Anglosakson Dil Felsefesi Nedir?
Analitik felsefe, günümüz düşünce dünyasına etki etmiş ana akımlardan biridir. Analitik felsefe olarak adlandırılan felsefe anlayışının ana yönelimlerinden birisi, mevcut hâliyle felsefenin içinde bulunduğu durumu değerlendirmek ve onun başka bir biçimde yeniden oluşturulmasını sağlamaktır.
Bu akıma mensup filozoflar bunun yeni bir felsefe yapma yöntemi geliştirmekle gerçekleştirilebileceğini düşünürler. Bu yeni yöntem, bir tür çözümlemedir. İki ana dönemde değerlendirilebilecek olan bu felsefe yöneliminin önerdiği çözümleme yönteminin ortaya çıkardığı felsefe ise, bir bilim olmaktan ziyade, bilimsellik iddiasında olan bir felsefedir.
Analitik felsefenin kullandığı ana kuramlardan birisi, ilişkisel (referansiyel) kuram olarak da adlandırılır. İlişkisel kuramın ortaya çıkmasında Frege, Russell ve Wittgenstein’ın rolü vardır. Özellikle Frege’nin, Anlam ve Yönletim Üstüne adlı makalesinde ele aldığı konu bu bakımdan önemlidir.
Russell’ın mantıksal atomculuğunda da kendisini gösteren bu kuramın ana teması, bir nesneyi kastetmekle anlam arasındaki ayrımın farklı olacağıdır. Yani, Sabah Yıldızı ile Akşam Yıldızı olarak adlandırılan gök cisminin aynı nesne olmasına karşın, Sabah Yıldızı olmakla Akşam Yıldızı olmanın farklı anlamlara geldiğine dikkat çekilir. Burada, dilin nesnelere doğrudan bağlanması bir yana, anlam sistemleri üzerindeki konumlanışı öne çıkarılır.
Pozitivizmin izlerini taşıyan Viyana Çevresi filozofları, analitik felsefe geleneğinin birinci kuşağı olarak değerlendirilebilir. Bu anlayış, dilin dünyanın betimlenmesinde kullanıldığını ileri sürerler. Bu, Wittgenstein’da da görüleceği üzere, bir resimleme çalışması olarak da değerlendirilebilir. Tek tek sözcükler nesnelere işaret ederken, cümleler ise, nesnelerin birleşmesiyle oluşan durumları temsil ederler. Bu şekilde düşünüldüğünde olgusal dil, olgusal dünyanın bir resmi olma imkânına sahiptir.
Viyana Çevresi’ni oluşturan filozoflara göre, doğruluğu veya yanlışlığı gösterilebilecek olmalarından dolayı önerme olarak değerlendirilebilecek yegâne bilimsel ifadeler, Hume’un çatalında da işaret edildiği gibi, ya mantıksal ve matematiksel ifadelerdir, ya da olguların durumunu temsil etme, ortaya koyma iddiasındaki ifadelerdir. Bu ölçüye göre, dilde bulunan pek çok ifade biçimi belli bir bilimsellik sınamasından geçirilmiş, ‘sahte’ olarak değerlendirilen ifadeler bilimsel olanın sınırlarından dışarı çıkarılmıştır. Viyana çevresi düşünürleri bilimsel ifadeleri, şeyler arasındaki ilişkilerin veya nesnelerin belli bir düzenlenişi olarak görülen olguların ifade edilmesiyle sınırlamışlardır.
Verilen bu anlamlılık kriterini karşılamayan ifadelerin doğruluğundan bahsetmek mümkün değildir. Çünkü onların doğru ya da yanlış olup olmadıklarını anlamanın bir yolu yoktur. Bu anlayış doğrultusunda R. Carnap, metafizik konulardaki araştırma ve çalışmalarında ne kendilerinin ne de karşıtlarının başarıya ulaşamayacaklarını ileri sürer. Çünkü konu, olgularla ilgili bir konu değildir. Dolayısıyla, doğru ya da yanlışlıkla ilgili bir sonuç elde edilemez. Bu bakımdan metafizik çalışmalar, felsefe bakımından boş ve faydasız, sözde çalışmalardır.
Wittgenstein’ın karakterize ettiği kabul edilen analitik felsefe geleneğinin ikinci dönemindeki belirleyici yaklaşım, bilimsellik sınırları içinde dilin tek ve yasal bir biçimde kullanılmasından ziyade, pek çok kullanıma sahip olduğu, bu kullanımlar arasında belirsizleşebilen ayrımlar olduğu yönündedir. Dilin yalnızca ilişkileri ve olguları betimlemekle sınırlı olarak görülmeyen işlevi, onun bütün kullanımlarını da içine alacak bir doğruluk kuramı geliştirilmesini de gerekli kılmıştır. Kullanımsal anlam olarak da bilinen bu yaklaşım uyarınca, dilin gündelik kullanımları da dâhil olmak üzere anlam, kullanımda oluşur ve kendisini gerçekleştirir.
Bu yaklaşım uyarınca dil, kusursuz ve eksiksiz ideal bir mantıksal matematiksel yapıya sahip olarak değerlendirilmez. Yani, dilin anlam bakımından ele alınmasında matematiksel kesinliğe ve evrenselliğe sahip bir doğruluk ya da yanlışlık aranmasından vaz geçilmiştir. Gündelik hayatın bir parçası olarak görülen dil, yaşama olayları içinde öğrenilen, sürdürülen ve kullanıldıkça anlamlarını üreten canlı bir ilişkiler sistemi olarak değerlendirilmektedir. Anlamın kavranması, dili kullanmanın yapıp etmelerinden ve niyetlerinden bağımsız yansız ve tarafsız bir etkinlik olmadığı gibi, bağlamlardan çıkarılmış nesnel ve objektif bir faaliyet olarak da görülmez.
Yine de bilimsel vb. çeşitli teknik kullanımları olan diller vardır. Fakat bütün dilin bu çeşitli dillerin genel olarak üzerinde konumlandığı ana yapı gündelik dil ve onun kullanımları ve işleyiş prensipleri olarak değerlendirilebilir. Çünkü dilin gündelik kullanımları ile kastedilen, insanların dili her türden kullanımlarına eşlik eden ana prensibi temsil etmektedir. Bu ana prensip, kullanımdır. Anlamlar, kullanımlarla beraber ortaya çıkarlar.
Çağdaş dil felsefesin belirgin özelliklerinden biri, dili, Wittgenstein’ın ilk dönem düşüncelerindeki resim kuramını özetleyen, bir trafik kazasını anlatan teknik bir çizimde olduğu gibi, yalnızca bir resim gibi görmemektir. Dil ne kadar tıkız ve tek anlamlı bir biçimde kullanılabilir olsa da, onun temelindeki ana işleyiş biçiminin uzlaşımlar ve kullanımlar olduğu göz önünde bulundurulur. Wittgenstein’ın ikinci dönemiyle karakterize edilen bu yaklaşım, Austin’in çalışmalarıyla gelişmiş ve etkisini artırarak devam etmiştir.
İlk dönemi de ortaya koyduğu resim kuramıyla belirgin olarak düşünce dünyasına etki eden Wittgenstein’ın ikinci dönemi için anlam, tıpkı bir çocuğun pazar yerinde dolaşırken elmanın ne olduğunu annesinden yaşayarak öğrenebilmesinde olduğu gibi, bütün anlamlar gündelik hayat içinde dilin kullanılmasıyla şekillenir ve öğrenilir. Bu bakımdan anlamların özselliğinden veya değişmezliğinden de bahsedilmesi güçleşecektir. Dillerin anlamları, kullanımları, bağlamsal anlamlar dışında, Platoncu anlamda, değişmeyen sabit referans noktalarına dayalı olarak düşünülmez. Bu yeni anlam yaklaşımının Wittgenstein tarafından konulmuş adı, ‘oyun’dur. Oyun, belli bir biçimde sınırlanmamış ve belirlenmiş bir anlam kuramını açıklamaya yönelik olarak geliştirilmiş bir yaklaşımın adıdır. Oyun kuramına göre, oyunların belli bir sayısı veya oynanma biçimini vermek mümkün değildir. Oyunlara ilişkin verilebilecek iki şey vardır. Birincisi bütün oyunların temel ilişkisinin bir akrabalık ilişkisi gibi olduğu, ikincisi ise, sabit ve genel bir içyapı kurallılığının verilemeyeceğidir. Anlama ilişkin bir çözümleme çabasının imkânı, oyunların yine de belli bir biçimde birbirleriyle olan zayıf ilişkisinin yakalanmasıdır. İlişki, aynı kalmayan, değişken bir ilişkidir. Bu ilişki, anlamların da karşılıklı olarak birbirleriyle olan ilişkilerinde oluşup geliştiğini ifade etmektedir.
Dil oyunlarını öne çıkaran bu yaklaşımın belli bir biçimde sınıflandırılması ve tanımlanması güçlükler yaratmaktadır. Bu güçlük, özellikle Austin tarafından, belli bir biçimde geleneğin dışına çıkılarak çözülmeye çalışılır. Ona göre yaptığı dil felsefesi çalışmaları analitik gelenek veya mantıkçı pozitivist gelenekte değildir. Austin’e göre gündelik dil, bütün dillerin zemini olarak insanlığın birikimini de temsil etmektedir. Her türden sınıflama yapma bilgisi ve tecrübesi bu dille edinilmiş ve korunarak aktarılmıştır.
Austin’in yaklaşımın ana temalarından biri, dilin yalnızca bildirmek görevinin olduğuna yönelik yaklaşımı eleştirmesiyken, ikincisi, Dil Edimleri Kuramı olarak adlandırılan yaklaşımıdır. Dilin kullanımlarından birisi olan dil edimleri, ifadelendirmelerle gerçekleştirilen insan faaliyetlerine vurgu yapmaktadır. Yani insanların yapıp etmeleri yalnızca fiziksel veya bedensel faaliyetlerle sınırlı değildir. İnsanlar, sözlerle de çeşitli faaliyetler gerçekleştirirler. Bunların örneklerinden biri, bir konuşmacının; ‘Şimdi toplantıyı açıyorum.’ Demesiyle beraber, ilgili toplantının başlamış olması ile örneklenebilir. Benzeri örneklerden birkaçı da şunlar olabilir: Bir Hâkim’in “Seni suçsuz bulup serbest bırakıyorum” demesi veya bir hasta ziyaretinin sona erdiğini bildiren; “Ziyaret saati sona ermiştir.” gibi bir ifade.
Austin’in dil edimleri yaklaşımına göre dilde doğru ya da yanlışlıktan ziyade, dilin ilgili bağlama uygun biçimde kullanılması veya kullanılmaması söz konusu edilebilir. Ana yönelim, kişiler arası iletişimin yani anlam aktarımının sağlanmasıdır. Bu amacın yerine getirilmesinde mevcut kullanımlardan birisi veya birkaçı kullanılabilirse de, bunlardan birinin kullanılması zorunlu değildir. Hep yeni bir yol ve yöntem de geliştirilebilir. Önemli olan maksadın gerçekleştirilmesidir. Bu bir yönelmedir.
Dilin anlamları oluşturan aktif kullanıcı tarafına vurgu yapan düşünürlerden biri J. R. Searle’dür. Konuşan kişinin anlam konusunda merkeze alınmasına vurgu yapan Searl, dilin kastettiğinin dışında başka bir şeyi kastetmeye yönelen kural dışı kullanımlarına da dikkat çekmiştir. Searl’ün ana yönelimlerinden biri, sistematik bir dil kuralı geliştirmek istemiş olmasıdır. Searl, her ne kadar dilin kullanımsal anlam kuramı bakımından Wittgenstein’ın ikinci döneminden etkilenmiş olmasına karşın, dilin belli bir kurallılığını ortaya çıkarma çabası bakımından onunla karşıtlık içinde düşünülebilir.
Ele alınan bu felsefe geleneğinin diğer bir üyesi, Quine’dır. Quine, bir dil öğrenen insanın bütün anlam sistemlerini, çevresindeki insanların davranışları ile söz konusu dil kullanımları arasında kurduğu bütüncül ilişki dolayımıyla yaşayarak öğrendiğini ileri sürer. Bu bakımdan dil kullanımlarının ve anlam bağlamlarının öğrenilmesi, şahit olunan gözlenebilir davranışların anlaşılmasıyla mümkün olabilir. Kökensel olarak Wittgenstein’ın bir çocuğun elma hakkındaki temel bilgileri yaşama edimleriyle ve dil kullanımlarında öğrenilmesi örneği, Quine tarafından da korunuyor görünmektedir. Ona göre bir kişinin dilini hiç bilmediği bir topluluğa girdiğinde oradaki dili öğrenmesi, dil kullanımlarının sonucunda topluluğun ona göstereceği davranışlar üzerinden gerçekleşebilir. Bu davranışlar, düzeltici veya reddedici olabilir. Sonuçta dil kullanımları, hayatın bir parçası olarak gözlenebilir uyarıcıların rehberliğinde kazanılmakta ve sürdürülüp geliştirilmektedir.
Bu dil felsefesi geleneğiyle ilişkili olarak ele alınabilecek bir diğer filozof ise Chomsky’dir. Chomsky’ye göre dil, insanın olmazsa olmaz bir varlık imkânı olarak, belirgin bir beceridir. İnsanın bu dil becerisi, gelişmişlik bakımından belli zekâ ve gelişmişlik düzeyindeki insanlarla karşılaştırılabilecek diğer canlılara göre oldukça büyük bir üstünlüğe sahiptir. Bu üstünlük, insanın zihinsel ve bedensel kabiliyetleri ile iç içe geçerek insanlık tarihi boyunca gelişmiştir.
Chomsky’ye göre dil, insan olmanın en temel unsurlarından birisidir. Her ne kadar insan dışındaki çeşitli gelişmiş omurgalı canlılarda da iletişim biçimleri gelişmişse de, bütün bu iletişim sistemleri, insan türünün dil yetisiyle karşılaştırılamayacak bir sınırlılığa sahiptir. Çünkü insan dili, diğer gelişmiş omurgalı canlılarda olduğu gibi, içinde yaşanılan fiziksel maddi ortama birebir bağımlı olarak gelişmez. İnsan dili, belli bir biçimde bağımsız bir yapı ve işleyişe de sahiptir. İnsan dilinin bu üstün yanı, onun doğal ortamın doğal sonucu olmayıp, taklitçi olarak kalmayı aşabilmesinden gelir. Bu, insan olmanın da belirleyici yanıdır. Yaratıcılığın belirleyici üstünlüğüne dayanan bu dil üstünlüğü, devralınan belli ve sınırlı bir dil mirasının sınırsız biçimde geliştirilebileceğini de gündeme getirecektir. Fakat dilin bu sınırsız geliştirilme imkânı, onun belirsiz ve kuralsız bir yapı ve işleyişe sahip olduğu anlamına gelmeyecektir. Burada belli bir tutarlılığın varlığı ve sürdürülmesi söz konusudur.
Hazırlayan: Sosyolog Ömer Yıldırım