Ahmet Mithat Efendi
Ahmet Mithat Efendi (1844-1912), Niş (bugün Sirbistan sınırları içindedir) Rüştiyesinde okumuş, Fransızca ve Farsça öğrenmiştir. Mithat Paşa’nın çevresinde yetişmiş, çok çeşitli idari görevler almış, ders kitapları yazmış, gazetecilik yapmıştır. Batıcı bir çizgide yer almış ve dilde sadeliği savunmuştur. Hikaye ve romanlarıyla da tanınan Ahmet Mithat Efendi, iktisat, bilim, felsefe gibi çok çeşitli alanlarda ürünler vermiştir (Ülken 1979, 108-109). Yoğun bir memuriyet ve yayın hayatından sonra 1908 sonrasında yazıları ilgi görmeyince yazarlık hayatından çekilmiş, vekiller meclisinin özel kararıyla Darülfünun’da felsefe tarihi, dinler tarihi, umumi tarih dersleri vermiştir (Ülken 1979, 110).
Felsefeyle ilgili yazıları: Felsefe ve Feylosoflar, Felsefenin Sergüzeşt-i Ahvali, Hürriyetin Mahiyeti, Duvardan Bir Sada, İnsan, Schopenhauer’ın Yeni Hikmeti (1887), Nevm ve Halat-ı Nevm (Uyku ve Haller), Voltaire Yirmi Yaşında ya da İlk Aşkı (1885), Ekonomi Politik (1879), bilimlerin tanıtılmasıyla ilgili Düğümlerin Çözümü (Hallu’l-Ukad) (1890), Paris’te otuz Bin Budist (1890), Ben Neyim? Materyalist Hikmete Müdafaa (1891).
Ahmet Mithat Efendi’ye göre felsefe, yani hikmet, insan zihninin bir çeşit pusulasıdır ki, hangi konu ve meselede olursa olsun insanın ortaya koyacağı en doğru hüküm, felsefenin kılavuzluğuyla gerçekleşecektir. Felsefe en eski şeylerdendir. İnsan zihninin düşünmeye başladığı andan itibaren felsefenin başladığı söylenebilir (Ahmet Mithat 2002/1, 15-16).
Felsefenin bu tanımı, onun içeriğini de ortaya koymaktadır. Felsefenin büyük bir bölümü başlangıç, son ve yaratılıştaki hikmet gibi, insanı bu dünyadayken diğer alemlerden ümitvar ya da ümitsiz edecek şeylerden ibarettir. Demek oluyor ki, bir hikmet zehri insanı zehirleyecek olursa yalnız bu dünyadaki hayatını mahvetmiş olmakla kalmaz, ebedi hayatını da mahvetmiş olabilir (Ahmet Mithat 2002/1, 18).
Felsefeye yüklenilen bu özellikler, felsefenin hayatı yönlendirme şeklinde algılandığını göstermektedir. Aynı yazının ilerleyen sayfalarında, farklı bir noktaya değinmiştir. Ona göre, bizim hikmet, Avrupalıların felsefe dedikleri şey, kesin tanımlara sahip değillerdir. Hikmet sözlüklerde, adl, ilm, hilm, nübüvet anlamları yanında bunlarla ilgili olarak, Kur’an ve İncil için de kullanılır. Ayrıca hikmet, eşyayı ve yaratılışı son derece sağlam ve açık olarak bilmektir; varlıklara dair bilgi sahibi olmak, hayırlı işler yapmak; şeklinde de tanımlanmıştır. Bunlara ek olarak, Allah’a itaat, fıkıh, din ve din ile amel, haşyet (saygıdan kaynaklanan korku), anlayış, vera (bütün yaratılmışlar, alem, kainat), takva, söz ve eylemde isabet ve Allah’ın emirleri hususunda düşünmek, emirlere boyun eğmek anlamlarında da kullanılmıştır (Ahmet Mithat 2002/1, 21-22).
Bu tanımlarda yer alan her terimden farklı anlamların çıkacağını belirterek, hikmetin tanımlanmamış olduğunu kabul etmektedir. Batı’da, felsefe teriminin durumu da benzerdir. Felsefenin ilk tanımını yaptığını bildirdiği Pythagoras’a göre, eşyanın tabiatını araştırarak seyredenler, filozoflardır. Ona göre felsefe, eşyanın tabiatını araştırmadan ibaret değildir, fizik ve kimya da bu görevi yaparlar. Doğu ve Batı’da felsefe yani hikmet hakkında ileri sürülen tanımlar sentezlendiğinde, felsefe tanımının, “her şeyin, her hükmün doğrusu” olabileceği düşüncesine varmıştır (Ahmet Mithat 2002/1, 22-23).
Doğruyu hakim görecekse, hangi noktadan bakacaktır. Ekvatordan mı kutuptan mı bakacak? (Ahmet Mithat 2002/1, 23). Soruları da doğrunun kolay anlaşılamayacağı sonucuna götürmektedir. Felsefe (hikmet), “her şeyin, her hükmün doğrusu” ise hakim (filozof), her şeyin doğrusunu yapan insan olmak zorundadır. Sözü eylemine uymayan kişi, kendi kendisiyle çelişkiye düşen bir yalancıysa, yalancı, hakim değil, şahit bile olamaz. (Ahmet Mithat 2002/1, 26). Felsefeyi, hikmet üzerinden tanımladığından, ahlak ve din temelli yaşama felsefesine taraftar olduğu izlenimi vermektedir.
Düğümlerin Çözümü (Hallü’l-Ukad) adlı çalışmasında, felsefe adı altında toplanan konuların çok çeşitli ve birbirilerinden farklı olduklarını bildirmiştir. Felsefede, tarih felsefesi gibi disiplinlerin yer alması, konu farklılıklarının göstergesidir. İlimlerin ilmi olarak felsefenin, matematik ve tabii ilimlerle ilişki kurulabildiğini, felsefenin bu türünün diğer felsefe alanlarından daha kesin ve doğru olacağını dile getirmiştir. Ona göre, felsefe denilince, akli sonuçlardan elde edilen zanları içeren, eski Yunanlıların övünç kaynağı, çağdaş gelişimleri çerçevesinde kemal mertebesine ulaşmış, belki de geçmiş bulunan ilim anlaşılır (Ahmet Mithat Efendi 2005/2, 290).
Felsefede, mutlak kesinlik veyahut kesin doğruluğun olmadığını, böyle bir özelliğe sahip olsa, bu işle uğraşanları birleştirmesi gerektiği, dolayısıyla filozof sayısı kadar düşünce akımı ortaya çıkamayacağını belirtmiştir. O kadar çok felsefe görüş ortaya çıkmış ki, bunların hepsinin mantıken doğru olması imkansıdır. Ancak hepsinin yanlış olması mantıken mümkündür. (Ahmet Mithat Efendi 2005/2, 290). Ona göre felsefe, yalnız ahlaktan ibaret olsa, hiç itiraz edilemez. İstedikleri kadar yalanın caiz olup olmadıklarını tartışıp dursunlar. Bize ne? (Ahmet Mithat Efendi 2005/2, 290-291). Zanni ilimlerin temeli olan felsefe, ziyansız şeylerle kalmıyor. Diğer ilimlerle ilişkiye girdiğinde, kendine has kabiliyetindeki ihtilaf ve ekolleşmeyi derhal sözü geçen ilimlere de yansıtmaktadır (Ahmet Mithat Efendi 2005/2, 291). Ekonomi politik de, matematik ve fizik ilimlerle çok ilişkisinin olmasına rağmen zanni ilimlerdendir. Servetin mahiyetinin belirlenmesinde, fizik ilimlere ve istatistik gibi matematik ilimlere benzeyen ilkeler üzerine mukayeselerde, yine matematiğe benzer mantıktan da yardım almamış olsaydı, bu fenni, felsefenin ahlak kısmı kadar yüzeysel zanni ilimlerden saymakta tereddüt edilmezdi (Ahmet Mithat Efendi 2005/2, 291). Felsefenin barındırdığı farklılıkları ve diğer bilimlerle ilişkilerini göz önüne alarak, tartışmalı özelliklerinin olduğunu öne çıkarmıştır. Bununla birlikte felsefenin öğretilmesine karşı olmadığını hatta gerekli olduğunu bildirmiştir.
Ahmet Mithat, felsefe ve hikmeti ayrı anlamlarda kullanmış, felsefeyi, Batılıların birbirlerini nakzetme esasına dayanan bir takım düşünceler sistemi olarak görmüştür. Hikmet ise, varlığın, kainatın mahiyetini Kur’an hükümlerinin ışığı altında araştırma ve düşünme olarak ele almıştır. Bununla birlikte şark hikmeti için, felsefe tabirini de kullanmıştır (Okay 1989, 266). Bu genel sentezci (Karakuş 1995, 77) tavrına uygun bir davranıştır. Ülken’in bildirdiğine göre, Ahmet Mithat, Felsefe Feylesoflar adlı yazısında, felsefenin bizde yeni olmadığını, kütüphanelerin bunlarla dolu oldukları, okunmadıklarından raflarda tozlanmışlardır. Çeşitli felsefe tarifleri vermiştir. “İnsanlığın mahiyeti üzerine düşünce yürütmek”, “İnsanın evrenle münasebetini düşünmek”, “ ilahiyat” gibi tarifleri anmıştır. Kendi tanımı şöyledir: “Evrenin (bütün kısımlarının) birbirleriyle olan bağlantı ve münasebetleri üzerinde düşünmektir” (Ülken 1979, 111). Ona göre, “nasıl felsefe her yerde hakikati ararsa, din için de aranan hakikattir”. Dinler bir toplumun fikrini bir noktada toplarken felsefe bu çabaya girmez (Ülken 1979, 111). Bütün filozoflar, dünyada manevi kuvvetin hüküm sürdüğünü görmüş ve anlamışlardır; aralarındaki fark, manevi kuvvetin mahiyeti konusunda görülmektedir (Ülken 1979, 111-112). Ahmet Mithat Efendi, metafizik sorunların hikmet sorunlarıyla ortak olduklarını göz önüne alarak, hikmet ile felsefenin birbirlerini dışlamadıklarını kabul etmektedir. Bununla birlikte, felsefe tarihinde ortaya çıkan farklı tutumların felsefeyi tartışmalı hale getirdiğini görmüştür. Felsefeyi insan zihninin düşünmeye başlamasıyla başladığının kabulü de, felsefe ile akıl yürütme ve mantık arasındaki ilişkiye dayandırmış olmalıdır. Felsefenin rehberliğinin gerekliliğini ileri sürmesi, felsefeyi önemsediği anlamına gelmektedir.
Ahmet Mithat Efendi, bilim konusunda da çeşitli görüşler ortaya koymuştur. Ona göre, fenlerde yeterince bilgi sahibi olunamadığından, ilim ile fen arasındaki fark üzerinde durulmamıştır. Bunun örneği olarak, ilm-i hisap ile fenn-i hisabın ve ilm-i tarih ile fenn-i tarih terimlerinin birbirlerinin yerine kullanılmasını göstermiştir (Ahmet Mithat Efendi 2003, 174). Bu doğru tespiti yaptıktan sonra, Ahmet Mithat, ilim ve fennin nasıl tanımlanması gerektiğini vermeye çalışmıştır. Avrupalı yazarların (muharrirler) bilmenin iki türlü olduğunu göstermek ve birine ilim diğerine de fen diyebilmek için uzun açıklamalar yaptıklarına işaret eden (Ahmet Mithat Efendi 2003, 174) Ahmet Mithat Efendi, iki türlü bilmeyi iki örnekle açıklamıştır. “Büyük Petro’nun dünyayı fethetmesini bilmek” ve “iki kere ikinin dört ettiğini bilmek”. İlki hakkında farklı görüşler ortaya atılabilir ancak ikinci önermenin başka türlü olması mümkün değildir. Bazı bilgilerin farklı olduğunu bilmek ile bir bilginin farklı olamayacağını bilmek önemli bir ayrımdır. İmdi bunun ilkine “ilim” ve ikincisine “fen” dendiğinde, istenen ayrım gerçekleşmiş olur. Fen bilgilerinin başka türlüsü mümkün değildir (Ahmet Mithat Efendi 2003, 174-175). Fende de bilmek olduğundan, fen ilmin içinde sayılır. Fenler, kanun ve akide temeline otururken, ilimde kanun ve akide aranmaz (Ahmet Mithat Efendi 2003, 175). Hendese fen olarak kabul edilirken, şiir fen değildir. Fen bilgisinde, bir şey hakkında verilen hükümler değişmediğinden, fenler ilimlerden daha güçlüdürler (Ahmet Mithat Efendi 2003, 175). Ahmet Mithat, bu tanımlamalarıyla, ilim ve fenni birbirinden net bir şekilde ayırmıştır.
Ahmet Mithat Efendi, mektuplar şeklinde biçimlendirdiği Hallü’l Ukad (Düğümlerin Çözümü) (1890) adlı iktisadi konuları ele alan kitabının başında ilimlerin tasnifini yapmıştır. Birinci Mektup’ta, “Pozitif bilimler” ve “kesin bilimler” gibi ilimler nasıl şeylerdir? Bu ilimler, havayı, güneş ısısını, denizlerin sularını, taşı, toprağı da servetten mi sayarlar? sorularını dile getirmişlerdir (Ahmet Mithat Efendi 2005/2, 279). İkinci Mektup: ilimlerin değerlendirilmesine ayrılmıştır (Ahmet Mithat Efendi 2005/2, 281). O, Mantıkta haber vermenin doğruluk şartlarını belirttikten sonra, ilmin haberler üzerine kurulduğunu ileri sürmüştür. İlimleri oluşturan bilgilerin her biri bir araştırmasının sonucudur. Herkes araştırmaları sonucunda keşfettiği bilgiyi başkalarına da haber vermek yönünde faydalı bir tabiatla yaratılmıştır. Biriken haberler, konularına göre sonradan sınıflandırılır ve her sınıf bir ilim adıyla anılırlar. Buna ilimlerin sınıflandırılması denir. (Ahmet Mithat Efendi 2005/2, 181). İlim denilen şey bilmektir. Hakikatin keşfi, herkes tarafından başarılamayıp, keşfedilmiş hakikatleri yani bilgileri öğrenmek yoluyla ortaya koymaya ilim denir. Farklı bilgiler vardır. Eskilerin sihir dedikleri de ilimdir, çağdaşların “mekanik” dedikleri de. (Ahmet Mithat Efendi 2005/2, 282). Bazı ilimler diğerlerinin aleti olarak iş görürler. Örneğin matematik ve geometri, astronominin aletleridirler (Ahmet Mithat Efendi 2005/2, 282). Bazı ilimler, değerlendirmelerinde belirleyici olan ve birbirinden ayrılması gereken iki görünüm sunarlar. Örneğin Tarih, doğrulukları ya da yanlışlıkları meçhul, hatta yalan olma ihtimalleri daha yüksek birtakım masalların toplamı olarak da görülebilir, doğru olma ihtimalleri daha yüksek, belki kesin hakikatlerden sayılan haberlerin toplamı olarak da (Ahmet Mithat Efendi 2005/2, 282). Bu değerlendirmeler ilimlerin sınıflandırmalarının gerekliliğini ortaya koyar ve buna ilimlerin değerlendirilmesi denir (Ahmet Mithat Efendi 2005/2, 282). Bir şeyi öğrenmekte eğer bir de uygulama maksadı olmazsa, o şeyi öğrenmek adeta boş bir çaba olacağından “sınıflama” denilen şeyde “ilimlerin uygulanması” bölümü de yer almalıdır (Ahmet Mithat Efendi 2005/2, 282).
İlk insan olan Adem’in ilmi, ilk ilim olarak kabul edilebilir mi? Ahmet Mithat Efendi’ye göre, ilim haber temeline dayandığına göre, diğer haberler için olduğu gibi, Adem’le ilgili haberin de doğruluğu ve yanlışlığı araştırmalıdır. “İlim imiş..” diye körü körüne bağlanmak anlamsızdır (Ahmet Mithat Efendi 2005/2, 283). İlimler arasında hem haber verenin inancına, hem de işin aslına uygunluğuyla salt hakikat suretini almış olan şey, yalnız “matematik”tir ve matematik, sayılar ve boyutlardan söz eder (Ahmet Mithat Efendi 2005/2, 284). Matematik, müspet ilimdir. Onun özellikleri hiçbir ilim de yoktur. Mantık da bu öbekte yer alır (Ahmet Mithat Efendi 2005/2, 284). Matematik hangi fenle ne oranda ilişkiliyse, o fen de o aranda müspettir (Ahmet Mithat Efendi 2005/2, 284). Kozmografya ve astronomi, müspet ilimlerden değillerdir. Müspet fenlerden olabilmek için, o fennin mutlak ve kesin hakikat şeklinde gerçekleşmesine bir ezeliyet, ebediyet bile farz olunabilir. Güneş dünya ilişkisinde olduğu gibi, ilimlerin sonuçları değişmektedir. Şimdi doğru olarak kabul edilenlerin sonradan değişmeyecekleri iddia edilemez (Ahmet Mithat Efendi 2005/2, 284-285). Fenlerde en büyük talep, meramın anlaşılmasından ibarettir (Ahmet Mithat Efendi 2005/2, 286).
Ahmet Mithat Efendi, tabiat ilimleri ifadesi karışıklık yarattığından “fizik” tabirini kullandığını belirtmiştir. Ona göre fizik, şeylerin tabiatından söz eder. Fizik ve onun uygulaması olan mühendislikler “sciences exactes” kesin-sahih-ilimler öbeğinde yer alır (Ahmet Mithat Efendi 2005/2, 286-287). İlimlerde mutlak müspetlik matematik ilimlere ve en büyük doğruluk tabii ilimlere özgü kalıp, bunların diğer ilimlerle ilişkileri ne oranda olur ise, diğer ilimlerdeki kesinlik ve doğruluğunda o aranı aşamayacağı esasen kabul olunduktan sonra, bunların dışında birçok ilimler ve onların kolu olan fenler de, “zanni ilimler” adında bir genel unvan altında toplanabilirler. Bunların en esaslısı, en kapsamlısı da “felsefedir” (Ahmet Mithat Efendi 2005/2, 289). Zan, “kesin bilgi” hükmü bulunmayan, bize kesin bilgi elde ettirecek bazı gözlemlerin zihnimizde yarattığı eksik hükümdür (Ahmet Mithat Efendi 2005/2, 293). Bununla birlikte bir zannın “zan” olarak “kesin bilgi” olmadığını fark edebilmek dahi gayet selim bir düşünme gücünün irşadına bağlıdır (Ahmet Mithat Efendi 2005/2, 293). Zan bir yandan hataya ve diğer yandan hakikate yakınlığı mümkün olmak suretiyle zihinlerde meydana gelmiş bir eksik hüküm olup, bu hükmü doğuran ilk kesin bilgiler ne kadar zayıf iseler, zan da hataya o kadar yakın olması nedeniyle insan hatasını derhal anlayabilir. Aksine o hükmü doğuran kesin bilgiler ne kadar kuvvetli iseler, zan da hakikate o derecede yakın olur (Ahmet Mithat Efendi 2005/2, 293-294). Zanni ilimlerde keşif ve icat derecelerine varmış olan hakimleri “zihinleri yanıltmışlar” diye kınayamayız. Zira bu durum, niyetleri yanıltma değil, irşattır (Ahmet Mithat Efendi 2005/2, 294). Zanni ilimlerden faydalanmak için, ilk önce o ilmin içerdiği zanların hangi memlekette ve ne zaman ortaya çıktığı incelemek gerekir. Tarih ve coğrafya ilimleri, sahih ilimlerden sayılmak itibariyle bunlardaki doğruluktan o zanları da tashihe gayret etmelidir (Ahmet Mithat Efendi 2005/2, 297). Tarih ve coğrafya, kesinlikle doğruluk üzerine kurulu olmayıp büyük zanlar, müthiş hatalar onlarda dahi vardır. Bu ilimlerin kendilerine has bir özellikle, kendi hatalarını düzeltebilmektedirler. Hata düzeltmek konusunda diğer ilimlere de yardımcı olurlar (Ahmet Mithat Efendi 2005/2, 297-298). Felsefe, hukuk, ekonomi gibi zanni ilimler ile bunların dallarındaki yanlışlıklarından kurtulmak için, tarih ve coğrafyaya başvurulmazsa, irşada ulaşmamız mümkün olmaz. Bunların her biri (Felsefe, hukuk ve iktisat), birer zaman ve birer mekanda varlık bulduklarından, zaman ve mekanlara özgü olmak üzere, rast geldikleri kabul edilebilecek olan birçok şeyler zaman ve mekanın değişmesiyle değişebilirler. Bu ise “zamanın değişmesiyle bazı hükümler de değişir” şeklinde bir ilke oluşturmuştur. Hukuka ilişkin örnek, efendinin köleyi öldürme hakkına ilişkin Roma yasası. İktisada ilişkin örnek, Sibirya’da patates yetiştirmek. Ekonominin hukuk ilmine uygulanmasına ilişkin örnek “her şey republicin malıdır” ilkesinden hareketle zanaatkarların hünerlerini yabancı ülkelere satılmasını ve öğretilmesini yasaklamasıdır (Ahmet Mithat Efendi 2005/2, 298-299).
Bir dönemin ekonomisinin ilkeleri, zamanla geçerliliklerini yitirmişler, yeni yapıların oluşması yeni ilkelerin kabulünü gerektirmiş (Ahmet Mithat Efendi 2005/2, 300). Zamana göre doğru olabilen bu anlayış, mekana göre doğru olmaz. Zamanın hükümleri de mekan hükümlerine bağlıdır. Eski tarihsel zamanlar, İslam’ın yayılışıyla son bulmuştur. Avrupalılara göre, 476’da eski zamanlar sona ermiştir. Eski zamanları yeni tamamlamaya çalışan Kongolulardan Avrupa’daki en yeni şeyleri uygulanması beklenmek komik olur (Ahmet Mithat Efendi 2005/2, 300). Mekteplerde Adam Smith okutulmasının yarattığı kafa karışıklığının sebebi ne muallimler ne de öğrencilerdir. Ekonomi okutan muallimlerin, ilimlerin genel ahenginden ne kadar pay sahibi oldukları bizce meçhul olup, fen öğrenimi denilen şey dahi yalnız dil biliyor olmak hasebiyle ele alınan bir kitabı aynen tercüme edebilmekten ibaret zannedilmektedir. Teoloji okutan bir muallim, “işte dinler ilmi bundan ibarettir” diyecek olursa, elbette öğrenciler de salt hakikat odur inancıyla bizim kelam ilmini aşağılama derecelerine kadar varabilirler (Ahmet Mithat Efendi 2005/2, 301).
Ahmet Mithat Efendi’ye göre teknik, matematiğin ve müspet ilimlerin, insan ihtiyaçlarına cevap vermek üzere tabiata tatbikidir. Başka bir ifadeyle, insanın tabiat kuvvetlerinden faydalanması veya tabiatı kendisine ram etmesidir. İlimlerin hakikati araştırması mistik bir zevk ise, teknik bu araştırmaların pragmatik soncudur. Onun amaçladığı şeylerden biri, kafalarda, bilimle teknik arasında bağ kurmaktır. Sık kullandığı tanımıyla, teknik, insanın tabiata galip gelmesidir. (Okay 1989, 51). Tekniğin bir ürünü olan makine, insanın maddeye hayat kazandırması olarak değerlendirilmiştir (Okay 1989, 53). Müspet ilimler ve matematikle teknik arasında kurulan bağ, tekniğin doğaya hakim olmak için kullanılması, yeni bilim anlayışını önemli ölçüde kavrandığının bir göstergesidir. Ahmet Mithat Efendi, bilim hakkında ortaya koyduğu düşüncelerle, Batı’daki tartışmaları yakından takip ettiği izlenimi vermektedir.
Kaynak: TÜRKİYE’DE FELSEFENİN GELİŞİMİ I, s. 41-44, T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 2456 AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 1428