Felsefe hakkında her şey…

Derrida’da Yazı ve Anlam

09.06.2020
1.821

Derrida’nın erken dönem yazılarında kullandığı pek çok kavramdan söz edilebilir. Onun düşüncesini ve dil konusundaki belirlemelerini ortaya koymada bu kavramları, tüm güçlüklere rağmen, çözümlemeye çalışmakta yarar vardır. Derrida’nın ilk yazılarında en önemli karşıtlık olarak konuşma (speech) ve yazı (writing) arasındaki karşıtlık dikkati çekmektedir.

Derrida’ya göre, Platon, Rousseau, Saussure ve Levi-Strauss gibi farklı düşünürlerin hepsi yazıyı ikincil olarak belirlemiş ve tersine, anlamın saf iletiminin örneği olarak ise konuşmaya değer yüklemişlerdir. Tezleri ise, konuşulan kelimelerin zihinsel pratiğin/tecrübenin temsilleri olduğu, yazılı kelimelerin ise söz konusu bu temsillerin temsilleri olduğu yollu düşüncedir. Konuşmanın temsili olarak, yazı iki kere türetilmiştir ve kişinin kendi düşünce bütünlüğünden iki katına uzaktadır (Reynolds, 2002).

Burada hatırlamak gerekir ki yapıbozumun ilk stratejisi varolan karşıtlığı tersine çevirmektir. Yukarıda adı geçen düşünürlerin bu stratejiye tabi tutuldukları söylenmelidir. Of Grammatology’de Derrida, buradan hareketle, yazı ve dilbiliminin, konuşma için tipik olduğu düşünülen kendi mevcudiyetinin (presence-of-self) saf yapısından daha önemli ve hatta daha eski olduğunu örneklemeye girişir. Böylece Derrida’nın bulunuş metafiziğine olan saldırısının en açık biçimini, onun bu eserinde, özellikle de Rousseau’nun dillerin kökeniyle ilgili yorumundaki, konuşmayla yazının metafizik karşıtlığı üzerinde odaklaşması üzerindeki eleştirilerinde buluruz. Buna göre Rousseau, konuşmaya yazı karşısında öncelik tanır. Derrida ise konuşmanın değil, yazının öncelikli olduğunu iddia eder. “Yazı, tarihin–tarih biliminin- bir nesnesi olmadan önce, tarih ve tarihsel oluş alanını açar” (Derrida, 1997, s.27).

Kitabın sonunda Derrida, Rousseau’nun yazı ve konuşma konusundaki düşüncesini tamamen ters yüz eder. Derrida, metafizik dizgelerdeki ilkelerin ya da onların bildirdiği karşıtlıkların, her zaman yapıbozuma uğratılabileceklerini düşünür.

Örneğin, Ferdinand de Saussure, Genel Dilbilim Dersleri kitabının girişinde dilbilimini fonetik ve işitilebilir kelimelerle sınırlandırmaya çalışır. Dilbilim derslerinde Saussure, “dil ve yazının iki ayrı göstergeler sistemi olduğunu: yazının dili temsil etmek olan tek amacı olarak, dil için varolduğu”nu savunmaya kadar gidecektir (Derrida, 1997, s.30).

Saussure, dilin yazıdan bağımsız olarak sözlü bir geleneğinin olduğuna ve konuşmanın saf biliminin de söz konusu bu bağımsızlığı olanaklı kıldığına işaret eder. Derrida, sert bir şekilde bu hiyerarşiye karşı çıkar ve yerine, yazı için iddia edilenlerin tamamının – türetilmiş olduğu ve sadece diğer göstergelere gönderdiği (refer)- aynen konuşma için de doğru olduğunun iddia edilebileceğini söyler. Derrida, şunu da açık kılar ki Saussure’un kendi çalışmasının içinde de sunulan söz konusu hiyerarşi savunulamazdır. En bilindik şekliyle Saussure, genellikle “göstergenin keyfiliği” olarak anılan tezi savunmaktadır ve bu basitçe şu anlama gelir; gösteren gösterilenle hiçbir zorunlu ilişkiyi/bağı taşımaz; başka bir değişle bu ikisinin arasındaki bağ keyfidir. Saussure bu durumdan pek çok sonuç elde eder. Fakat Derrida’nın işaret ettiği gibi, bu keyfilik olası doğal eklentileri (attachement) inkar etmektedir (Reynolds, 2002).

Böylece Derrida’ya göre, gösterge keyfi ise ve gerçekliğe gönderen temel referanslardan sakınıyorsa, bu halde göstergenin kesin biçimi olarak konuşmanın, başka bir biçimi olarak yazılandan daha doğal olamayacağı görülecektir (Derrida, 1997, s.44).

Of Grammatology’de ya da Writing and Differance’ta, Derrida’nın üzerinde sıklıkla durduğu bir diğer kavram ise arkeyazı (arche-writing) dır. Arkeyazı, Derrida’nın yazı ya da yazma deneyiminden anladığı özgül yazı tasarımıdır. Derrida’nın yazıbilim tasarımı olarak önerdiği bu kavram göstergebilimle (semiology) karıştırılmamalıdır. Derrida’ya göre, arkeyazı, bir yandan, dil olanağını yaratan bir dizgeyken, öte yandan dışarıda olduğu varsayılan dil dışı gerçekliği temsil etme olanağını bütünüyle yadsır. Burada yine sözmerkezciliğe (logocentrism) karşı bir tavır söz konusudur. Derrida, bir bildirimin/anlamlandırmanın (signification), genel tasarımda, daima başka göstergeye gönderdiğini ve sadece kendine gönderen bir göstergeye asla ulaşılamayacağını kanıtlamaya çalışır. Başka bir deyişle, Derrida’ya göre, kendisi gösteren olmayan aşkın bir gösterilene ulaşmak olanaksızdır.

Anlamın kendisine asla ulaşılamadığı bu sonsuz referans gösterme süreci, Derrida’nın yazıyla ilgili olarak vurgulamak istediği düşüncesidir. Söz konusu olan yazının kağıt üstündeki tam yalın yazımı olarak yazının sınırlı tasarımı değildir, bu Derrida’nın “arkeyazı” olarak kavramlaştırdığı şeydir. Arkeyazı, daha genelleştirilmiş bir yazı fikrine karşılık gelir (refer). Şöyle ki, yazılı olan, neyin (anlam) taşınacağının tasarlandığı ve gerçekte neyin taşındığı arasındaki gediği (uyuşmama) vurgular (dayatır); söz konusu merkezi gedik, mevcudiyet (self-presence) düşüncesi dahil olmak üzere kutsal bir alanı korumak isteyeni bozguna uğratır (Reynolds, 2002).

Derrida’ya göre, metin ile metnin anlamı, bir ve aynı şey olmadığından (söz konusu gedik), yapısalcıların savunduğunun aksine “yazı bilimi” diye bir şeyin varlığından söz etmek olanaklı değildir. Yani, metnin en son anlamda doğru ya da gerçek anlamı diye bir şey yoktur. Gramatoloji (yazı bilimi), Saussure’un göstergebilim (semiology) olarak tasarladığı şeyin Derrida’daki eşdeğeridir denebilir. Fakat gramatoloji (grammatology) “yeni bir bilim dalı olmaktan çok, metinsel ayrılmanın uyanık işlenişidir” (Kristeva & Derrida, 1999, s.183). Burada yazılı gösterge, değişik yorumlara, farklı anlamlara açık oluşuyla dikkati çeker. Bu bağlamda yazı, öteden beri kavranıldığının tersine konuşmanın, sözün, doğruluğun ya da aşkın gerçekliğin aracısı olmadığı gibi, anlamın taşıyıcısı ya da ileticisi de değildir.

Derrida, belirli bir yazının (text) asla şimdiki zamanda olmadığını daha iyi göstermek için yazılmış olanda (written) ertelemenin (deferral) tipik olduğnu düşünür, ki asla birini bütünüyle eleştirme girişiminde bu durum konuşmaya zorlamaz. Metnin anlamı kararlı biçimde geleceğin imgelemi için özne (subject) durumundadır; fakat, gelecek denen şeyin kendisi şimdiki zamandaysa (eğer biz geleceği spesifik bir zaman ya da olayı referans alarak deniyor ve belirliyorsak) onun anlamı aynı derecede gerçekleşmez, fakat metin, asla şimdiki zaman olamayacak olan diğer bir gelecek zaman için öznedir de. Hatta metinin çözümü/açıklaması yazarı için de şimdiki zamanda değildir, çünkü yazılan daima anlamını erteler. Sonuç olarak Derrida’ya “metnin dışında hiçbir şey yoktur” (Derrida, 1997, s.158) derken ne demek istediğini soramayız. Derrida bazı açıklayıcı kelimelerin kendilerinin daha fazla açıklamayı gerektireceğini öne sürer. Böylece, Derrida’nın daha genelleştirilmiş yazı kavramı, arkeyazı, yazının ancak, anlamın asla kesin olarak şimdiki zamanda olamayacağını garantileyen, anlamın ertelenmesi olarak görüldüğü merkezi bakış açısına dayanır (Reynolds, 2002).

Derrida’ya göre hiçbir sözcüğün anlamının kesin sınırlarla belirlenmesi mümkün değildir; bu türden her çabaya karşılık dil, kendi özgül korunaklarıyla bir biçimde böylesi bir çabaya direnmektedir. Bu durumu açıklamada Derrida’nın ortaya attığı differance (ayıram) kavramı gündeme gelir. Differance, arkeyazı’da içerilen farklı ve erteleyen yönleri bir araya getirme girişimidir; differance terimi, sözel ve yazılı olan arasındaki ayrılığı ortaya koyan terimin kendisidir. Böylece, difference ile differance’ı ayıran sözel bir özellik değildir ve bu şu anlama gelir: Aradaki farklılığı veren aslında yazının kendisidir. “Şöyle ki, bu grafik ayrım (e yerine a) bu görünüşte sessel olan iki yazım, iki ünlü arasındaki ayrım, salt grafik olarak kalmaktadır: yazılmakta ya da okunmakta, ama işitilmemektedir” (Derrida, 1999a, s.50). Derrida ayrıca differance’la ilgili olarak şu özellikleri vurgular: Differance olan bir şey değildir (on), var değildir, ne olursa olsun bir burada-olan değildir. Başka bir deyişle, differance’ın ne olmadığı söz konusu edilmektedir. Var olarak ya da yok olarak düşünülsün differance’ın, varolanla (mevcudiyet) hiçbir ilişkisi yoktur (Derrida, 1999a, s.51).

Saussure’unki gibi yazı ile konuşmayı ayrı tutma girişimlerinde olduğu gibi bu problemleştirici çabalar, yazının konuşma için neredeyse zorunlu olmayan bir ilavesi gibi görünmesiyle ilgilidir. Böylesi bir iddianın karşılığı olarak Derrida, sık sık ve hatta daima konuşulan kelimenin bu türden bir anlam belirsizliği karşısında -difference ve differance’la karşılaştırıldığında- yazılı olana başvurduğuna işaret eder. Eğer konuşulan gereği gibi iş görebilmek için yazılı olanı gerektiriyorsa, o halde konuşulanın kendisi de daima farz edilen bilincin apaçıklığından uzaktadır. Bu durum Derrida’nın arkeyazı ile differance terimleriyle birleştirdiği temel uyuşmazlık/yarık/boşluk’a karşılık gelir (Reynolds, 2002).

Gerçekten de, differance terimini etraflıca tanımlamak olanaklı değildir; çünkü Derrida (1999a, s.49), differance’ı “ne bir kelime ne de kavram olmadığı”nda ısrar eder ve terim kullanıldığı bağlama göre farklı anlamlar kazanmaktadır. Differance (ayıram), anlamamızın gölgesi olarak, bildiğimiz ama unuttuğumuz, o nedenle de anımsamamız gereken bir izi andırmaktadır. Bu terim, kültürel alt-bilinç olarak, bütün bir kültürün büyük bir ölçüde zihinsel olandan başka türlü oluşu yüzünden zihnin dışına gönderdiği, zihne gelişini sürekli geciktirerek, zihin dışına gönderdiği bir şeyi göstermektedir.

Derrida, differance teriminin tanımını vermese de onun semantik çözümlemesini yapmaktadır. Buradan, (Latince differe kökünden gelen differance ile ilgili olarak), iki özellik ortaya çıkar. Bunlar terimin “zamanlama/erteleme/sonraya bırakma” ile “özdeş olmama/başka/ayrı olma” anlamlarıdır (Derrida, 1999a, s.51).

Derrida, zamanlama olarak differance’la ilgili olarak şunları belirler: Genellikle göstergenin, şimdi burada olan şeyin yerine geçtiği söylenir ve anlam (şey) kendisine gönderilen de olabilir. Gösterge, burada olanı yokluğunda sunar. Gösterge, ayrı konmuş buradalıktır, ertelenmiş şimdi, yerinden ayrılmış burasıdır. Göstergenin klasik olarak belirlenmiş yapısında, ertelenmiş bir mevcudiyet (şimdi-buradalık) söz konusudur. Derrida, bu klasik göstergebilimin izlenmesi koşulunda, göstergenin şeyin yerini alması durumunu, göstergenin kendisinden türeyeceği özgün ve yitirilmiş bir buradalığa göre ikinci derecede olduğunu ve eksik buradalık açısından ise geçici olduğunu söyler. Göstergenin bu ikincil ve geçici belirlenimini Derrida, differance’la karşılaştırarak şu sonuca ulaşır: 1. Differance’ın düşünce ya da dil içerisinde kurumlu olan bir “gösterge” kavramı altında anlaşılması mümkün değildir; 2. Mevcudiyetin (presence) ve onun karşıtı olan yokluğun (absence) yetkesi/sınırları sorgulanır. Gösterge, bu durumda, burada olmayanı gösterir (Derrida, 1999a, s.51-52).

Dolayısıyla zamanlaşma olarak ve uzamlaşma olarak differance bir araya gelir. Gösterge, zaman içerisinde, ertelenmiş olan temsilinin/ göndergesinin mevcudiyetinden ayrılmaktadır. Ayrıca, söz konusu bu erteleme içinde gösterge, kendisi ile temsili/göndergesi arasında uzaysal bir ayrım oluşturmaktadır (Altuğ, 2001, s.226).

Derrida bir yandan, Saussure’ün göstergenin keyfiliği ve göstergenin ayrımsal belirlenimini ortaya koyan düşüncesini desteklerken (Derrida, 1999a, s.53-54), öte yandan dil-dışı dünyaya ilişkin her türlü dayanağın, kesinliğin, sağlamlığın, göndermenin, önceliğin sürekli ertelenmesi gerektiğine vurgu yapar (Derrida, 1997, s.44-57). Bu bağlamda tüm gönderiler, dünyada gönderdiklerini varsaydıkları şeylere değil de, öteki metinlere, öteki metinlerdeki gönderilere göndermektedir. Böylece anlam sürekli değişen, ayrımlar nedeniyle hep ertelenen bir özelliktedir (West, 1998, s.247). Öyle ki anlam, göstergeler dizgesi dışında duran aşkın bir şey olmaktan çıkıp, gösteren ile gösterilenin sürekli birbiriyle değiştokuşu haline gelmiştir (Altuğ, 2001, s.222).

Saussure’un gösterge kuramında göstermeye çalıştığı gibi Derrida, hiçbir dilsel öğenin pozitif bir anlamının olmayışını; dilsel öğelerin anlamının öteki dilsel öğeler karşısında taşıdıkları farklılıklar (ayrılık) yoluyla meydana geldiklerini hatırlatarak, anlamın bulunuşunu ise bir  göstergeden başka bir göstergeye ertelenmesi olarak ortaya koyar. Böylece differance, özdeş olmama durumunun altında yatan temel ilke olarak anlaşılabilir. Differance Batı felsefesinin ikili karşıtlıklarının ötesine geçerek özdeşlik felsefesine karşı direnmektedir. Bu durumda anlam, sabit özdeşliklerden (kesinlikler) çok, sonu olmayan bir ayrım ve erteleme hareketine dayanır. Anlam yerleşik ve merkezi bir temelden yoksun bırakılmıştır ve bu açıdan dil, arkeyazı ile differance’ın oyunundan meydana gelen bir yapı olarak karşımıza çıkar (Altuğ, 2001, s.227). Derrida differance’a değişik bağlamlarda farklı adlar takar: İz, yazı, pharmakon (hem ilaç hem zehir anlamında) (Akşin, 1999, s.45). Böylece Derrida’nın üzerinde durduğu ve kullandığı bir diğer terim olarak iz (trace) gündeme gelir. Derrida’ya göre gösterge, içerisinde yalnızca izlerin bulunduğu sınırsız bir gönderim yapısı içinde kurulmuş bir “iz”dir. Yazılı söylemde olsun, sözlü söylemde olsun, hiçbir öğe, kendisi de basitçe mevcut olmaktan ibaret olmayan bir diğer öğe ile bağlantısı olmaksızın, bir gösterge olarak işlevde bulunamaz. Buna göre her öğe, dizgenin diğer öğelerinin kendisindeki izine başvurularak elde edilir. Hiçbir şey mevcut (presence) ya da namevcut (absence) değildir. Derrida şöyle demektedir: “Her yerde yalnızca ayrımlar ve izlerin izleri vardır” (Altuğ, 2001, s.223). Bu ayrımsallık, göstergeyi bir “kendilik” (entity) olmaktan alıkoyar ve onu bir “iz varlık” konumuna getirir. Burada hem gösteren, hem gösterilen, yani her öğe, diğer öğelerin izleri tarafından belirlenirler.

Derrida Of Grammatology adlı kitabında, çağdaş felsefe bağlamındaki birtakım etkenlerin onu neden iz (trace) kavramını kullanmaya ittiğini açıklar. İz, aslında, metafizik bir kavramdır ve mevcudiyet ile aynı alanda yer alır. İz, kökenselin/kökenin silinmesi üzerine ortaya çıkan bir kavramdır ve Derrida onu Heidegger’den kendı düşüncesine aktarmaktadır. İz ve varolma birlikte silme (effacement) eylemini ortaya çıkarırlar. Geleneksel felsefede öteki, kendinin karşısında ikincil bir konuma sahipken ve bu şekilde ötekini yok etme anlamında tehdit ederken, Derrida’nın düşüncesi, ötekinin kendine indirgenemeyeceği farkı üzerine kurulmaktadır (Akay, 1999). Böylece göstergenin yapısı da, daima namevcut olan “öteki”nin izi tarafından belirlenir. İz, bu anlamda, differance’ı açımlayan, göstergeyi oluşturan ayrımsal yapı içinde öteki’nin oynadığı rolü belirten terimdir (Altuğ, 2001). İz, bir nevi kökün yok edilmesi demektir. Çünkü, Derrida’ya göre her “iz” bir differance’tır. Bu bir gönderme yapısıdır: Kendine yapılan her gönderme, ötekine gönderme yaparak, ötekinden dolaşarak ortaya çıkar. Böylece, kökensel olarak silinmiş olur (Akay, 1999, s.23).

Metafiziğin hiçbir kavramı iz’i açıklayamaz. Derrida’ya göre (1997, s.65), “iz, gerçekte anlamın mutlak (kesin) kaynağıdır (origin). Öyle ki bu, bir kez daha, genel olarak, anlamın mutlak bir kaynağının olmadığını söylemeye gelir. İz, görünüşü ve anlamlamayı (signification) açan differance’tır” diyerek Derrida, izi, mevcudiyetin yokluğunun belirtisi olarak ele alır. Böylece, göstergenin yapısı da bir iz yapısıdır. Bu yapı içinde izler, izi olabilecekleri herhangi bir kendilikten önce gelirler. Dolayısıyla anlamlamada (signification), iz’in ötesine geçemeyiz., yani ötekinin eksiksiz varlığını bulmamız mümkün değildir. Derrida kullandığı eklenti (supplement) terimiyle, bir yandan dildeki her sözcüğün aynı anda öteki sözcüklerin hem yerine geçebildiğinin hem de onlara eklenebildiğinin altını çizerken, öte yandan konuşma ile yazı arasındaki oynak dengeyi aralarında sürekli değişen ilişkilerin varlığına dikkati çekmektedir.

Derrida’ya göre, her gösterge bir yokluğu (absence) öngörmektedir: Yokluğun olduğu yerdeyse temsil etme söz konusu edilmektedir. Temsil etme, daima yokluğa/namevcudiyete bir ek’tir. Ama ilave edilen bir varolan (on) olmadığı gibi, basit bir varolmayan (me on) da değildir. Kaymaları onu, basit bir mevcudiyet ve yokluk alternatifinden kurtarır (Derrida, 1999d, s.78-79). Ayrıca denebilir ki merkez veya köken eksikliği, yokluğun eklentisellik hareketine neden olur. Merkez belirlenemez ve bütün tüketilemez, çünkü merkezin yerini alan, ona ek olan, onu ikame eden, yokluğunda onun yerini tutan gösterge bir fazlalık olarak, bir ek/eklenti olarak çıkagelir, katılır. Anlamlandırmanın hareketi bir şeyler katar; bu da daima bir fazlalığı ortaya çıkarır. Ama bu katılan şey yüzergezerdir, çünkü vekaleten iş görür, gösterilenin tarafındaki bir eksikliğe/noksanlığa ek olur/onu ikame eder (Derrida, 1999b, s.171). Eklenti’nin mantığı, aynı zamanda Of Grammatology’nin önemli bir görünüşüdür. Bir eklenti öyle bir şeydir ki ikincil olarak ileri sürülen haliyle, ‘orijinal’ ya da ‘doğal’ olan şeye destek veren olarak görülür. Yazının kendisi bu türden bir yapıya örnektir. Zira Derrida’nın altını çizdiği gibi, “eğer eklenti/ek/ilave, zorunlu olarak belirlenen bir süreçse, yazı da aynı derecede en alasından (par excellence) bir eklentidir, çünkü o kendini eklentinin eklentisi olarak, göstergenin göstergesi olarak ortaya koyar (propose), anlamlı olmak bakımından konuşmanın yerini işgal eder” (Reynolds, 2002). Eklenti’ye örnek olarak, Derrida’nın önerdiği üzere (Derrida, 1997, s.153), doğum kontrol önlemlerinin kullanımı verilebilir. Bu örnekle ilgili olarak dikkate değer olan şey, eklentisel /ilavesel olanın daima iki yoldan anlamının açıklanabileceğini garantileyen anlam belirsizliğidir. Örneğin, toplumda doğum kontrol yöntemlerinin kullanılması; doğum kontrol haplarının, prezervatif vb. araçların doğada hata/aksaklık meydana getirdiği gerekçesiyle, doğal yanımızı yok etmesi bakımından yorumlanabilir. Öte taraftan konu, bu türden önlemlerin olumlu sonuçları düşünülerek, kontrollü yaşamın özelliklerine dikkat çekilecek şekilde de ele alınabilir (Reynolds, 2002). Bu örnekte de açıkça izlendiği gibi anlam, burada bir yorum haline gelmiştir ve yorumlar çokluğu içerisinde, hiçbir yorum nihai yorum olma iddiasında bulunamaz. Böylece gösterilenin statüsü yerinden edilerek, anlamın değeri düşmüştür. Hiçbir anlamın sabit kılınamadığı bir dil durumunda, yorum etkinliği sonsuzca sürer. Anlamlamanın/yorumlamanın sınırsız oyunu içinde her gösterilen aynı zamanda bir gösteren olarak işlevde bulunur.

Kaynak: Orman, Türkan (2015), “Jacques Derrida Düşüncesinde “Dil”, Kilikya Felsefe Dergisi, (1) s. 61-81.

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...