Filibeli Ahmet Hilmi
Filibeli Ahmet Hilmi (1865-1914), Filibe’de doğmuş, ilk tahsilini Filibe’de almıştır. İstanbul’da Galatasaray Sultanisi’ni bitirdiği kabul edilmektedir (Uludağ 1996, 37). Memur olarak Beyrut’a gitmiş, Jön Türk hareketine eğiliminden dolayı Mısır’a kaçmış, Mısır’dan döndükten sonra 1901’de Fizan’a sürülmüş, II. Meşrutiyet’in ilanıyla İstanbul’a dönmüştür. 1908 sonrası Darülfünunda felsefe dersleri okutmuştur (Ülken 1979, 278). Çeşitli gazeteler yayınlamıştır. Bakır Zehirlenmesinden ölmüştür (Uludağ 1996, 39-40).
Eserleri: Tarih-i İslam, Allah’ı inkar Mümkün müdür? İlm-i Ahvali Kur’an, Hangi Felsefi Ekolü Kabul Etmeliyiz? Üss-i İslam, Huzur-i Akl ü Fende Maddiyun Meslek-i Delaleti, Tasavvuf-i İslami ve Funun-ı Cedide ve Felsefe, Amak-ı Hayal, Türk Ruhu Nasıl Yapılır, Müslümanlar Dinleyiniz, Üç Feylosof, Ahval ür-Ruh, Yeni Akaid, Şeyh Bedrettin, Bektaşiler.
Filibeli Ahmet Hilmi, Hangi Felsefe Ekolünü Seçmeliyiz? (1913) adlı yazısında felsefeden ne anladığına ilişkin görüşler ortaya koymuştur. Yazının başında, “vatan ve milletimizi kalkındırmak için mevcut felsefe ekollerinden hangisini seçmenin uygun olduğu” sorusunun yöneltildiği belirtildiğinden (F. Ahmet Hilmi 1999, 3), felsefe ile toplumsal sorunlar arasında güçlü ilişkiyi kabul ettiği görülür. Düşünce akımlarına geçmeden önce, adı belirtilen yazıda yöntem sorunu üzerinde durmuş ve yöntemin felsefe açısından ne kadar önemli olduğunu sergilemiştir. Filibeli’ye göre, hakikati örten hayallerin yırtılmasıyla, insan, dünyanın gerçekliğiyle yüzleşir. Bu yüzleşme hayal kurmaktan düşünme aşamasına geçişi sağlar (F. Ahmet Hilmi 1999, 3). Düşünme ile yöntem arasında bağlantı kuran Filibeli’ye göre medeni hayatta en çok lazım olan ve lüzumu zaruret derecesinde bulunan şey, düşünce ve uygulamada doğru bir yönteme uymaktır (F. Ahmet Hilmi 1999, 4). Ona göre, en iyi, en sağlam ve en bilimsel yöntem, tahlildir (F. Ahmet Hilmi 1999, 4). İslam dünyası ya da Doğu eleştirel bir şekilde incelendiğinde, en büyük eksikliğin yöntemsizlik olduğu görülür. Değil tahlil yöntemi, iyi ya da kötü hiçbir yöntem yoktur (F. Ahmet Hilmi 1999, 5). Yöntemsizlik, açık ve belli bir idealizmin olmamasına yol açmıştır. Gerçi bütünüyle idealsiz bir insan düşünülemez. Ancak bizde ideal, muayyen bir amacı ifade etmekten ziyade, umumi bir arzuyu ihtiva etmektedir. Böyle olduğundan, hedefe ulaşmayı ancak irade ve gayretimizle değil, tesadüften bekleriz. Bu durum bizde tembellik, aşırı tevekkül, şaşkınlık vs. gibi sıfatların fazlasıyla hakim olmasına sebep olmuştur. Uzun bir süredir Doğu’da egemen olan yöntemsizliğin, bizde ırsi bir eksiklik şeklini aldığından şüphe etmemek gerekir (F.Ahmet Hilmi 1999, 5). Yöntemsizlik nedeniyle, Doğu, servet ve zekasını boşa harcamaktadır. Bir şeyi değerlendirmek için onu başka bir şeyle, hatta zıddıyla karşılaştırmak gerekir. Bizdeki yöntemsizlik o kadar umumi ki, bu durum bizi yöntemin bulunmayışını idrakten alı koymaktadır (F. Ahmet Hilmi 1999, 5).
Filibeli’ye göre birçok güzel temennisi bulunan, fakat yöntem ve hedeften mahrum bir toplum, hastadır ve bu hastalık herkeste bulunduğu gibi, milletin seviyesini yansıtması hasebiyle, hükümet de milletin bireyleri gibi hastadır (F. Ahmet Hilmi 1999, 7). Milletin her ferdinde bir arzu, bir temenni olarak saadet öne çıkarken, hükümetin, meclisin ve düşünen herkesin temennisi, milletin mesut olması ve vatanın imar edilmesidir. Ancak bu hedefler o kadar umumi ve belirsiz fikirlerdir, gaye ve amaç olmaktan çok, şahsi içgüdü gibi görülürler. Bu hedeflere ulaşmak için belirlenen yöntemler yoktur. İnkılaptan (II. Meşrutiyet) bu yana sorunların çözülememesi bu iddianın doğruluğunun delilidir (F. Ahmet Hilmi 1999, 7). Bu hastalık şarkta umumidir. Hiçbir ferdin diğerini ithama hakkı yoktur. Hangi seviyede, hangi içtimai mevkide bulunursa bulunulsun, herkes âni değişikliklerin, yaşanan olayların, günlük hadiselerin ve yaygın ihtiyaçların tesirine kayıtsız ve karşı koymaksızın tabi olur. Ne yapacağımızı bilememenin adı ise “göçebeliktir” (F. Ahmet Hilmi 1999, 7). Filibeli’ye göre bizde ûsul ve amaçla doğrudan ilişkili olan itimat, kudret, irade, toplumculuk, pratik düşünce yoktur; bencillik, kendini beğenme, karışık ve hileli nazariyeler ve safdillik vardır (F. Ahmet Hilmi 1999, 8-9). Ona göre safdillik, en umumi haldir. Köy imamının sopayla dünyaya hükmedeceğini zannetmesi ne biçim bir safdillik ise, birkaç roman okuyarak dinsiz, sosyalist, düşünür ve realist olanlar, taş ve topraklar görerek maddeci olanlar, muhtarlık yapması şüpheliyken valilik makamını küçümseyenler, attar dükkanı idareden aciz iken, iktisadi esaslar ortaya koymaya çalışanlar, bilmediği ilimleri okutmaya kalkanlar safdillik olarak kabul edilmiştir (F. Ahmet Hilmi 1999, 9). Öte yandan, herkes, her şeyden şikayetçi. Bir şey olmak istiyoruz, lakin olmak istediğimiz şeyin ne olduğunu bilmiyoruz. (F. Ahmet Hilmi 1999, 9). Bir toplumda muntazam bir usul ve gaye görülebilmesi için, o toplumun düşünen fertlerinde ve önderlerinde evvela şahsi, sonra da umumi usul ve gayelerin bulunması gerekir. Geçen dönemde milletin aydın sayılan sınıfında yalnız bir gaye vardı: Zengin ve nüfuz sahibi olmak. Bu gayeye ulaşmak için ise usul ve yol birdi. Milletin mukadderatını istibdatla elinde tutana yaranmak (F. Ahmet Hilmi 1999, 9-10). Gençlerin çoğu bugün hususi ve umumi, belli bir gayeden ve belirlenmiş bir usulden mahrumdur. Çünkü hayat ve toplum hakkında bir felsefeleri yoktur (F.Ahmet Hilmi 1999,10). Toplumsal sorunlar altında ezilmenin nedenini yöntemsizlikte görmesi, eleştirel tutumu, felsefi tavrını ortaya koymaktadır.
Adı geçen yazının önemli bir özelliği de eleştiri içerikli oluşudur. Filibeli, toplumun Avrupa karşısındaki konumunu çeşitli örneklerden hareketle ağır bir şekilde eleştirmiştir. Ona göre, icat ve tecrübe edilmiş unsurları alarak, Japonya örneğinde olduğu gibi kısa sürede kalkınabiliriz. Ancak, Avrupa pazarından alınacakları iyi seçmek gerekir (F. Ahmet Hilmi 1999, 10). Zor bir eğitimle elde edilen mimarlık, kolayca kimseyi aldatamazken, edip ve muharrirler, başkalarını kolaylıkla kandırmaktadırlar. Yaygın bir kanaat de Avrupa pazarından seçilen her şeyin terakkinin gereği olarak gösterilmesidir (F. Ahmet Hilmi 1999, 11). Taklitçi, her zaman inceleyen ve araştıranın altında ve karikatürü olarak kalmaya mahkumdur. Biz Avrupa pazarına çoğunlukla taklit sermayesi ile gidiyor, bizden uyanma ve mutluluk sözü bekleyen umum millete acı bir alaylı gülüş getiriyoruz. Avrupa bilgi denizinden bir damla alabilenimiz Doğu’yu Doğuluları, açıkçası kendi milletini pek hakir ve cılız görmektedir. Milletini reddettiği için, millet de onu reddeder ve muhitinde yabancı olur (F. Ahmet Hilmi 1999, 12). Avrupa’nın sefaletini, rezaletlerini, çalışma şartlarını görmediklerinden, seçimleri de manasız olmaktadır (F. Ahmet Hilmi 1999, 12-13). İnsanlık bütün erdemleri, bütün kabahatleriyle terakki ve tekamül ettiğine göre, Avrupa’dan her alınanın iyi olması gerekmemektedir. Bütün mesai, yalnız kötülüğün tek belirleyici olmasına mani olmaktan ibaret bir muvaffakiyetle sonuçlanabilmektedir. İnsan fıtratını değiştirmek mümkün değildir (F. Ahmet Hilmi 1999, 13). Bu değerlendirmeler, şartların zorluğu yanında, seçimlerin ne kadar isabetle olması ve taklit değil üretmeye yönelmeyi öne çıkarmaktadır. Filibeli’ye göre, hayatı şimdiki şeklinde anlamak zorunludur. Medeni hayat, en zorlu ve acımasız bir mücadeleden ibarettir ki, bu kavgada aciz ve eksik olanlara, en sönük bir ümit ve güvence ışığı yoktur. Bireylerin birbirine karşı vaziyet ve harekatı ne ise, sınıf ve cemiyetlerin birbirine karşı vaziyet ve harekatı da odur. Dolayısıyla yaşamak isteyenler, hakikat silahları ile silahlanarak savaş meydanına girmelidirler. Hayal ve yanılma ile silahlananlar için galip gelme şöyle dursun, kendini koruma ve savunma imkanı bile yoktur (F. Ahmet Hilmi 1999, 13).
Filibeli’ye göre, Batı Medeniyeti’yle ciddi temasa başladığımız günden beri mücadele meydanında daima mağlup olduk (F. Ahmet Hilmi 1999, 14). Fransız ya da İngiliz gibi giyinip davranan çok ama, zırhlı yapacak mühendis yoktur (F. Ahmet Hilmi 1999, 14-15). Özentiyle alınanlar, milliyeti hakir görme, dini hafife alma, sembolizm, materyalizm, sosyalizm, liberalizm gibi unsurlardır (F. Ahmet Hilmi 1999, 15). Avrupa milliyetçiliği reddettiğini söylemekle birlikte tam tersi şeyleri yapmaktadır (F. Ahmet Hilmi 1999, 15). Hür düşünmeyi tavsiye ederken, dini yaymak için her türden faaliyetten geri durmamaktadır. Başkalarına taassuptan uzak durulmasını tavsiye ederken kendisi dini ve milli taassuptan kurtulamamıştır (F. Ahmet Hilmi 1999, 15). Merkeziyet ve ademimerkeziyetin manasını bilmeyen iki kimsenin birbirine düşmanlık etmesi, siyasi rakip olmaları, kavga etmeleri sosyal bir komedidir (F. Ahmet Hilmi 1999, 16). Bütün bu eleştirilen unsurların temelinde, yöntemsizlik yer almaktadır. Filibeli’ye göre gaye ve yöntemin olmaması, hayat felsefesinin olmadığı anlamına gelir (F. Ahmet Hilmi 1999, 18). Kişisel olarak zararlı olduğu düşünülen sisteme eğilim gösterse de “en büyük felsefenin insanlara maddi ve manevi mutluluk kazandırmak olduğunu” düşünmeli ve tercih ettiği sistemi yaymaya kalkışmamalıdır. Bu vatan ve insanlığa karşı bir vazifedir; onu yapmak, her vazifeyi yapmak gibi, yapanın mutluluğuna vesile olur (F. Ahmet Hilmi 1999, 18). Gerek felsefe ve gerekse din açısından ‘ahlak ve idare’nin gelişmiş şekli, muhabbet ve kanaat esaslarına dayanandır. Tabiat ve insan ruhunun incelenmeleri, varlık alemindeki her değişmenin bir gelişme ve her gelişmenin de aşamalı bir gelişme ve alışma düşüncesini içerdiğini göstermektedir. Şu halde millete rehber olacak genç düşünürler, umum milletin duygu ve kanaatlerini, kibir ve hakir görme ile yaralamamalı, gelişme kaidelerini sabırla uygulamalıdırlar (F.Ahmet Hilmi 1999, 23-24). Bir milleti harekete geçirecek olan medeni ve ilmi manivela sevgidir, zor ve baskı değildir (F. Ahmet Hilmi 1999, 24). Filibeli bu eleştirileri yaptıktan sonra, felsefe akımlarını tanıtmaya geçmiştir.
Filibeli, felsefenin, düşünce aleminin hepsine şamil olduğunu ileri sürmüştür. Felsefe sistemleri yalnız siyasi düşünce itibariyle değil, daha birçok tali düşünceler sebebiyle de birçok ekollere ayrılmaktadır (F. Ahmet Hilmi 1999, 18). En yaygın ekoller, Tenkitçilik (Crititicsime), İspatçılık (Positivisme), Tekamülcülük (evolution) olmakla birlikte, filozoflar arasında ruhçuluk (spiritualisme) ve maddecilik de yaygındır. (F. Ahmet Hilmi 1999, 18-19). Ayrıca Ernest Heackel’in Fertçilik (Monisme), Schopenhauer ve Hartmann’ın bilinç dışılıkçılığı etkinlerdir (F. Ahmet Hilmi 1999, 19). Filibeli’ye göre ekoller eksiktir ve sistem halini almamışlardır, bununla birlikte içlerinde bazı hakikatleri barındırmaktadırlar. Ancak hepsinde de gerçekliği sabit olmamış, bazı teoriler ve hipotezler yer almaktadırlar (F. Ahmet Hilmi 1999, 19). Bilimsel düşünce ölçü alınırsa, mevcut sistemlerin hiçbirin kabulüne imkan yoktur. Maddecilik, ispatlanamaz faraziyeler üzerine kurulduğundan, bilimsel düşünceye ve bilimin esaslarına aykırıdır. Ferdiyetçilik ve ispatçılık (pozitivizm) de benzer durumdadırlar (F. Ahmet Hilmi 1999, 19-20). Tenkitçilik, şüphecileri hatırlatacak kadar renksiz ya da değişkendir. Nihai bir düşünceye varmaktan kaçınmakta, tahrip ettiği his ve fikirler yerine bir şey önermemek, bu anlayışın ayırıcı özellikleri arasındadır. Tekamülcülük, pozitivizm ve tenkitçiliğin eksikliklerini gidermek için ileri sürülmüş, bilimselliğe yaklaşmakta, ancak dayandığı faraziyelerin ispatlanamaması, dogmatizme yaklaşması olumsuz özellikleri arasındadır. Ruhçuluk, önceleri bilimsel düşünceden uzak durmuştur, son zamanlarda dikkat çekici gelişmeler göstermiştir (F. Ahmet Hilmi 1999, 20).
Her felsefenin hem hataları hem de gerçekleri içinde barındırdığını belirten Filibeli’ye göre, seçme konusunda, sanayi iktisat, idare vs gibi işlere ait hususlarda bilim ve tecrübenin gösterdiği esasları kabul etmeli; felsefi ve ahlaki konularda ise “her ekolün taşıdığı hakikatleri alma, ortaya çıkacak olan seçme ve ayıklama yöntemini tercih etmekten daha güvenli bir yol yoktur (F. Ahmet Hilmi 1999, 23). Filibeli’nin bu yazınsa göre felsefe, kendini akımlar halinde ifade eden ve onlardan birini kabul etmemiz gerektiğini izlenimini veren ve söz konusu felsefe akımlarının her birinin sorunları olan dünyaya bakış açılarıdır.
İslam Tarihi adlı kitabında, felsefenin alanını, ilimle karşılaştırmalı olarak ele almıştır. Filibeli’ye göre ilim, bir şeyin nasıl olduğunu incelerken, niçin öyle olduğunu inceleme görevi de felsefeye aittir. İlim olayı bilmektedir ve ikinci derecedeki sebepleri de görebilir, ancak en büyük sebebi, gayeyi, hikmeti göremez ve “niçin” sorusuna cevap veremez (F. Ahmet Hilmi 2005, 40-41). İnsanoğlu bir olayın nasıl meydana geldiğin bilmekle yetinmez, her bilinmeyene karşı insan, derhal niçin sorusun sorar. Her akıl ve olayların farkında olan insan, dünyaya niçin geldiğini, nereye gideceğini, yaratıkların niçin varedildiğini sorar ve sormaya, yaratılış ve iç dünyası itibariyle kendini zorunlu hisseder (F. Ahmet Hilmi 2005, 41). Bilim, bir olayın şekilleri ve görüntülerinde kalır. Felsefe ise, içine ve sebeplerine iner. Birinci nasıl olduğunu, ikinci ise niçin öyle olduğunu anlatmaya çalışır (F. Ahmet Hilmi 2005, 41). Niçin sorusu gayeyi içerdiğinden, felsefenin temeline gaye sorunu yerleştirilmiştir. Gaye sorununun dinle ilişkisine dikkati çeten Filibeli, felsefeyi dinin yardımcı ve tamamlayıcısı olarak tanımlamıştır. Fakat, hiçbir zaman felsefe “din duygusunu” tatmin edemediği gibi, insanı da dinden uzaklaştıramaz (F. Ahmet Hilmi 2005, 41). Kutsiyet ve nübüvvet, vahiy ve ilham fikirlerinden soyutlanmış düşünceler, ne kadar yüce olursa olsunlar, insanların vicdanının rehberi ve işlerinin düzenleyicisi olamamışlardır. Felsefe (hikmet), hiçbir zaman dinin yerini tutmamıştır. Tarihi kanunlara, ruhi hallere ve beşeri ihtiyaçlara dayanarak söyleyebiliriz ki, hiçbir zaman da tutamayacaktır (F. Ahmet Hilmi 2005, 75).
Adı geçen kitapta, felsefeye ilişkin görüşleri ahlak ve din konularında yoğunlaştığı söylenebilir. Ahmet Hilmi’ye göre ahlak da insanlık için en önemli unsurlar arasındır. “Ahlak, yani ahlaki faziletler insanlık için çok gereklidir” önermesine dayalı olarak, ahlakın insanlık için öneminin açıklanması yapılmıştır. Ona göre, insanlık ahlak ile diğer varlıklardan ayrılmış ve seçkinleşmiştir. İnsanlık olarak tarif edilen sistem, ancak ahlak ile ayakta kalabilmektedir. Eğer ahlak olmazsa, görevler de olmaz, görevler olmazsa, insanlığın hayvandan farkı kalmaz. Ahlakın toplum düzeni ve hukukla ilişkisi göz önünde bulundurulduğunda bu sonuçlara kolaylıkla varılmaktadır (F. Ahmet Hilmi 2005, 48). Acaba, din ve ahlak ayrı şeyler midir? Din olmadan Ahlak olabilir mi? sorularını Sokrates üzerinden cevaplamıştır. Sokrates ve onun takipçileri din ve ahlakı iki ayrı şey olarak kabul etmişlerdir. Sokrates’i böyle düşünmeye iten iki sebep: 1-yaşadığı çevre ve dönem. 2-Fazilet sevgisi (F. Ahmet Hilmi 2005, 48). Yunan inanç sisteminin geriliği ve Sokrates’in müceddit olmaması bu ayrılığın nedeni olarak görülmüştür (F. Ahmet Hilmi 2005, 48- 49). Ahlakın asıl konusu görevdir. Söz konusu görevin yerine getirilmesi zorunlu ve kutsaldır. Görevin yerine getirilmesi ve kutsal olması için kutsal bir esasa dayanması gerekir. Kutsal esas, kısaca “uluhiyet düşüncesi”nden ibaret olup, “ölümden sonra dirilme” ve “yaptıklarını mükafatını ve cezasını görme” düşüncesiyle anlatılmıştır. Bu fikirler sisteminin bütünü, bir dini oluşturur. Bu ilkeler çekildiğinde, ahlaktan bir şey kalmaz (F.Ahmet Hilmi 2005, 49-50). Dolayısıyla ahlakla din iç içedir. İslam ahlakının temeli sevgi olmasına rağmen, bizdeki ahlakın korku ve azarlama, emel ve fayda fikirleri üzerine kurulmuş olduğunu, bu sebeplerden dolayı İslam alemini ahlaksızlık kapladığını belirtmiştir (F. Ahmet Hilmi 2005, 553).
Filibeli’ye göre din ile bilim arasında bir çatışma yoktur. Bilim kendi alanında kaldığı sürece en büyük otoritedir. Alanının dışına çıktığında bütün otoritesini kaybetmektedir. Gerçek bilim insanları bunu bildiklerinden, bilimi felsefe ve din alanına sokmazlar. Fakat yarım bilim insanları ve varsayımcı filozoflar, bilimi her alana uygulayarak saçma sonuçlar elde ediyorlar (F. Ahmet Hilmi 2005,101). Filibeli, üç büyük dinin, bilimsel düşünceye uyup uymadıklarının analizini yapmıştır. Analiz için, felsefe ve bilimin kendilerine mahsus sahalarını akılda tutmak ve bunların birbirlerine karıştırmamak gerektiği üzerinde durmuştur. Eğer bir felsefe ekolü, bilimsel kaide ve düsturlara düşmemek amacındaysa, bilime ait şu genel ilkelere uyması gerekir: 1-Olayların ardışıklığından çıkarılan “zaruret ve kanun” düşünceleri, 2-Olayların analizi neticesinde ortaya çıkan “genel irtibat ve denge” fikirleri. 3-Varlıkların incelenmesinden elde edilmiş olan “maddenin birliği ve kuvvetin birliği” fikirleri. 4-Madde ve kuvvetin incelenmesinden anlaşılan “maddenin ve kudretin birliği” fikirleri. 5-Bilimsel incelemelerin sonucunda zaruri olarak meydana gelen “varlık” fikri (F. Ahmet Hilmi 2005, 267-268). Bu fikirler, yalnız bilimsel bilgilerden çıkarılmış olmayıp, her felsefe ekolü ve hatta bu fikirlere aykırı olanlarda bile bunlar içkindir. Bu fikirler, ancak tevhit fikri kabul edildiği zaman maneviyat ve vahdaniyetle çatışmaz. Teşbih fikrinde “tabii ve mantıkî sınır, materyalizm ve sensüalizm” ekolleridir. Tenzih fikrinde ise “tabii ve mantıkî sınır, aşırı idealizm yahut nihilizm” ekolüdür. (F. Ahmet Hilmi 2005, 268). Yalnız tevhit fikri, vicdani bilgilerin olduğu gibi, bilimsel bilgilerin de gerçekliği bakımından gelişimine engel olmaz. Bu nedenden dolayı en büyük düşünürler, kurtuluşu tevhit dininde bulmuşlardır. Tevhit fikrine dayalı yegane din, İslam’dır (F. Ahmet Hilmi 2005, 268). Musevilik ile İsevilik, tenzih ve tenzih esaslarına sahip olduklarından tevhidi geri plana ittiklerinden (F. Ahmet Hilmi 2005, 262-266) bilimle ilişkilerinde çatışma olmaktadır.
İslam’dan başka dinlerin çoğu, akla karşı bir nefret ve düşmanlık gösterdiği ortadadır. Sırlar ve akıl üstü fikirler üzerine iman teklif eden dinlerin akıl ve muhakemeye karşı düşmanlık göstermesi adeta zaruridir (F. Ahmet Hilmi 2005, 509). Mevcut dinler arasında tabiî din diye vasıflandırılmaya lâyık olan din, İslam’dır. Bütün sosyal kuralları, insan tabiatına ve aklın muhakemelerine uygundur (F. Ahmet Hilmi 2005, 509). Aynı zamanda, ilme değer veren ve onu yücelten bir başka din yoktur (F. Ahmet Hilmi 2005, 509). Akıl ve ilim hakkındaki İslam’ın dini kaideleri, bir dereceye kadar mezheplerin ihtiyaçları nedeniyle ve diğer taraftan ise alimlerden bir kısmının benimsediği anlayış tarzı nedeniyle zedelenmiştir. İlim ve ilmin nakilcilik kısmı, akla tercih edilmiştir. Akıl ile doğrulanamayan bir şey, daima aklın hücumlarına maruz kalır ve sonunda da mağlup olur. İlim, yalnız ibadet ve hukuk kaideleriyle, tefsir ve hadislere dair bilgilerle sınırlandırılmıştır. Kozmik bilimler değersiz ve lüzumsuz görülmüş, hatta uhrevi saadet ve takvaya aykırı görülmek istenmiştir (F. Ahmet Hilmi 2005, 510). Kozmik ilimler ve akıl ile dini ilimler ve nakil arasında yok yere yaratılan rekabet, İslamiyet’i garip bir şaşkınlık berzahına atmıştır. Din duygusunun zayıflamasıyla ilim ve sanayide ilerleme, yahut din duygusunun kuvvetlenmesiyle ilim ve sanayide zayıflama görülmüştür. Her iki durumda da bir çöküş söz konusudur. İslam önce birinci şekilde gerileme sebeplerini besledikten sonra, yani din duygusunu zayıflamasıyla ahlaki metaneti kaybederek sarsıldıktan sonra ilimlere rağbet etmemek şeklinde gerilemeye destek vermiştir (F. Ahmet Hilmi 2005, 511-512).
Kurtuluşu, ancak varlığa ve olaylara ait bilgileri, yenilik ve ilerlemenin bütün ürünlerini dinimize ve dolayısıyla toplumsal refah ve saadetimize hizmet ettirerek bulabileceğiz. Ne yazık ki bu hakikat İslam aleminde yeterince anlaşılmamıştır. Alimlerin tutum ve önerilerin günün şartlarına uymadığından Müslümanlar acı bir çaresizlik içine düşmüştür. Öte yandan tabii ilimler, şüpheci felsefelerden etkilenerek milliyetten uzaklaşmalar ya da zihin aydınlığından ve fenlerden nefret etmek, yani cehalet çemberine girilmektedir (F. Ahmet Hilmi 2005, 542). Örneğin, ilimlerden öğrendiği sema ile vaizin anlattığı altın ve gümüşten yapılmış gök tabakaları arasındaki çelişkinin öğrencilerin kafasını karıştırmaktadır (F. Ahmet Hilmi 2005, 542). Kur’an’ın hakikatlerine, felsefe ve remzi tevillere müracaat etmemekte ısrar edersek, seleflerin sözlerini değişmesi mümkün olmayan ve hatasız düsturlar gibi kullanmayı sürdürürsek; kısacası bugün mevcut olan zihniyet ve şekli aynen bırakmakta ısrar edersek, iki neticeden birini arzu etmiş sayılır: Ya cahil, sefil ve mahkum bir toplum, yahut da bir aralık ismen Müslüman kaldıktan sonra fırsat bulur bulmaz dine düşmanlık gösterecek bir aydın toplum (F. Ahmet Hilmi 2005, 542-543). Filibeli’ye göre bugün bütün kavimler, Avrupalıların fen ve marifetleri karşısında aciz kalıp aynı seviyeyi bulmadıkça, esaretten kurtulmaları ve henüz mahkum olmayanların varlıklarını sürdürmeleri mümkün değildir (F. Ahmet Hilmi 2005, 547). Eğer İslam dininin mücadele alanında rakibi başka bir din olsaydı, başarılı bir mücadele vereceği kesindir. Rakibi, hiçbir ilkeye bağlı olmaksızın gönlünün dileğince düşünmek ve hükmetmek ile fen ve felsefedir (F. Ahmet Hilmi 2005, 547). Filibeli’ye göre, içtihatlar sonucu oluşturulacak yeni mezhebin en belirgin sıfatı, “hikmet/felsefe ve siret” olmalıdır. (F. Ahmet Hilmi 2005, 551-552).
Filibeli Ahmet Hilmi, ülkenin sorunlarından kurtulmasıyla felsefe arasında yakın bir ilişki kurmuştur. Yöntemi sorunların merkezine koyarak, felsefeden ne anladığının diğer yönünü sergilemiştir. Felsefenin niçin sorusunu cevaplamayı hedeflediğini belirterek, köken sorunlarıyla ilişkili olduğunu, bazı açılardan dinlerin verdiği cevaplara yaklaştığını kabul etmiş gözükmektedir. İslam’ın akıl dini olması nedeniyle, din ile bilim arasında, kendi sınırları içinde kalmak şartıyla, bir çatışmanın olmadığını bildirmiştir. İslam medeniyetinin düşünce yapısıyla, modern düşünceyi sentezleme kaygısı öne çıkmaktadır.
Kaynak: TÜRKİYE’DE FELSEFENİN GELİŞİMİ I, s. 41-44, T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 2456 AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 1428