Varoluşçuluk Felsefesinin Tarihsel Arka Planı
Varoluşuluk akımı, Avrupa’da özellikle 1. Dünya Savaşı ve 2. Dünya Savaşı sonrasındaki yıkım ortamında, geleneksel felsefelere ve özellikle rasyonalizmin akla dayanan bilgisinin genel geçerliğine ve pozitivizmin olguları açıklamada bağlı kaldığı doğal yasaları bulabileceğine olan inancına, evrensellik ve nesnelliğine karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır, öznelliğe, bireyselliğe ve aklın karşısında duygulara önem vermiştir diyebiliriz.
Bu akım; bulantı, iç sıkıntısı, belirsizlik, yaşamın anlamsızlığı, saçma, yabancılaşma gibi temel kavramlarından da anlaşılacağı üzere, savaşın yıkıntılarının birey üzerindeki kötümserlik, umutsuzluk, hayal kırıklığı, yalnızlık ve bunalımın etkilerini ortaya koyar. İnsanın dünyadaki yerini, sorunlarını saptamaya, bu sorunlara çözüm getirmeye çalışır. Seçim, özgürlük, ilişki, umutsuzluk, başarısızlık, ölüm, hiçlik, başkası, yalnızlık gibi konulara açıklık getirmeye çalışır. Ben’in kişisel varoluşu üzerine temellendirmeler yapmaya çalışılırken, başka benler ile ilişkisi ve dünyadaki konumu üzerine de düşünülür.
Emmanuel Mounier, varoluşçuluktan söz etmek yerine “varoluşçu felsefeler” den söz etmenin daha uygun olacağını, varoluşçu teriminin soyut ve yanıltıcı olduğunu belirtmiştir. Bu akımın geçmişine ve kaynağına baktığımızda karşımıza birbirinden oldukça farklı düşünürler ve fikirler çıkar. Yukarıda bir sözü alıntılanan Pascal, 1623- 1662 yılları arasında yaşamış Fransız bir düşünürdür. Onun, bir yandan Tanrı’ya yaklaşmanın akıl ile değil, samimi bir inanç ile olacağı fikrine bağlanmış olması, “Ruhun ölümlü ya da ölümsüz olduğunu bilmek, tüm yaşam için önem taşır”2 demesi gibi fikirleri, varoluş felsefelerinde de karşımıza çıkan sorgulamalardandır. Onun her şeye şaşkınlık duyması ve yol bulma arayışları , Varoluşçu felsefelerde de ortak olan bir yoldur.
“Varoluşçuluk, sözcük olarak, 1929’da yeni-Kantçı F. Heinemann tarafından ortaya atılmış bir terimdir.”
Bilinç analizi yapan Husserl’in özlere geri gitme yöntemi olan fenomenolojisi Varoluşçu Felsefelerde çok önemli bir yer alır. Fenomenolojik yöntemde görünen nesnenin açık ve dolaysız bilgisine ulaşmada sezginin önemi kabul edilir.
20.yy insanı, birey olarak, insanlar arasında sıradan bir insan olarak kayboluyor. Bir yandan yalnızlaşma anlamında toplum içindeki başkalarından çözülüp uzaklaşırken, yabancılaşma anlamında da kendi içine kapanırken, diğer yandan kişisel sorumluluğunu, bir gruba dahil olarak gerçekleştirmeye çalışıyor. Modern insan, neredeyse kendi yazgısını kendi belirlemiyor.
Önünde hazır bulduğu güncel değerler doğrultusunda çizilmiş bir hayatın içerisinde buluveriyor kendini. Gideceği okuldan, seçeceği mesleğe kadar, sahip olduğu sosyo – ekonomik duruma uygun yaşam tarzına kadar belirlenmiş bir çerçeve içerisine doğuyor. Maddi sorunlar, dışlanmışlık, başkalarının meydana getirdiği tehlike durumunu aşmak için toplumsallaşma ihtiyacı da duyan insan, bunu bir güvence olarak gördüğü için zaman zaman kendi bireysel özgürlüğünü de ortadan kaldırmayı göze alıyor.
İnsanların aç olduğu, kimliklerinin tehdit altında olduğu, çocuklarının güvenli bir şekilde yaşamasına olanak sağlayamadığı durumlarda ortaya şiddet ve bu şiddetin sonucu büyük yıkımlar ve hayal kırıklıkları çıkıyor. İşte varoluşçuluk felsefesi de 20. yüzyılın ilk yarısında böyle bir ortamda sesini yükseltiyor. Bu felsefenin içini dolduran tüm kavramlarda, ortaya çıktığı dönemin özelliklerini aramak gerekiyor.
Bu felsefenin ortaya çıktığı dönemdeki problemler karşısında amaç, insanı yeniden düşünmeye zorlamaktır. Belki de bu yüzden Varoluş Felsefesi bir bunalım felsefesi olarak görülmüş, Varoluşçu filozofların söylemleri bu kadar yoğun bir ilgi görmüştür!
Varoluşçuluk akımının temel tezi, insanın varoluşunun özünden önce geldiğidir. Bu tezden hareketle varoluşçular için insanın dünyadaki somut varlığı önemlidir, çünkü, insanın öncelikli olan varoluşu özünü kurarak, varlığını aşmasına olanak tanıyacaktır. Varoluşçu Felsefe, insanın varlığını, iradesi ve bilinci olmayan nesnenin varlığından ayrı tutarak, insanın dünyaya ‘düşmüş’, hatta ‘fırlatılmış’ olduğunu ileri sürer. Varoluşçulara göre insanın belirli bir doğası olamaz, çünkü, verili bir doğa değişmez bir yapıyı gösterir.
“Felsefe terimleri ile anlatmak istersek, diyebiliriz ki, her nesnenin bir varoluşu ve bir de özü vardır. Öz, bir nesnenin özelliklerinin değişmez bir bütünüdür; varoluş ise evrenin içinde gerçek olarak bulunuşudur. Birçok kimse, özün önce, varoluşun sonra geldiğine inanır; bu fikir, dinsel düşünceden ileri gelir; gerçekten, ev yaptırmak isteyen bir kimsenin, ne biçim bir ev yaptıracağını bilmesi gerekir. Burada öz varoluştan önce gelir. Bunun gibi insanı tanrının yarattığını sanan kimseler de böyle düşünerek, tanrının bu işi, haklarında daha önceden sahip olduğu fikirlere bakarak yapacağı sonucuna varırlar. Tanrıya inanmayanlar ise aynı etkiden kurtulamayarak, bir nesnenin ancak kendi fikirleri ile uygun düşmesi durumunda varolabileceğini ileri sürerler. Bütün 18. yy, “insan doğası” denen, herkeste ortaklaşa bulunan bir özün varlığına inanmıştır. Varoluşçuluğa göre ise insan da -ve sadece insan da- varoluş özden önce gelir. “Bu kısaca şu anlama geliyor; önce insan vardır, şu ya da bu olması daha sonra gelir.”
Ahmet Cevizci felsefe sözlüğünde, varoluşçuları belirleyen temel özellik ve tavırları şöyle sıralar:
- Varoluşçuluk, her şeyden önce varoluşun hep tikel ve bireysel olduğunu öne sürer, Varoluşun öncelikle bir varlık problemi, varoluşun kendi varlık tarzı ile ilgili bir problem olduğunu dile getirir ve varlığın anlamına ilişkin bir araştırmaya karşılık gelir.
- Varoluşçu felsefe, geleneksel felsefenin öne sürdüğü gibi, özün, varoluştan önce değil de, varoluşun özden önce geldiğini öne sürer.
- İnsanın, özünü oluşturma imkanları, onun şeylerle ve başka insanlarla olan ilişkileri tarafından yaratıldığı için, varoluş, her zaman dünyadaki bir varlık olmak ve seçimi sınırlayan ya da koşullayan somut ve tarihsel olarak belirlenmiş bir durumda ortaya çıkmak durumundadır.
- Varoluşçuluk, nesneden yola çıkan, varlıkla ilgili nesnel doğrulara ulaşmaya çalışan görüşlere karşı, özneden hareket etmenin ve öznel hakikatlerin önemini vurgular.
- Varoluşçuluk, özellikle hümanist ya da ateist boyutu içinde, evrenin, akılla anlaşılabilir olan bir gelişme doğrultusu olmayıp, özü itibariyle, saçma ve anlamsız olduğunu, evrenin, rasyonal bir tarafı bulunmadığını, evrene anlamın insan tarafından verildiğini öne sürer.
- Böyle bir evrende, insanın hazır bulduğu ahlak kuralları olmadığından; varoluşçuluk, ahlaki ilkelerin, kendi eylemleri dışında başka insanların eylemlerinden de sorumlu olan insan tarafından yaratıldığını savunur.
Bu belirlemelerden yola çıkarak, insan için tümel ve tinsel bir gerçekliğin değil, tikel ve bireysel olan bir kendi kendini yeniden yaratma, kendi kendini kurma gerçekliğinin söz konusu olduğu söylenebilir. Hegel’in doğadan yola çıkarak rasyonalist bir tutumla inancı ve aklı birleştirmesine karşı çıkan Kierkegaard, “Hegel’in var olan bir birey olduğunu unuttuğuna ve etik olanı atladığına dair” yakınır. İnsan yaşamı bütünsel bir akılcılığa uymaz.
“Varoluşçuluk önce Almanya’da gelişiyor. Özellikle Nietzsche, rasyonalizme ve dini konformizme karşı tepki yaparak, Tanrı’nın öldüğünü, insanın tek başına kaldığını ve mutlak surette hür olduğunu ilan ederek, Varoluşçuluğun tohumlarını atıyor. Sartre, savaş felaketinin insanların ruhunda doğurduğu korkunç hayal kırıklığını şu sözleriyle gayet açık bir şekilde ifade ediyor: “Savaş,……hürriyet, hakikat, mutluluk, insanlar arasındaki berrak münasebetler gibi değerlerin sadece birer isim olarak kaldıklarını bize öğretti.” Bu itibarla herkes derin bir endişe, boşluk ve huzursuzluk içinde bunalıyordu. Bundan dolayı, bu buhran devrinde insan, kendi kişiliği üzerine dönüyor, bütün dikkatini kendi varlığı üzerinde topluyor; insan problemi başlıca ve en acil problem haline geliyor.”
Nietzsche’nin, rasyonalizme ve dini konformizme karşı gelerek, Tanrı’nın öldüğünü, insanın tek başına olduğunu ilan etmesi ile varoluşçuluğun tohumlarının Almanya’da atıldığı kabul edilir. Almanya’da gelişen bu akım manevi ve ateist varoluşçuluk olarak ikiye ayrılır. Jaspers, Husserl, Scheler gibi filozofların varoluşçu felsefeleri, aşkın varlığın ve gerçeğin araştırmasına bağlı kaldılar. Manevi Varoluşçuluğu temsil eden bu filozoflar, bir anlamda insanın varlığını, kaderini düzeltmeye çalışarak, belli bir yaşam reçetesi sunmaya çalıştılar. Ateist olan varoluşçu filozoflar ise insanın varlığını Tanrı’nın varlığına dayandırmamışlardır.
Alman Varoluşçuluğu Almanya’dan sonra Fransa’yı etkiledi; Heidegger’in dinsiz Varoluşçuluğunun en meşhur takipçisi Sartre oldu. Bu sırada, manevi Varoluşçuluk (Hıristiyan Varoluşçuluğu) tamamıyla farklı bir yönde ve büyük bir güçle gelişti; bu Varoluşçuluğun en büyük temsilcisi Gabriel Marcel oldu. “Hristiyan egzistansiyalistler Kierkegaard, Marcel, Unamuno Allaha inanmadan insanın kendini bulamayacağını ve insan varlığının kesin bir dini inanca ihtiyaç gösterdiğini ileri sürdüler. Tanrıtanımaz Sartre, insanın kuvvet ve manasını Allah’ta değil kendi iç benliğinde bulabileceğini söyledi. Egzistansiyalizmin teknik yönleri Heidegger ve Jaspers tarafından işlendi.”
Varoluşçu filozoflar arasında ortak olduğunu söyleyebileceğimiz nokta, hepsinin de, insanın dünyadaki somut varlığından hareket etmeleri ve insanın kendi varlığını aşması gerektiğini kabul etmeleridir. Ancak, ateist Varoluşçular, bunu, bir Tanrı olmadığı için, dolayısıyla buna bağlı olarak verili değerler ya da kurallar bütünü kabul etmedikleri için, yalnız kendi somut ve sınırlı imkanlarına bağlanarak, kendi kendisini geliştirmeyi, kendi kendine yetmeyi öğrenerek, içinde yaşadığı dünyadan başka bir dünya bulunmadığını bilerek, eylemlerine yön verecek tek kişinin kendisi olduğunu kabul edip sorumluluğunu üstlenerek gerçekleştirebileceğini ifade ediyor. Buna karşılık, manevi Varoluşçulara göre ise insanın kendisini aşması, bu dünyadaki sefaletinden, aczinden, kısıtlı ve yetersiz durumundan kendisini Tanrı’ya doğru aşmaya çalışması, herkes için geçerli değerler yaratarak, dünyadaki durumunu ve alınyazısını düzeltmesi anlamını ifade ediyor.
Felsefe tarihine baktığımızda Antik Yunan felsefesinden itibaren felsefede, özleri araştıran, onu kimi zaman başka bir yerde gören (Platon), kimi zaman insan aklında bulan (Aristoteles) bir çizgi izlenmiştir. Varoluşçular ise, duyularla tanınandan yola çıktılar. Ama buna rağmen manevi varoluşçulardan Kierkegaard hakikati, evrensel ve objektif olanda aramak yerine ruhsal hayatta, subjektif olanda, akılda değil duyguda aradı. Hıristiyan varoluşçular arasında yer almamakla birlikte Heidegger de Kierkegaard gibi hakikati, merak ve sıkıntı , şüphe, içsel merak (angoisse) ve keder, can sıkıntısı, hayret gibi, varoluşu bize tanıtacak olan bu gibi duygularda aradı.Onlara göre bilgi meselesi varlık meselesinden ayrılmamaktadır. Katolik Fransız Felsefesi’nde Gabriel Marcel inançlı varoluşçuluğu devam ettirdi.
Kaynak: T.C. İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ FELSEFE ANABİLİM DALI YÜKSEK LİSANS TEZİ, JEAN PAUL SARTRE’IN ÖZGÜRLÜK ANLAYIŞI, Berna KAYRA, 2006