Felsefe hakkında her şey…

Sanat ontolojisi nedir?

18.10.2022
964

Ontoloji (varlık felsefesi) genel olarak varlıkları, bu varlıkların ne tür birer varlık olduğunu araştıran alanın adıdır. Özelde sanat ontolojisi de sanat yapıtlarının varlık çeşitliliği içerisinde nerede yer aldıklarını yani bir sanat yapıtının ne tür bir şey/varlık olduğunu araştırırlar (Rohrbaugh 2005: 241). Başka bir deyişle sanat yapıtlarının genel olarak varlıklar içerisindeki yerinin irdelendiği alana sanat ontolojisi adı verilir.

Bu genel varlık kategorileri dışında sanat yapıtlarına özgü hatta farklı sanat türlerine göre sanat yapıtlarına özgü varlık kategorileri de bulunabilir. Bu durumun gerçekleşmesi sanat ontolojisi özelinde genel olarak ontoloji alanına da katkı sağlamak demektir.

Sanat ontolojisinin en temel sorusu olan “Bir sanat yapıtı ne tür bir varlıktır?” sorusu etrafında ayrıntılı olarak sorulabilecek sorular şunlardır:

  • “Sanat yapıtları fiziksel nesneler midir?”
  • “Sanat yapıtları ideal türler midir?”
  • “Sanat yapıtları hayali varlıklar mıdır?”
  • “Sanat yapıtları sanatçının ya da izleyicinin zihinsel hâlleriyle nasıl bir ilişki içerisindedir?”
  • “Sanat yapıtlarının fiziksel nesnelerle nasıl bir ilişkisi vardır?”
  • “Sanat yapıtlarının soyut olan görsel, işitsel yapılarla ya da dilsel yapılarla nasıl bir ilişkisi vardır?”
  • “Yapıtlar hangi şartlar altında varlığa gelirler, varlıklarını sürdürürler ve varlıklarını sonlandırırlar?”

Bütün bu sorular sanatın nasıl tanımlanacağı sorusundan farklı nitelikte sorulardır çünkü bu sorular bir şeyin sanat eseri olarak kabul edilebilmesi için gereken şartları sormak yerine eserin bir varlık olarak ne tür bir varlık olduğunu sorarlar. Örneğin, resimler ne türden varlıklardır? Müzik yapıtları, romanlar ne türden varlıklardır? Bu sorulara verilen yanıtların hiçbiri sanat yapıtının tanımı yerine geçmez çünkü bir sanat yapıtının ontolojik statüsü başka bir takım varlıkların ontolojik statüsüyle aynı olabilir. Bu da sanat olanı sanat olmayandan ayırt etmemizi sağlamaz (Thomasson 2004: 78).

Bir şeyin tanımını vermek tanımlanan şeyin diğer tüm şeylerden ayırt edecek şekilde sınırını çizmeyi gerektirir. Bu çoğunlukla gerek ve yeter koşulların araştırılmasıyla aynı şeydir. Bir sanat yapıtının ontolojik statüsünün belirlenmesi ise bu tür koşulların arayışına girişmez. Demek ki “Sanat nedir?” ya da “Sanat yapıtı nedir?” sorusu ile “Bir sanat yapıtı ne tür bir varlıktır?” sorusu başka başka şeyleri sormaktadır. Üstelik ileride göreceğimiz gibi farklı sanat türlerine göre sanat yapıtlarının ontolojik statülerinin de farklı olabileceği düşünülecek olursa (örneğin bir resmin ontolojik statüsüyle bir müzik parçasının ontolojik statüsü farklı olabilir), sanat yapıtlarının ontolojik statüleriyle sanatın ya da genel olarak sanat yapıtının tanımının aynı olamayacağı açıklık kazanır.

Biz genel olarak sanat eserlerinin sanatçının yaratıcı ve hayali eylemleri sayesinde belirli bir zamanda, belirli bir kültür içerisinde ve belirli tarihsel koşullar altında yaratılmış şeyler olduklarını düşünürüz. Ve bir kere yaratıldıktan sonra onların pek çok insan tarafından görülebilecek, duyulabilecek ya da okunabilecek olan değişmez ve dayanıklı kamu varlıkları olduklarını düşünürüz. Farklı sanat türlerini dikkate alarak sanat yapıtlarına baktığımızda, resim ve (döküm olmayan) heykelleri tekil varlıklar olarak görürüz ve bu tür tekil eserlerin alınıp satılabileceğini ve sahibiyle birlikte yer değiştirebileceğini düşünürüz. Aynı zamanda bu tür eserlerin fiziksel yapılarında kimi değişikliklerin kendilerine zarar vermeden yapılabileceğini kimi değişikliklerin ise onlara zarar vererek yıkımlarına neden olacağını düşünürüz (Thomasson 2004: 78-79).

Klasik müzik ve edebiyata baktığımızda ise, bu tür eserleri çoklu varlıklar olarak değerlendiririz. Bu tür yapıtların pek çok kopyası ve gösterimi olabilir. Sanatçının imzalı el yazmasına ayrı bir değer verebiliriz ama şu bir gerçektir ki el yazması tahrip olsa bile yapıtın kendisi yok olmaz, varlığını sürdürmeye devam eder. Müzik eserleri ve edebi metinlerin resimde ve heykelde olduğu gibi kendileri değil yalnızca yeniden üretimleri, telif hakları, gösterim hakları alınıp satılabilir ve bunun için bir şehirden diğerine (resimde ve heykelde olduğu gibi) taşınmaları gerekmez. Sanat yapıtları arasındaki bu türden farklar yapıtların ontolojik statüsünün sanat türlerine göre farklılaşabileceğini gösterir. Resim ve heykel gibi somut sanat eserlerinin ontolojik statüsü müzik ve edebiyattan farklı olacaktır. Bununla birlikte daha ayrıntılı düşünüldüğünde, döküm heykeller, soyut sanat, yerleştirme sanat eserleri (enstalasyon sanatı), baskı resim gibi sanat yapıtlarının ontolojik statüsü de geleneksel resim ve heykelin ontolojik statüsünden farklı olabilir. Müzik türlerine baktığımızda da halk müziği, popüler müzik ve doğaçlama müzik gibi müziklerin klasik müzik diye adlandırılan müzikten farklı ontolojik statüleri olabilir (Thomasson 2004: 79). Sanat ontolojisiyle uğraşanlar genel kategorileri araştırabilecekleri gibi bu genel kategoriler içerisinde ayrıntılanan daha dar kategorileri de araştırabilirler.

Sanat yapıtlarının bu çeşitliliği “Bir sanat yapıtı ne tür bir şeydir?” ontolojik sorusunu yanıtlandırmamız konusunda bizi umutsuzluğa düşürebilir. Ne var ki sanat ne kadar çeşitli bir kategori olsa da zaten genel olarak ontolojik kategorilerin oldukça çeşitlilik gösterdikleri unutulmamalıdır. Örneğin, atomlar, gökdelenler ve yasama organlarının hepsi de birbirlerinden ne kadar farklı olsalar da tikel varlıklardır. Cinayetler, piknikler ve zaferler de yine birbirlerinden ne kadar farklı olsalar da hepsi de olay kategorisi içerisine dâhil edilirler. Bu nedenle sanat yapıtları arasındaki ortaklık sanat yapıtlarını yalnızca birkaç kategori altına yerleştirebilme umuduyla araştırılabilir (Rohrbaugh 2005: 241).

Sanat ontolojisindeki yaygın görüşlerden biri sanat yapıtlarının sadece fiziksel nesneler olduğunu savunan görüştür. Bu görüşe kısaca fiziksel nesne görüşü adı verilir. Bu görüşe göre sanat yapıtlarının ontolojik statüsü sopaların, taşların, mermer parçalarının statüsünden daha az ya da daha çok karmaşık değildir. İngiliz felsefeci Collingwood (1889-1943), Sanatın İlkeleri (1938) adlı eserinde hayali varlık görüşü adı verilen bir görüşü ortaya koyarak fiziksel nesne görüşüne özellikle iki açıdan karşı çıkmıştır: 1) Sanat yapıtlarının yaratılmalarında fiziksel nesnelerden farklı olarak hayal gücü şarttır. Üstelik bu şart yeterli bile olabilir. Buna göre bir besteci bir müzik parçasını herhangi bir şekilde kağıda dökmeden yalnızca “kafasının içinde” yaratabilir. Başka bir deyişle Collingwood’a göre müzik eserleri ve benzer şekilde diğer sanat eserleri duyulan nota dizileri ya da ses dalgalarının fiziksel sıralanışı değil “bestecinin kafasındaki” bir şey olmalıdır. 2) Bir sanat yapıtı yalnızca bir müziğin seslerini duyarak ya da bir resmin renklerini görerek algılanmaz. Sanat yapıtını görebilmek için kesinlikle hayal gücü gerekir. Bu hayal gücü örneğin, duyulan sesleri tamamlayabilir ya da düzeltebilir ve eğer gürültü varsa bu gürültüyü duyulan seslerden ayırabilir. Böylelikle yalnızca sanatçının değil aynı zamanda izleyicinin de hayal gücünü kullanması gerekir. Sanat yapıtları asla boyanmış tuvaller ya da ses dizileri değildir. Bunlar yalnızca sanatçının izleyenlerin yapıtını yaratırkenkine benzer şekilde yaşadığı hayali deneyimi yeniden kurabilmeleri için yardımcı olmak üzere sağlayabileceği araçlardır. Hayali varlık görüşüyle ilgili bir sıkıntı izleyenlerin hayal gücünün merkezi bir rol oynamasıdır. Herkes kendi hayali deneyimiyle meşgul olacak ve kendi hayali nesnesini deneyimleyecektir. Bu durumda nasıl olur da aynı sanat yapıtı pek çok farklı insan tarafından deneyimlenebilir ve tartışılabilir? Hayal gücünün bu kadar temel bir rol oynadığı bu görüşe göre hiçbir sanat yapıtı yok edilemeyecektir. Yapıtlar yalnızca sanatçıların ve izleyenlerin zihinlerinde varolabileceği için belirli bir yapıta zarar vermeye ya da onu yok etmeye çalışmak olanaklı olamaz. Başka bir deyişle, örneğin kopyası olmayan boyalı bir tuvale zarar verildiğini düşünelim. Hayali varlık görüşünün bu zararı önemsememesi gerekir çünkü bu tuval zarar görse de sanatçısının zihninde varolmayı sürdürecektir. Elbette hayal gücünde varolan yapıtların alınıp satılmalarından da söz etmek olanaksızdır. Bu görüşle ilgili bir sorun da ilgili bir zihinsel duruma bağlı olarak yapıtların kesik kesik varolmak durumunda kalmalarıdır. Sanat yapıtının varoluşunu destekleyecek herhangi bir zihinsel durum olmadığında yapıt doğal olarak varolmaya devam edemeyecek, zihinsel durum olduğunda ise yeniden varolacaktır. (Thomasson 2004: 80-81).

Fiziksel nesne görüşü ve hayali varlık görüşünden başka bir görüş de bir kısım ya da tüm sanat yapıtlarını soyut varlıklar olarak kabul eden, soyut varlıklar görüşü olarak adlandırılan görüştür. Richard Wollheim örneğin Sanat ve Nesneleri (1980) adlı kitabında, edebi yapıtların ve müziğin fiziksel nesneler ya da bu nesnelerin bir sınıfı olmadıklarını söyleyerek bu tür yapıtların tipler olduğunu ve kopyalarının ya da gösterimlerinin de bu yapıtların örnekleri olduğunu öne sürmüştür (Thomasson 2004: 82-83).

Tip-örnek kuramı olarak geçen bu görüşü anlayabilmek için alfabemizden bir örnek verelim: “A” harfinin Türkçenin alfabesinin ilk harfi olduğunu söylediğimizde sözünü ettiğimiz bir harf tipidir. Şimdi buraya içinde alfabemizin ilk harfinin üç kez geçtiği bir sözcük yazalım: Ankara. Bu sözcükte sözünü ettiğimiz harf tipinin ise üç örneği geçmektedir. Şimdi buradan yola çıkarak edebi yapıtlarda ve müzik yapıtlarında bu kuramı nasıl uyarlayabileceğimizi görelim. “Çalıkuşu en çok okunan Türk romanıdır.” dediğimizde bir tip olarak edebi bir yapıttan söz ediyoruzdur. Reşat Nuri Güntekin’in 1922 yılında yazmış olduğu bu romanın sonrasında çoğaltılarak kopyalarının satılmaya başlamasıyla kendime de bir kopya alabildiğimi düşünelim. Şimdi artık somut olarak elimde tutarak okumaya başladığım roman Çalıkuşu’nun bir örneğidir. Çalıkuşu soyut bir varlık olan bir tip olarak yok edilemez. O bir kere kaleme alınmış ve dolayısıyla yaratılmıştır. Diğer taraftan kopyalarının hepsinin yok edildiğini tasarlamak olanaklıdır. Evimde bulunan ve bana ait olan Çalıkuşu örneği herhangi bir sebepten yok olabilir (örneğin yanabilir), ancak Reşat Nuri Güntekin’in yazmış olduğu Çalıkuşu hiçbir şekilde tahrip edilemez, yok edilemez. Müzikten de bir örnek verelim: “Beethoven Dokuzuncu senfoniyi bestelemeyi 1824 yılında tamamlamıştır.” dediğimizde bir tip olarak bir müzik yapıtı söz konusudur. Şimdi Beethoven’ın Dokuzuncu senfonisinin çalındığı bir konsere gittiğimizi düşünelim. Dinlediğimiz Dokuzuncu senfoninin bir örneğidir. Sonuç olarak, tip-örnek kuramına göre Dokuzuncu senfoni soyut bir varlık olan bir tipken, belirli bir mekânda gerçekleşen ve benim de dinlemek için gittiğim bu konser ise senfoninin bir örneğidir.

Tip-örnek kuramıyla ilgili bir güçlük tiplerin soyut varlıklar olmalarından dolayı somut örnekleri gibi nedensel etkileşime girememeleridir. Tipler soyut varlıklar oldukları için doğrudan doğruya algılanamazlar, yalnızca düşüncede kavranabilirler. Bir yapıtın tipi ile örnekleri aynı yüklemlere sahiptir. “Hamlet beş perdedir.” diyebildiğimiz gibi “Hamlet’in bu gösterimi beş perdedir.” de diyebiliriz. Birinci tümcede Hamlet bir tipken ikinci tümcede Hamlet bir örnektir. Her iki tümcede de yüklem aynıdır. İşte tam da bu noktada şu soru sorulabilir: “Nasıl olur da tipler zaman ve mekân içinde olmamalarına rağmen (zaman ve mekân içinde olan) somut örnekleriyle aynı özellikleri paylaşabilirler?” ve şu soru da sorulabilir: “Nasıl olur da soyut bir nesne bir saat sürebilir ya da yumuşak seslidir?” (Rohrbaugh 2005: 249). Kısacası buradaki sorun soyut varlıklarla somut varlıkların aynı özelliklere sahip olmalarının nasıl olanaklı olduğu sorunudur.

Kaynak: ESTETİK VE SANAT FELSEFESİ, s. 60-63, T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 2574, AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 1544; Kitabın Yazarları: Prof. Dr. Demet TAŞDELEN, Prof. Dr. Aslı YAZICI

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...