Batı felsefesinin kaynağı Doğu spiritüalizmi midir?
UC Berkeley profesörlerinden Alison Gopnik, The Atlantik’te yayımlanan dikkat çekici bir makalesinde, David Hume ve Budizm aracılığıyla bir orta yaş krizinden çıkışının dört yıllık serüvenini anlatıyor.
Gopnik ellili yaşlarına adım attığında Budizm üzerine okumalar yapmaya başlıyor ve Budizm’in tasavvurlarını 18. yüzyılın önemli önemli filozoflarından birisi olan David Hume ile ilişkilendiriyor.
Bunun ardından Hume’un “kendi zamanının Batı felsefesi ve Batı’nın o dönemki dinî anlayışıyla ciddi anlamda çelişen” felsefesini nasıl ortaya çıkardığı sorusuna yönelen iddialı bir araştırma projesi başlatıyor.
Hume, en çok içsel benlik fikrini reddetmesiyle ünlüdür.
Zamanında bir psikolojik kriz geçiren filozof, sinirlerini yatıştırmak için Fransa’daki küçük bir kasabaya taşınır. Hume burada, daha sonra Batı felsefesinin en önemli eserlerinden birisi hâline gelecek olan “İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme”yi bitirir.
Gopnik, Hume’un İnceleme’yi yazabilmesi için Budist felsefe hakkında bir şeyler bilmesi gerektiği fikrine dayanarak Avrupa’ya gidip buradaki arşivleri karıştırmaya başlar. Bu arşiv araştırması sonucunda Hume’un taşındığı Fransız kasabasında yaşayan Cizvit rahipler olduğunu keşfeder.
Gopnik buradaki Cizvit rahiplerin Budizm’den haberdar olduklarını ve hatta bazı Tibet metinlerinin kopyalarını da ellerinde bulundurduklarını fark eder. Bu farkındalık Gopnik’i kesin olarak bilemeyeceğini kabul etse de Hume’un İnceleme’yi yazdığı sırada “Budist felsefe hakkında gerçekten de bilgi sahibi olabileceği” kanısına sürükler.
Bu keşif eğer doğruysa olağanüstü bir keşif diyebiliriz. Çünkü yaygın bir inanışa göre Budizm 19. yüzyıla kadar Avrupa kıtasında bilinmiyordu.
Bununla birlikte Budizm’in modern Batı felsefesine ve inancına sunduğu katkılar çoğu zaman hiç dikkate alınmamıştır. Oysa Martin Heidegger’in Zen metinlerinden etkilenmiş olabileceği iddia edilmiş ve Friedrich Nietzsche’nin de Budist inancın komplike ahlak anlayışına hayran kaldığı öne sürülmüştür. Hatta Arthur Schopenhauer şakacı bir tavırla kendisini zaman zaman “Bir Budist” diye tanıtmıştır.
Budizm ve Batı felsefesi arasında doğrudan bağlantılar bulmak muhakkak ki zor bir iştir. Ancak bu ikisi birbirine tuhaf ilmeklerle bağlı görünüyor. Örneğin, 1879’da 50 yaşında olan başka bir kişi daha kişisel bir krizin ortasındaydı: Leo Tolstoy. Rus romancı kapsamlı bir okuma yapmaya başladı ve bunun üzerine edebi başarısını inkâr etme yoluna gitti. Hatta “Anna Karenina”yı “mide bulandırıcı” olarak nitelendirdi.
Tolstoy’un bu süreçte Budist metinlerine ve Schopenhauer’in eserlerine büyük bir hayranlıkla yaklaştığı ve “Hayatın anlamı nedir?” sorusuna dayanan “İtiraflarım”ı da bu hayranlığın sonucu olarak kaleme almaya başladığı tahmin edilmektedir.
Tolstoy sonraki yıllarda İncil’leri Zen Budizmi’ne benzeyecek bir açıklıkla sentezleyerek yeni bir anlam ağı geliştirdi ve melez bir Hristiyanlık anlayışı ortaya çıkardı.
“Nasıl düşünürsek öyle oluruz.”
Buda
Tolstoy’un “İncil’in Kısa Bir Özeti” isimli eseri 20. yüzyıl filozoflarından Ludwig Wittgenstein üzerinde muazzam bir etkiye sahip oldu. Öyle ki Wittgenstein, Birinci Dünya Savaşı sırasında bu kitabı yanından hiç ayırmadı.
Bu süre zarfında Batı düşünce dünyasında son derece önemli bir kitap daha yazılmaya başlandı: “Tractatus Logico-Philosophicus”. Kitap özetle, dünyanın nihayetsiz olarak analiz edilebileceğini ve algılanan herhangi bir bütünün derinliğini kaybedeceği noktaya kadar küçük parçalara bölünebileceğini savunuyordu.
Wittgenstein okuyucularına nihayetinde eğer onu anladılarsa yazdıklarının anlamsız sözler olduğunu da anlayacaklarını ifade etti. Ya da Buda’nın dediği gibi: “Nasıl düşünürsek öyle oluruz.”
Gopnik’in The Atlantik’te yayımlanan makalesinden çıkaracağımız ana fikir, Hume’un “İnceleme”yi yazmak için Budizm’e bel bağlamış olduğu değil, ona erişmiş ve ondan faydalanma fırsatını yakalamış olduğu düşüncesidir.
Yirmi beş yaşındaki bir İskoç’un, bilinmeyen bir Fransız köyünde Tibet düşünce sistemiyle karşılaşması; aynı yaştaki bir Avusturyalı’nın Birinci Dünya Savaşı’nın ortasında Tolstoy ile tesadüfen karşılaşmasından daha az imkânsız değildir.
Bizler birbirimize, inanmak istediğimizden çok daha fazla bağlıyız. Öyle ki elimizde Çin’deki ilk Kilise misyonlarının Budizm’in felsefi zeminini Hristiyan doktrini ile harmanlamaya çalıştığına dair kanıtlar bile var.
Hristiyan tarihçi Diarmaid MacCulloch’un “Christianity, The First Three Thousand Years” isimli başyapıtında belirttiği gibi, 7. yüzyıl misyonerlerinden Piskopos Alopen, “Budizm’in öğretilerinin gerçek anlamda Kutsal Ruh’tan ilham aldığını iddia etmek için gerçek bir girişim” gibi görünen bir Hristiyan sutrası kaleme aldı. Ya bu düşüncenin bir kısmı bile olsa Avrupa kıtasına ulaşmışsa?..
Budizm ile Batı felsefesi arasında benzerlikler kurmak hiç kimsenin kültürümüze olan katkısını azaltmaz; daha ziyade bizi insanlar olarak Doğu ve Batı’nın keyfi ayrımlarının ötesinde, kim olduğumuzu, kim olarak düşündüğümüzü anlamaya yöneltir.
Yazar: Daphne Muller (Gazeteci)
Çeviri: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Bu makale, Sosyolog Ömer YILDIRIM tarafından www.felsefe.gen.tr için derlenerek çevrilmiştir.
Derleme için kaynak metin: Was Western Philosophy Derived from Eastern Spiritualism?