Sartre: Varlık ve Hiçlik
Sartre Varlık ve Hiçlik’e “kendi-için-varlık” (être-pour-soi) ile “kendinde-varlık” (être-en-soi) arasında bir ayrım yaparak başlar. “Kendi-için-varlık” terimiyle kastedilen “bilinç”tir. Kendinde-varlık’tan kasıt ise bilincin dışındaki gerçekliğin zeminidir.
Bu uğrakta, Sartre yönelimsellik anlayışının varlıkbilimsel temellerini araştırmaya girişmiştir. Sartre “Yönelimsellik” makalesinde ve Ego’nun Aşkınlığında yönelimselliğin aşkınlık olduğunu ileri sürmüştü. Yönelimsellik bilincin dünyaya erişimidir. Varlı k ve Hiçlik’te de Sartre’ın ilk eserlerinde olduğu gibi, bilincin dışarıya, dünyaya yönelimsellik sayesinde çıktığı savlanır. Burada da bilinç aşkın (transcendant) bir varlıkla ilişkidir. Başka deyişle, özne şeyler dünyasını tamamen kurma gücüne sahip değildir. Bilinç dünyayı yaratmaz, dünya zaten bilinçten bağımsız olarak varolan aşkı n bir varlık olduğu için bilince belirir. Ancak bu belirişin bilinçten bağımsız olmadığını da söylemek lazımdır. Bilinç yönelimsel olmasaydı dünyayı tecrübe edemezdi. Kısacası, bilinçte bilincin kendisi olmayan bir varlık ifşa olur. Veyahut, bilinç yönelimsellik özelliği sayesinde onu kendisine ifşa eder. Bu varlık bilinç onu ifşa ettiğinde, bilince zaten bilinçten bağımsız olarak varolan bir varlık olarak verilir.
Sartre’a göre dünyanın bilince belirişinin zemini olan kendinde-varlık saydam değildir, katıdır, masiftir, yaratılmamıştır, olumsaldır, varolması için bir sebep de yoktur. Sartre bilincin yönelimselliğinin, şeylerin bilince veriliyor oluşunun böyle bir kendinde varlık’ı ima ettiğini söyleyerek varlıkbilimsel bir argüman vermiştir.
İlkin Orta Çağ’da Aziz Alselmus’un kullandığı varlıkbilimsel argüman Tanrı’nın özünden yola çıkarak onun varoluşunu ispatlar. Klasik biçiminde varlıkbilimsel argüman Tanrı’nın mükemmel bir varlık olmasından onun varolması gerektiğini çıkartır. Sartre da yönelimselliğin, yani bilincin özünden yola çıkarak kendinde-varlık’ı (bilinçten bağımsız varlık) ispatlamaya çalıştığında buna nazire yapar.
Bu ispatın Kant’ın “kendinde-şey”ine bir geri dönüş anlamına geldiği ve fenomenolojinin ruhuna ters olduğu düşünülebilir. Tıpkı kendinde-şey gibi, kendindevarlık da ulaşılmazdır, o da bilinçle ilişkide bizim tecrübe ettiğimiz dünya olarak belirir. Sartre’ın Kant’tan farkı şudur: Dünyanın bilince belirişi bir fenomenler dünyasının kendisini göstermesi değildir, insani bir dünyanın ortaya çıkması, “insan gerçekliği”nin açılmasıdır.
“İnsani gerçeklik” olarak dünya sebep sonuç ilişkileriyle birbirine bağlanan doğal olaylar dizilerini içeren fiziğin dünyasından çok farklıdır. Sartre “kendisi-içinvarlı k” ile “kendinde-varlık”ın yönelimsel ilişkisine dayanan bir biçimde kurulan “insani gerçekliği” (la realité humaine) Heidegger’in “dünyada olma” (In-der-Welt- Sein) kavramıyla eşitleyerek betimler. Kendinde-varlık bilinçten ayrı olduğu hâlde, insanın kendi gerçekliğini, “dünyada olma” tarzını dünyaya belli bir tarzda yönelerek kurduğunu söylemek mümkündür. Bilinç dünyadaki gerçekliği yaratmaz ama nasıl bir dünyada yaşayacağını seçer. Yöneldiğimiz imkânlar, yaptığımız tasarılar, seçtiğimiz hedeflerle kendi insani gerçekliğimizi bir bakıma biz kurarız. Everest dağına tırmanmayı hedefleyen kişi önüne çıkacak engelleri de göze almış, seçmiş demektir. Oysa Everest’in karlı tepelerini seyretmekle yetinen bir kişinin dünyasında böyle engeller gerçekten bulunmaz. Dünyaya bir projeyle veya bir tasarıyla yöneldiğimde dünyada bulduğum pek çok imkân arasından birtakım imkânları tercih ediyor, seçiyor, onlar üzerinde çalışıyor, onları takip ediyor olurum. Buna karşın başka bazı imkânlarla da uğraşmıyor, onları zorlamıyor, kendi hâllerine bırakıyorumdur. Dünya bana peşinde olduğum tasarı uyarınca belirir, projelerim dünyadaki durumumu ve şeylerin bana nasıl göründüğünü belirler. O hâlde tasarımı belirlediğim veya seçtiğim süreçte dünyamı da seçerim. Özetle, Sartre’ın düşüncesinin esası aşkınlık ile olgusallık arasındaki bu muğlâklıkta bulunur. Sürekli bir biçimde kendini aşmak, bilincin, özgürlüğün bir özelliğidir ve olgusallığa anlamını veren bu aşkınlık olduğu için olgusallık ondan ayrılamaz. O hâlde aşkınlık ile olgusallık ilişkisinde birinin nerede bitip diğerinin nerede başladığını söylemek kolay değildir.
Aşkınlığa, projeye, özgürlüğe yapılan bu vurgu, insanın olgusallığının getirdiği zorunlulukları ciddiye almamak gibi görünebilir. Dünyaya atılmış olarak kendimi belli olguların içinde bulurum: sınıfımı, ailemi, cinsiyetimi, ırkımı, milletimi kendim seçmemişimdir örneğin. Başıma doğal felâketler gelebilir, tacize, tecavüze uğrayabilir, zulüm görebilir, yoksulluk, açlık çekiyor, işgal altında yaşıyor olabilirim. Tüm bunlardan ben sorumlu olabilir miyim? Sartre’ye göre eğer intihar etmiyorsam veya kaçmıyorsam içinde bulunduğum durumu seçmiş olurum. Ölmek veya kaçmak şansım her zaman vardır. Ama eğer ölmüyorsam, gitmiyorsam, yaşamaya devam ediyorsam, içinde bulunduğum durumda olmayı seçmişimdir. Hem kendimi o durum üzerinden hem de o durumun kendisini seçmiş olurum. Örneğin bir savaşı n içinde kalmışsam o savaş artık benim savaşımdır; onu kendim yaratmış veya başlatmış gibi ondan sorumlu olurum. Taciz, tecavüz, zulüm, yoksulluk, doğal felâketler için de aynı şeyi söyleyebilir miyiz? Sırf özgürlüğü korumak adına, zulüm göreni başına gelen her şeyden sorumlu tutabilir miyiz? Zalimin hiç mi suçu yok? Vardır kesinlikle. Burada Sartre zor bir konumdadır. Fakat asıl amacı haklı ile haksızı ayırt etmek değildir. O hiçbir durumda kimsenin kendisini mağdur veya masum kurban konumuna koymasına izin vermemekte kararlıdır. Zira mağduriyet özgür özneyi, sorumluluğun öznesini ortadan kaldırır. Mağdurun sorumluğunu başkaları alır. Bu sorumluluğu kimse almadığında da mağdur ortada kalır. Sartre’a göre direnebilmek için özgür olmak gerekir. Özgürlüğümüzü kaybedersek zulme karşı direnecek gücümüzü de kaybederiz.
Kendisi-için-varlık tanım itibarıyla özgürdür. Özgürlük bilincin esası, olmazsa olmaz bir özelliğidir. Varlık ve Hiçlik’te Sartre onu yönelimsellikle, aşkınlıkla iç içe düşünür. Özgürlüğün bana dünyanın nasıl belireceğini belirlediği savı bu yaklaşımın bir sonucudur. Sartre’ın bir başka önemli savı da kendisi-için-varlık’ın “hiçlik” olduğudur. Bunun sebebi ilkin bilincin verili bir özünün olmaması, dışa doğru bir hareketten ibaret olmasıdır. Bu hareketin hem her özdeşliği kırdığı hem de yeni özdeşleşmeleri mümkün kıldığı öne sürülebilir: Kendisi-için-varlık “ne ise o değil, ne değilse odur.” Yönelimselliğin içerdiği olumsuzlamada hem aynının aynılığını (benin aynılığını yok eden) hem de başkanın başkalığını ortadan kaldıran (şey’i bilincime göreli kılan) bir taraf vardır.
Sartre hiçliğin dünyaya bilinç sayesinde girdiğini söyler. Hiçliği dünyaya sokan bilincin (kendisi-için-varlık) kendi hiçliğidir. O hâlde insanın gerçekliği varlık ile hiçlik’in bir sentezidir. Hiçlik varlığı kuşatır ve dünya onun sayesinde taslaklaşır, konturlarını kazanır. İçinde yaşadığımız dünya varlıkların olduğu kadar yoklukları n dünyasıdır. Örneğin Pierre’le bu kafede buluşacaktık ama o burada yoktur. Bilincin kendinde-varlıkla kurduğu ilişki içinde yadsımayı taşır: varlık bilinç değildir; bir varlık başka bir varlık değildir. Özgürlükte de bilinç, insanın içinde bulunduğu durumu yadsıyarak kendisini aşar. Bilinçli bir biçimde benimsenen değerler dünyadaki olguların, insanın davranışlarının eksikliklerine işaret ederek onları yadsırlar. Bilincin zamansallığı bile olumsuzluğa dayanan bir yapıya dayandırılmıştır. Sartre’ın felsefesinde olumsuzluğun oynadığı rol, onun fenomenolojiyi Hegel’in etkisi altında yeniden yorumladığını gösterir.
Hegel’in her yadsımanın bir belirleme olduğu, her belirlemenin de bir yadsımaya dayandığı fikri, Sartre’nin dünyada yokluğun kökeni hakkında yaptığı tartışmayı etkiler. İnsani gerçekliğin dünyası bize yoklukları da içeren bir yer gibi görünür, çünkü olumsuzlama bilincin hareketinden ayrılmaz.
Sartre’ye göre kendisi-için-varlık zemininde açıklanamayacak varlık kipleri de vardır. Sartre’nin “başkası-için-varlık” dediği varlık kipini, örneğin utanç deneyimi karşımıza çıkarır. Varlık ve Hiçlik’te belli bir noktaya kadar yalnız bir zihnin gerçeklikle ilişkisini çözümleyerek ilerleriz. Ancak bu sadece, sunumu daha kolay anlaşılır kılmak için verilmiş stratejik bir karar; anlatımı basitleştirmek için yapılan bir soyutlamadı r. Başkası-için-varlık, bilincin kendi dışındaki gerçeklikle ilişkisinin ne olduğu sorusunun ardından gelir. Fakat Sartre bilincin başka bilinçlerle ilişkisinin insanı n varlığı nedir sorusundan ayrılamayacak bir konu olduğunu peşinen kabul eder.
Husserl başka bilinçlerin varlığı sorununu Descartesçı Meditasyonlar’da fenomenolojinin temel bir sorunu olarak karşımıza koymuştur. Ne var ki Sartre’a göre bu sorun felsefeye Husserl’le girmemiştir. On dokuzuncu yüzyıl felsefesi bu sorunla çoktan uğraşmaktadır. Sartre onu realizm ile idealizm arasındaki tartışmaya yerleştirir. Dış dünyanın varlığı konusunda zıtlıklarını koruyan bu iki konum, sıra başka zihinlerin varlığını tartışmaya geldiğinde zıtlıklarını sürdüremezler. Hatta bu konumlardan her biri zıddına dönüşür: Realizm idealizme, idealizm de realizme doğru dümen kırar. Nasıl oluyor bu? Realist felsefe başkaları sorunuyla pek ilgilenmemiştir. Başkalarının varlığını verili kabul etmiştir. Ama bize doğrudan verili olan başkalarının zihinleri değil, bedenleridir. Başkasının eğer bir zihni veya ruhu varsa bile onun başkasının algıladığımız bedeniyle ilişkili olup olmadığını bilemeyiz. Kendi bedenimle zihnim arasındaki ilişkinin aynısının başkasında da bulunduğu sonucuna nasıl varıyorum? 19. yüzyıl psikolojizmi başka zihinler sorununu benim bedenim ile başkasının bedeni arasındaki benzerliklere dayananak çözmeye çalışır. Heyecanlandığımda yaptığım jestler, vücudumda meydana gelen bazı değişiklikler başkasının vücudunda da vardır. Bu jestlerin ve değişikliklerin başkasında da bir zihnin veya ruhun varlığının göstergesi olması olasılığı vardır. Realizm de buna benzer bir biçimde, başkalarının varlığını kesin kabul ettiği hâlde, başkaları hakkındaki bilgimizin olasılıklardan ibaret olduğunu öne sürer. Sartre başkaları tartışmasında realizmin neden idealizme döndüğünü göstermek istiyor. Bu bakımdan önemli nokta başkalarına erişimimizi onlar hakkındaki bilgimizin sağlıyor olması- dır. Halbuki, genel olarak, realizm değil, idealizm varlığı varlık hakkında sahip olduğumuz bilgiyle ölçüyordu. Burada realizm idealizme benzemiştir. İdealizme gelince, başkası benim bir temsilimdir. Bu temsilde başkası bana hareket eden, edimleri olan, çeşitli davranışlar sergileyen, mimikleri olan bir varlık olarak görünür. Fakat idealizm, temsilimi örgütleyen tüm bu biçimlerin benim dışımdaki bir birliğe gönderme yaptıklarını iddia eder. Ayşe’nin gülüşü, yerinden kalkışı, omuzlarını silkişi, benim bilincimin temsilleri oldukları hâlde, onların kaynağı benim bilincim değil, Ayşe’deki bir birliktir, onun bilincinin birliğidir. Böylece idealizm başka bilinçlerin benim bilincimden bağımsız olarak varolduklarını söylemiş olur ve zıttına, yani realizme döner. Sartre realizm ile idealizm arasındaki bu tartışmaya özgün bir katkıda bulunur. Realizm de idealizm de bu konuyu sanki yalnızca ben başkasını görüyormuşum gibi tartışır. Oysa başkası benim gördüğüm değildir yalnızca, beni görendir. Utanç deneyiminin önemi, bu deneyimde ben’in başkalarıyla ilişkisinin dışsal değil içsel bir ilişki olmasıdır. Oysa hem realizm hem de idealizm ben ile başkaları arasındaki ilişkiyi dışsal bir ilişki olarak ele alır, başkasını bir bilgi nesnesi olarak düşünür, onu yalnızca bazı temsiller aracılığıyla bildiğimizi savlar. Sartre başka zihinler sorununun yalnızca ben ile başkası arasındaki ilişkinin içsel bir ilişki olduğunun fark edilmesiyle çözülebileceğini öne sürer. Sartre’ın fikrince, zaten Hegel, Husserl, Heidegger bu ilişkiyi “içsel” bir ilişki olarak kurmuş filozoflardır. Bunu kabaca şöyle açıklayabiliriz: Başkasıyla ilişki sonradan, dışarıdan kurulmaz, başkası-için-varlık benim varlığımın bir ögesidir. Sartre’ın buna eklediği en önemli şey şudur: Başkasının bana bakışı beni nesneleştirir; bu bakış, benim salt özgürlükten ibaret olmadığımı, varlığımın bedenliliğini, olgusallığımın çeşitli ögelerini hissettirir bana. Olgusallığımın parçası olan sınıf, cinsiyet, ırk vb., de başkası- için-varlık boyutunda açılırlar.
Sartre başkasıyla ilişkiyi bir bakış fenomenolojisi çerçevesinde çözümler. Bakışın öznesi olduğumda başkasını nesneleştirmiş olurum. Nesneleştirme birinin üzerinde iktidar kurmayı, onun özgürlüğünü elinden almayı sağlar. Başkası aynen görüldüğü gibi olduğuna ikna olmuştur çünkü. Ancak bakışın yönü tersine çevrilebilir, bu kez ben nesneleşir, özgürlüğümü kaybederim. Bizi bakışın öznesi veya nesnesi yapan şey nedir? Bu soruyla birlikte bakış fenomenolojisini bir ezme/ezilme fenomenolojisi hâline gelir. Ezilen bakışın öznesi değildir, ezen ezilenin bakışının nesnesi olmamıştır hiçbir zaman. Ezilenin direnmeye başlamasıyla birlikte ezen de ezilenin kendisini nasıl gördüğünü öğrenecektir. Bu çözümleme Sartre’ın ırkçılıkla ilgili yaptığı tartışmalarda önemli bir rol oynamıştır.
Hazırlayan: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Ömer YILDIRIM’ın Kişisel Ders Notları. Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf “Felsefeye Giriş” ve 2., 3., 4. Sınıf “Felsefe Tarihi” Dersleri Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı