Felsefe hakkında her şey…

Ruh Nedir, Ne Demektir?

20.11.2019
4.039

Canlı özdeğin duyusal yanı. Canlı örgenliğin özdeksel yanını dile getiren Ar. beden (Tr. Gövde) deyimine karşı olarak canlı örgenliğin özdeksiz yanını dile getiren Ar. ruh deyimi uçucu gaz anlamındadır. Çoğulu ervâh’tır. Bu anlamından ötürü de tuz ruhu, nane ruhu vb. gibi deyimlerde de kullanılır. Arapça’da ruh anlamı nefis deyimiyle dile getirilir ki can demektir. Canlı örgenlikler arasında insanın ruhu’nu dile getirmek için Arapçada nefsi nâtıka (Düşünüp söyleyebilen can) deyimi kullanılır. Ruh deyimi dilimizde her ne kadar tin deyimiyle özdeşleştiriliyorsa da bu deyim, canlı örgenliğin düşünsel yanı’nı dilegetiren Ar. zihin, İng. Spirit deyimini özleştirmek için önerilmiştir. Ruh deyiminin antikçağ Yunan felsefesindeki karşılığı psykhe (La. Anima), buna karşı tin deyiminin antikçağ Yunan felsefesindeki karşılığı pneuma (La. Spiritus)’dır.

Bununla beraber ruh ve tin deyimleri gerek Doğu ve gerek Batı dillerinde anlamdaş olarak da kullanılmaktadır. Her ne kadar ruh deyimi bir canlılık ilkesi ve tin deyimi bir düşünme ilkesi olarak tanımlanmaktaysa da bu iki deyim arasındaki anlam karışıklığı devam etmektedir. Bu tanıma göre canlı örgenlikler arasında hayvan sadece ruhlu, insansa hem ruhlu ve hem tinli bir varlıktır. Ruh ve tin deyimlerinin gerek Doğu ve gerek Batı dillerindeki etimolojik kökenleri de soluk (Ar. Nefes) anlamında birleşmektedir. Örneğin antikçağ Yunan felsefesindeki psykhe (Ruh) deyimi de pneuma (Tin) deyimi gibi soluk demektir, Latincedeki anima (Ruh) deyimi de spiritus (Tin) deyimi gibi soluk anlamındadır. Arapçadaki ruh sözcüğünün kökeni yel (hava, rüzgar) anlamına gelen rih (Çoğulu:Riyâh) sözcüğüdür. Ruh anlamını dile getiren Al. Sele ve İng. Soul deyimleri Got’ların dilindeki yelli hava (Fırtına) anlamını dile getiren saivala sözcüğünden türemiştir. İngilizcedeki hortlamış ruh (Cadı) anlamını dile getiren ghost deyimiyle Almancada tin anlamını dile getiren geist deyimleri Flamanca hava anlamını dile getiren gaz sözcüğünden türemiştir. İbranicede ruh anlamını dile getiren nefes ve revah (Eloah) deyimleri soluk anlamındadır. Sanskritçede ruh anlamını dile getiren ‘atma’ deyimi aynı zamanda hava (Yel) demektir. Eski Yunancada buhar ve hava anlamlarına gelen atmos sözcüğü de Sanskritçeden geçmedir ki hava yuvarı anlamına gelen atmosfer (Fr. Atmospere) deyimi de bu kökten türemiştir. Görüldüğü gibi, özel ve felsefesel anlamları içinde de ruh ve in deyimleri insanlarca hep soluk-hava olarak tasarımlanmıştır.

Canlıcılara göre ruh tasarımı, uykuyla uyanıklığın birbirine karıştırılmasından doğmuştur. İlkel, düşünde gördüklerini uyanıkken gördükleriyle bir tutar; düşünde gittiği yere gerçekten gitmiş olduğuna inanır. Buysa bedenden çıkıp ortalıkta dolaşan can tasarımını gerçekleştirmiştir. Bu bedenden çıkıp dilediği yere giden can, bedence kıyaslanamayacak kadar akılcı ve yumuşaktır, çünkü ağız ve burun gibi küçücük deliklerden de çıkabilmektedir. Ama bu can-ruh gene de bedenle sıkıca ilişkilidir, çünkü ilkel, bedeninde var olan yarayı ruhunda da varsayar, bundan ötürü de öldürdüğü düşmanının elini keser ve böylece onun ruhunun ok atmasına engel olduğunu sanır ruhun tine dönüşüp nasıl tanrı olduğu da canlıcılarca şöyle açıklanmaktadır: Ruh, bedenle ilişkili olmakla beraber, bedene bağlı değildir; çünkü dilediğince çıkıp dolaşabilmektedir. Ne var ki insanın yaşamında ruh bedenden çıkıp gezip dolaştıktan sonra yeniden bedenine girer ve orada oturur. Ama insan ölüp de bedeni çürüyünce bu ruh ondan kaçar, bedeninden kurtulur ve insanlar arasında serbestçe gezip dolaşmaya başlar. İşte bu serbest ruh tin’dir. Dilediği insanın bedenine girer ve ona iyilik ya da kötülük eder. İnsanlar bu tinlerin kötülüklerinden kurtulup iyiliklerine kavuşmak için onlara adaklar vermeye, kurbanlar kesmeye, onlardan dileklerde bulunup dualar etmeye başlamışlardır. İşte tin böylece tanrı’laşmıştır. Bu olay ölümle gerçekleştiğinden ilk tanrılar ölü ata ruhlarıdır. İlk kurban kesme ve dua etme yerleri de mezarlıklardır.

Ata ruhlarına tapımı doğa tapımı izlemiştir. Çünkü ilkeller tüm doğanın ölmüş ata tinleriyle dolu bulunduğunu varsaymışlardır. Ölmüşler canlılarla kıyaslanamayacak kadar çok olduklarına göre tüm doğa bunlarla tıklım tıklım dolmuş olmalıdır. Doğanın kımıldayan (devinen) her yanında (ağaçlarda, ularda, yellerde vb.) bu tinler vardır (Bk. Tylor, La Civilisation Primitive, C. 1, s. 326-555)

Düşünceciliğin ruh anlayışı tümüyle Hıristiyan tanrıbilimine ve metafiziğe dayanır. Antikçağın Parmenides’inden günümüze kadar sürüp gelen ve düşüncecilikle metafiziğin başkavramı olan tek, değişmez, varoluşu bulunmayan varlık kavramının kaynağı, Mûsâ dininin tanrı Yehova’sıdır. İbr. Yehova deyimi odur, eş deyişle dır, eş deyişle varlık anlamındadır. Neyi soyutlarsanız soyutlayın hep bu dır’ ı, eş deyişle varlık’ı elde edersiniz.

Özellikle Platon’un varsayımına göre tüm nesneler, onlara yüklediğimiz kavramlarla varlaşırlar. Örneğin ağaç yeşildir, dallıdır, yapraklıdır, uzundur ya da kısadır. Bütün bunlardan soyutlayın, ağaçtan ortada sadece dır (eşdeyişle odur, İbr. Yehova) kalır. Varlığı (ne türlü olursa olsun, herhangi bir varlığı) bu dır’dan, eş deyişle varlığından da soyutlayın, yokluğu elde edersiniz. Daha açık bir deyişle, tüm kavramsal yüklemlerinden ve sonunda da kendiliğinden soyutladığınız kuş, ağaç, insan, taş, meyve, yıldız ve sayısız nesnelerden ortada sadece bir yokluk kalır. İşte bundan ötürüdür ki düşünceciliğe ve metafiziğe göre gerçek varlık, var olan değil, var olmayandır. Buysa tek’tir, çünkü tüm sayısız nesneler soyutlamalar sonunda buna indirgenir. Sayısız nesnelerin çokluğu bu teklikte böylece birleşir. Her şeyin kökeni de bu değişmez, bizzat varoluşu (Fr. Existence) bulunmayan, bu teklik olduğuna göre demek ki asıl varlık odur, buysa evrende varoluşu bulunan tüm şeylerin var edici bulunduğu pek açık olan tanrı’dır. Ruh da bunun için özdeksizdir, çünkü var değildir, eş deyişle yoktur.

Parmenides-Aristoteles-Platon üçlüsünden Berkeley’lere, Hegel’lere kadar sürüp gelmiş bulunan tüm idealizmin dayandığı mantık bundan ibarettir. Bu mantığa uyarsanız siz de pek doğal olarak bir evren ruhu’nun sözünü etmek ve her şeyi onunla açıklamak zorunda kalırsınız. Çünkü bu mantığa göre, ondan başka hiçbir şey yoktur. Bu mantığa uyarsanız siz de pek doğal olarak Berkeley gibi evreni özdeksiz saymak zorunda kalırsınız, çünkü ondan başka hiçbir şey bulunmadığı gibi var bulunmayan bir şey de elbette özdeksel olamaz. Ama bu mantığa uyarsanız, pek büyük bir mantıksızlık etmiş olacağınız da şüphesizdir. İdealizmin vardığı sonuç şudur: Evrende tek varlık (Ruh, Tanrı) vardır, o da var bulunmayandır. Ruh kavramının idealist ve metafizik felsefedeki serüveni budur.

Eytişimsel ve tarihsel özdekçi felsefe ruh kavramını, metafiziğin ve idealizmin bilimdışı tüm yakıştırmalarından arındırmış ve onu nesnel gerçekliğin yüksek derecede örgenleşmiş özdekte (insan beyninde N.) imgeler biçiminde yansısı olarak tanımlamıştır. Ruhsal yan, özneyle nesnenin karşılıklı etkileşiminde, toplumsal-tarihsel bir ürün olarak öznede meydana çıkar. Toplumsal-tarihsel bir yaşam biçimiyle belirlenmiştir. Bu belirlenimin sonucu olarak öznede duygular ve düşünceler halinde biçimlenir, insan örgenliğinin iç dünya’sını meydana getirir. Bu iç dünyada olup bitenler, temelde nesnel gerçeklikte olup bitenlerdir. Ne var ki insansal bilinç, nesnel gerçekliğin özneden yansıyan imgelerine kendi etkinliğini de katar ve onları zenginleştirir. Eş deyişle, nesnel gerçekliği sadece bir ayna gibi yansıtmakla kalmaz, aynı zamanda onu yaratır da. Bundan ötürüdür ki kimi insanlara, öbürlerinden farklı olarak, yüce ruhlu deriz. Friedrich Engels şöyle der: ”İnsanlar kendi fizik yapıları üstünde hiçbir bilgiye sahip olmadıkları çağlarda, düşlerinde gördüklerine dayanarak şu düşünceye varmışlardı: Duygu ve düşünceleri, gövdelerinden değil, gövdelerinin içinde bulunan ve ölümle beraber gövdelerini bırakıp giden ruh’tan gelmektedir. İşte o zamandan beri ruh’la dış dünya arasındaki ilişkiler üstünde kafa yormaları gerekti. Ruh, ölümle gövdeden ayrıldığına ve yaşamaya devam ettiğine göre demek ki ölmüyordu. Ruhun ölmezliği düşüncesi de böylece doğdu. Bu, bir avunç olarak değil, tam tersine, kendisine karşı bir şey yapılamayan bir alınyazısı olarak ele alındı. Ruhun ölmezliği, çoğunlukla, özellikle eski Yunanlılarda bir mutsuzluk sayılmıştır. Bu sıkıntı, o zamanlar içinde bulunulan genel bilgisizlikten ve gövdenin ölümünden sonra da yaşadığı bir kez kabul edilince ardından insanın ölümsüzlüğü gibi can sıkıcı bir kuruntuyu da doğal olarak getirecek olan ruh’a ne yapılması gerektiğini bilememekten doğan bir sıkıntıdır”. (Etudes Philosophiques, s. 24.)

Ruh, ilkin bir açıklama ve sonra inanç konusu olan ve daha sonra kimi insanların işlerine yaradığı ölçüde yaygınlaşan bütün bu masalların dışında, özdeğin hayvansal evrim sürecinde sinirler ve beyin olarak örgenleşmiştir. İnsansal evrim sürecinde ruhsal oluşmaya dil ve bilinç olguları da katılmıştır. Böylelikle canlı örgenlik, dış dünyaya uyabilme yapısını gerçekleştirmiştir. Ruh kavramı, dış dünyaya uyabilmeyi gerçekleştiren bu öznel yapıyı dilegetirir.

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...