüğü desteklemek, bölüşümcü adaletten faydalanmak, iktisadi ilişkilere uygun düşecek yasal bir yapı tesis etmek ve belirli birtakım genel çıkarları sağlamak için devletten yararlanma yolunu seçtikleri söylenebilir.

Sosyalizm de devlete genellikle olumsuz bir biçimde yaklaşır. Devlet, sosyalist bakış açısından, gerçekte egemen sınıf­ların çıkarlarını temsil edip bunları korumakla yükümlüdür. Başka bir deyişle, sosyalizmde devletin toplumun ortak çıkarlarını temsil eden bir kurum oluşundan söz etmek mümkün değildir; o, burjuvaların çıkarlarını temsil eden ve dolayısıyla statükonun devamını sağlamaya çalışan bir araç olma statüsündedir. Sosyalizm devletin, herhangi bir politik düzende herkesin çıkarlarını temsil etmediğini, sahip olduğu ideolojik aygıtlarla egemen sınıfın baskı aygıtı olduğunu iddia eder. O, bu yüzden, söz gelimi kapitalist sistemde hâkim sınıfa karşılık gelen burjuvanın ortak işlerinin yürütücüsü, burjuvazinin icra komitesi olan devletin herkesin çıkarına hizmet edecek bir şekilde dönüştürülmesi gerektiğini savunur. Egemen sınıfın çıkarlarını temsil ederken doğallıkla statükonun devamı için çalışan devlet; polisi, askeri ve mahkemesiyle aynı zamanda merkezi ve yoğun bir iktidarı ifade ettiği için, barışçı ve demokratik yollardan dönüştürülemez. Kapitalist devletin, toplumun tüm sınıf­larının iyiliği ve mutluluğu adına yıkılmasının kaçınılmaz olduğunu ileri süren sosyalizm, ayrıca ikinci bir devletten daha söz eder. Bu, sosyalist devrimi gerçekleştirecek, sınıfsız topluma geçiş amacına ve dolayısıyla da kurtuluşa, sadece işçilerin değil, burjuvaların da özgürleşimine hizmet edecek olan sosyalist devlettir. Birincisine eleştirel bakan sosyalizm, ikincisine olumlu bakıp ona önemli birtakım misyonlar yükler.

Anarşizm dışında kalan bütün politik ideolojiler, devlet konusundaki görüşleri ne kadar farklılık gösterirse göstersin, onun varlığını olumlama noktasında birleşirler.

Devlet konusundaki görüşleri ne kadar farklılık gösterirse göstersin, söz konusu dört görüş de devletsiz olunamayacağını, devletin sosyal ve politik düzenin tesisi ve bekası için gerekli olduğunu kabul eder. Bütün bu ideolojilerden, devlete bütünüyle karşı çıkma noktasında ayrılan bir görüş vardır. O da anarşizmdir. Anarşizm, aslında yekpare veya monolotik bir görüş ya da ideoloji değildir. Onun içinde, farklı anarşizmlerden söz etmek mümkündür. Durum böyle olmakla birlikte, bütün anarşist görüşler, insanların devlete itaat etme gibi bir yükümlülükleri bulunmadığını, böyle bir yükümlülüğün insanın moral özerkliğine zarar verdiğini savunma noktasında birleşirler. Buradan hareketle anarşizmin devletin insan üzerindeki olumsuz etkilerine işaret edip bir sosyal düzenin devlet olmadan da tesis edebileceğini ve böyle bir devletsizlik haline geçişin mümkün ve gerçekçi bir imkân olduğunu savunduğu söylenebilir. İyi bir hayatın ancak sınırlayıcı, zorlayıcı, baskıcı yapılar olmadığı zaman mümkün olacağını savunan anarşizm, özgürce seçilmiş bir hayatla veya hayat tarzıyla uyuşmayan kurum ya da ahlaklara şiddetle karşı çıkar, onları sıkı bir eleştiri süzgecinden geçirir. Gerçekten de anarşizm, insan doğasının özü itibarıyla iyi olduğunu ve insan yaşamında karşılaşılan kötülüklerin, temelde insan üzerindeki kontrolden ve politik baskıdan kaynaklandığını ileri sürer. O, toplum içindeki politik kontrolün ve siyasi baskının ortadan kaldırılmasını talep ederken devletin insanın en büyük düşmanı olduğunu söyler.

Anarşizmin görüşünü desteklemek üzere geliştirdiği argümanların başında, klasik anarşist gelenek içinde William Godwin (1756-1836) tarafından öne sürülen yararcı argüman gelir. Godwin’e göre, devlet, toplumu eşitsiz ve düşman sınıf­lara bölmek suretiyle insanın mutluluğuna zarar veren mülkiyetin yerleşik yönetimine sağladığı destek dolayısıyla ve rekabetin sınırlarını zorlama eğilimiyle zararlı bir kurum olmak durumundadır. Anarşizmi desteklemek üzere geliştirilen ikinci bir argüman da Godwin’den gelen bir argüman olup devletin insanın özerk kişiliğinin sınırsızca gelişimini ihtiva eden bir süreç olarak yetkinleşebilmesine verdiği zarara işaret eder. Argümana göre devlet, ya doğrudan müdahale yoluyla ya böylece itaat tavrının gelişmesini teşvik etmek suretiyle ya da bir sınıfı başka bir sınıfın kölesi haline getiren eşitsiz ilişkileri geliştirerek insanın özerkliğine onulmaz yaralar verir. Dolayısıyla devletin gerçek insanlığın önündeki bir engel olarak yıkılması gerekir.

Devlete karşı çıkışın üçüncü bir gerekçesi, doğaya içkin olan veya doğadan türetilebilir olan bir ahlak yasasının olduğu kabulüne dayanır. Doğal hukuk anlayışına yaslanan anarşist düşünürler, bununla birlikte doğal hukukun formu ve içeriği konusunda farklılık gösterirler. Hristiyan Tanrı’nın buyruğu olarak doğal hukuk geleneğine en yakın olan anarşist düşünür, anarşistler arasında dini bütün yegâne şahsiyet olan Lev Tolstoy (1829 – 1910)’dur. Buna göre, evrensel kardeşlik düşüncesini ve kişinin komşusunu sevmesi gerektiğini bildiren buyruğu temele alan Tolstoy, bu buyruk ve ideallerin, yanlış ulusal kimlikler ve sınıfsal ayrımlar yaratmak suretiyle insanlar arasına aşılmaz engeller koyan devletlerin varoluşuyla bağdaşmaz olduğuna işaret eder. Doğal hukuku seküler bir biçimde yorumlayan Pyotr Kropotkin (1841-1921) ise Darwinci evrimden yola çıkar ve Herbert Spencer (1820-1903) gibi “sosyal Darwinistlerin” tam tersine, evrimsel gelişmede başat faktörün, tür içinde rekabet değil, dayanışma olduğunu savunur. Kropotkin’e göre, devletin insanoğlunun bu en temel doğa yasasına uymasını engellediği için, yıkılması gerekir.

Devlete büsbütün karşı çıkan anarşizm ve bu arada devlete veya onun belli form ya da tezahürlerine karşı çıkan sosyalizm ve liberalizmin görüşleri dikkate alındığında, devletin varlığının meşrulaştırılmasının, siyaset felsefesi açısından büyük bir önem arz ettiği açıklıkla ortaya çıkar. Bu gereklilik, devlete eleştirel bakan söz konusu politik ideolojiler bir tarafa bırakılacak olsa bile, devletin belli bir coğrafya üzerindeki mutlak iktidarını yasa ve silahlı güç yoluyla tesis etmesi olgusu gündeme geldiğinde, bir kez daha kendisini gösterir. Devletin mutlak iktidarının meşrulaştırılması ise elbette onun varlığının insan için anlaşılır ve kabul edilebilir nedenlere dayandırılmasını, istenir hale getirilmesini ifade eder. Bu konuda modern dönemde başvurulmuş olan en önemli çözüm yolu, politik otoritenin veya devletin meşruiyetini bireylerin rızasına bağlayan meşhur toplum sözleşmesi anlayışından gelir.

Kaynak: FELSEFE, s. 138-142, T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 2487 AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 1458

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...