Felsefe hakkında her şey…

İnsan yaşamına neden bu kadar çok değer veriyoruz?

14.10.2023
373
İnsan yaşamına neden bu kadar çok değer veriyoruz?

İnsan hayatına, onda kuzu, köpek, tavuk ya da sivrisinek gibi canlılarda bulunmayan kutsal bir şey varmışçasına önem atfetmekteyiz. “Yaşamın kutsallığını” insan hayatının doğası gereği değerli olduğu fikri üzerine kurmakta ve var olan diğer tüm maddi şeylerden üstün tutmaktayız. Peki bu değer temelde nereden kaynak almaktadır? İnsan hayatına değer vermemizin kökünde çeşitli dinî öğretiler mi bulunmaktadır? Herhangi bir dinî öğreti olmaksızın da insan yaşamına aynı kutsiyeti atfeder miydik? Bir kısım filozofa göre insan hayatına atfedilen değer onun rasyonel bir canlı olmasından kaynaklıdır. Peki bu yeterli bir sebep midir?

Bir insanın yaşama hakkına son vermek neden kötüdür? Bir restoranda oturmuş yemeğinizin tadını çıkarmaya hazırlanırken önünüze gelen bifteğin fazla pişmiş olmasından rahatsızlık duyarak yemeği pişiren şefi neden bıçaklayamıyorsunuz? Neden artık hıncahınç dolu stadyumlarda toplanıp gladyatör dövüşlerinde insanların birbirlerini öldürmelerini seyredemiyoruz?

Neredeyse hepimiz, insanlarla ilgili korumamız ve mümkünse zarar vermekten kaçınmamız gereken bir şeyler olduğunu hiç tereddüt etmeksizin kabul ediyoruz. Örneğin her insanın bir yaşama hakkına sahip olduğuna dair sorgulanmayan bir kabule sahip gibiyiz. Buna göre başka bir insanı öldürmek, benzersiz bir kötülüktür. İnsan hayatına; kuzuların, köpeklerin, tavukların ya da sivrisineklerin sahip olmadığı bir kutsallığa ve mucizeye sahipmişçesine değer atfediyoruz.

İyi ama hepimiz neden “insan hayatının kutsallığı” fikrini sorgulamaksızın kabulleniyoruz?

İnsan yaşamı Tanrısal bir armağan mıdır?

İnsan hayatına atfettiğimiz değerin büyük bir kısmı din kaynaklıdır. Dindar olmayan insanların ve herhangi bir dini resmî din olarak benimsememiş devletlerin dahi sahip olunan toplumsal gelenekleri, hukuki ilkeleri ve kültürel değerleri doğrudan olmasa da dolaylı olarak dinden kaynaklanmaktadır.

Yaşam, hayat, mutluluk, kırmızı, dans, dans eden kadın

Eğer bir insanın Tanrı tarafından yaratıldığına ya da her şeye gücü yeten bir tanrının sevilen ve el üstünde tutulan çocukları olduğumuza inanıyorsak neden cinayet işlemememiz gerektiğini anlamak oldukça kolaylaşacaktır. Eğer birini öldürürseniz Tanrı’yı gücendirmiş ve üzmüş olursunuz ve sonsuza dek cehennemde yanma riskiyle karşı karşıya kalırsınız. Öldürerek baba-yaratıcıya karşı suç işlersiniz. Bu nedenle günümüzün tüm büyük tek tanrılı dinlerinde inananlara, öldürmemelerini anlatan hükümler ya da buyruklar vardır. Temel tarih bilgisine sahip herkes bu emirlere pek uyulmadığını söyleyebilecek olsa da…

Teistik inançların dışına çıkıp karmik dinlere baktığımızda, insan yaşamının teistik dinlerin kabul ettiğinden daha farklı nedenlerle değerli addedildiğini görürüz. Örneğin, insan ya da hayvan, herhangi bir yaşamı bilinçli olarak sona erdirdiğinizde, ruhunuzu yeniden doğuş için Dünya’ya bağlayan karma’nın oluşumunu riske atmış olursunuz. Tibet ve Hint Budizm’inde insan ve hayvan yaşamının her ikisi de değerli olsa da insanlar daha değerlidir. Bunun sebebi, sadece insanların nirvana’ya veya uyanış’a ulaşabilecek olmasıdır.

Dinler farklı coğrafya ve zamanlarda teorik ve pratik zeminde birbirinden önemli farklılıklar gösterir. Buna karşın hemen bütün dinlerde bulunan ortak bir nokta vardır ki o da dinlerin bize yaşama değer vermemiz gerektiğini öğretilemesidir. Çünkü yaşam ya Tanrı için değerlidir ya da yeniden doğuş için bir araç görevi görmektedir.

Akılcı olmanın vazgeçilmezliği

İnsan hayatının kutsiyeti neredeyse tüm dünya dinlerinde önemli derecede kabul görmüştür. Dinin öğretilerini ortadan kaldırdığımızda bu konu hakkında elimizde hangi argümanlar kalacaktır? Bu sorunun cevabı binlerce yıldır Aristoteles felsefesinde gösterilmiştir. Hatta tüm doğal olgu ve olaylar arasındaki bağ da Aristoteles felsefesiyle açıklanmaya çalışılmıştır.

Aristoteles’e göre evrende tek bir gerçek iyi vardır: Ereğini (ya da telos’unu) yerine getiren varlık. Bu anlayışa göre tüm doğal varlıklar, ereklerini içlerinde taşırlar ve buna göre biçimlenirler. Cansız doğadaki bu bilinçsiz erek, tüm nesneleri belli bir amaca doğru sürükler. İnsanın ereği de rasyonel olmak ve bu şekilde var olarak kendini gerçekleştirmektir.

Aristoteles tüm canlıların sahip oldukları ruh türüne göre sınıflandırılabileceğini düşünmüştür. Ona göre insanın eylemlerinin ve toplum ya da devlet gibi insani yapıların anlaşılabilmesi için önce insanın ne olduğunun belirlenmesi, insan her şeyden önce ruh olduğu için de insan ruhunun çözümlenmesi gerekmektedir.

Ona göre ruhun farklı parçalarından değil, farklı yetilerinden, güçlerinden (dynameis) söz etmek mümkündür.

yaya, kaldırım, yaya geçidi, insanlar, kalabalık

Aristoteles, bedeni ruhun kendisini dile getirdiği bir araç olarak görmektedir. Aristoteles’e göre ruh, bedenin edimselleşmesinden, bedende gizil olan ruhsallığın açığa çıkmasından başka bir şey değildir. Öte yandan Aristoteles, tıpkı Platon gibi ruhu bir hareket ilkesi olarak görmüş ve maddenin hareketini forma bağladığı gibi bedenin hareketini de ruha bağlamıştır.

Aristoteles tüm canlıların sahip oldukları ruh türüne göre sınıflandırılabileceğini düşünmüştür. Bu çerçevede canlılar ruh seviyelerine göre basamaksal bir şekilde sınıflandırılmaktadır. Bu basamaksal sınıflandırmada üst basamağın bulunma koşulu alt basamağın da bulunmasıdır.

Aristoteles’e göre ruh, yaşamı açıklamak için gereklidir. O ruhun farklı yeteneklerine ya da kapasitelerine göre üç türü olduğunu söyler. Ruhlar hiyerarşisinde en alt düzeyde ruh, en düşük gizil güce sahiptir. En ilkel ruh, bitkisel ya da besleyici ruhtur. Bitkisel veya besleyici ruh bütün hayat formları için geçerli olan büyüme, beslenme, üreme gibi hayatın devam ettirilmesine ilişkin işlevleri içeren ruhtur.

Hayvanlar ve insanlar, temel yaşam fonksiyonlarının yanı sıra, ağaçların ve bitkilerin sahip olamadığı diğer bazı işlevlere de sahiptir. Köpekler, kediler, vs., çevrelerini algılayabilirler, duyu organları aracılığıyla çevrelerinin farkındadırlar. Kendi kendilerine hareket etme yetileri vardır. Duyu organları yoluyla çevrelerinden aldıkları uyaranlara çeşitli şekillerde cevap verebilirler. Ayrıca kediler, köpekler ağrı hissederler, oysa ağaçlar ağrı duymazlar. Böylece kediler, köpekler ağaçlar, çiçekler arasındaki farkı nasıl açıklamak gerektiği konusuna Aristoteles’in cevabı kedilerin, köpeklerin yani hayvanların “duyumlama yetisine ve dolayısıyla isteme yetisine sahip olduklarıdır. Çünkü iştahın, cesaretin ve iradenin kaynağı isteme yetisidir.” (De Anima, 414b-5).

Duyusal ruh da aynen bitkisel ruh gibi, temel yaşam işlevlerine sahip olmakla beraber çevreyi algılama, duyumlama, mekân içinde yer değiştirme gibi bazı özelliklere de sahiptir.

O zaman hayvanlarla insanlar arasındaki farklılıkları nasıl açıklayacağız? Aristoteles’e göre, farklılığın sebebi insanlarda akıllı ruh bulunmasıdır. Ruh “bitkilerde ve hayvanlarda onlara canlılık sağlayan işlevlerin ilkesidir”. İnsanda bulunduğu biçimiyle ruh ise “hareketin, düşüncenin, yargının ve algılamanın ilkesidir” (De Anima, 427a-20).

İnsanı diğer canlılardan ayıran, insan yapan özelliği, ruhunun bir yanının, aklın (logos) taşıyıcısı olmasıdır. Çünkü ruh, canlı varlıkların “hayatlarının nedeni ve ilkesi” (De Anima, 415b-10) olarak insanda olduğu gibi, bitkilerde ve hayvanlarda da vardır ve onlara canlılık verir.

Tüm bunlardan Aristoteles, doğuştan gelen akıl kapasitemiz nedeniyle insan yaşamına değer vermemiz gerektiği sonucuna varmıştır.

Mantıksızlık zamanı

Günümüzde doğal hukuka önem veren çok az sayıda seküler düşünür vardır. Thomas Aquinas ve İslam alimleri rasyonaliteyi ne kadar yüceltseler de evrenin doğasına işlenmiş hakikatler ve ahlaki mutlaklar gibi fikirler birtakım metafizik kabullere, yani onları yaratan bir tanrıya ya da ruha dayandırılmaktadır.

Aklın ya da rasyonel düşüncenin belki de bir zamanlar olduğu kadar ciddiye alınmadığı bir çağda yaşıyoruz. Søren Kierkegaard ve Friedrich Nietzsche gibi düşünürler, insan yaşamının salt akılsal yönündense diğer yönlerine de odaklanan bir felsefi anlayış geliştirmişlerdir. Onlar tutku, kişilik ve özgürlük gibi unsurları insan doğasının diğer önemli parçaları olarak görmüşlerdir. Örneğin Nietzsche’nin “İyinin ve Kötünün Ötesinde” adlı kitabının giriş bölümü, farklı filozofların akıl ve hakikat konularındaki aşırı tutkusuna yönelen keskin ve alaycı bir eleştiridir.

Frankfurt Okulu filozoflarından Max Horkheimer ve Theodor Adorno bu fikri daha da ileriye taşımışlardır. Onlara göre akıl, sürekli ve kararlı bir ilerleme anlamına gelmemektedir. Akıl, varlığına sahip olmakla övünülecek bir şey değildir. Onlar modern rasyonalitenin korkutucu gerilemesinin örneğinin Nazi Partisi’nde ve onun uygulamalarında açıkça görülebileceğini ileri sürmüşlerdir. Bu bağlamda rasyonaliteyi kutsal bir armağan olarak yüceltmek sadece bir mitten ve tehlikeli bir söylentiden ibarettir.

İnsan yaşamının değeri

İnsan hayatına, özellikle de hayvanların ötesinde ve üstünde neden daha fazla değer veriyoruz? Eğer bu değer insanın aklıyla ilintiliyse akıl neden bu kadar önemlidir? Ve rasyonalite tek başına insan hayatına değer kazandırmaya yeterli midir?

Genellersek iki tür değerden bahsedebiliriz. Birincisi araçsal değerdir. Bu değer, bir şeyin ne işe yaradığının hesaba katılması demektir. Diğeri ise sadece varolduğu için değerli olan içsel değerdir.

İnsanları araçsal değerlerine göre ele alırsak insan hayatının o kişinin dünyaya sağladığı fayda ile ölçülebileceğini iddia etmek mümkün olacaktır. Eğer öyleyse örneğin on insanın hayatını kurtarabilmek için sıradan ve işe yaramaz olarak görülen bir sokak serserisinin organlarını almak tamamen doğru kabul edilmeli midir? Günlük üretkenliklerine veya iyilik performanslarına bağlı olarak bazı insanların daha fazla veya daha az değerli olduğunu söylemek ne kadar doğrudur?

Diğer alternatif ise yaşama, onun değerini her zaman algıladığımız için değer verdiğimizdir. Yaşamın kutsallığını kabul eden ve destekleyen bir tür kolektif bilinçdışına sahibizdir. Ana baba tutumları ve ahlaki eğitim yoluyla nesilden nesile, insan hayatının her şeyden değerli olduğunu diğer insanlara öğretiyoruz. Bunu zamanımızın kutsal miti olarak kabulleniyoruz ve bunun korunmasını istiyorsak da aynı tutum ve davranışları sürdürmemiz gerekiyor.

Ancak filozofun görevi geçmişin mirasını olduğu hâliyle kabul etmek değildir. Filozof sorulmayan soruları sormalıdır. Perdenin arkasına bakmak ve elini taşın altına sokmaktır onun görevi. Peki filozoflar, insan yaşamının değerli olduğunu söylemek istiyorlarsa bize ne gibi sebepler sunabilirler dersiniz?

 


Bu makale Sosyolog Ömer Yıldırım tarafından www.felsefe.gen.tr için, Jonny Thomson’ın “Why do we value human life?” isimli makalesinden Türkçeye çevrilip derlenerek hazırlanmıştır. Alıntılanması durumunda kaynak gösterilmesi, ahlaklıca olanıdır.

Kaynak Metnin Yazarı: Jonny Thomson, Oxford Üniversitesinde felsefe öğretmenliği yapmaktadır.

Çeviri ve Derleme: Sosyolog Ömer YILDIRIM

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...