Felsefe hakkında her şey…

Rönesans’ta bilgi anlayışının değişmesi

02.11.2022
636

Rönesans, bir çok seslilik ortamında hem Antik Çağ Yunan kültür hazinesinin yeniden keşfi hem de Orta Çağ’da çözümü tatmin edici olmayan fakat üzerinde derinleşilmesinin engellendiği pek çok bilimsel sorunun bir yöntem çeşitliliği içerisinde, usa ve deneyime-algıya daha uygun şekilde çözülmeye başlandığı bir dönem olmuştur.

Yeni Çağ Avrupa Medeniyeti’nin evren kavrayışı, Rönesans ile başlayan Yeni Çağ felsefesi ve bilim anlayışı ekseninde oluşmuştur. Bilimdeki gelişmeler, dünyanın evrenin merkezi olmadığını ortaya çıkarmış, fizik biliminin kabul ettiği ilkeler çerçevesinde, mekanik bakış açısı yeni bir anlayış olarak benimsenmiş ve yerleşmiştir (Bıçak 2004, s. 57-58).

Fizik biliminin doğa hakkında sağladığı bilgiler, kültür alanında da aranmaya başlanmış, böylelikle yaşamın bütün yönleri madde ve mekanik ilişkisi temelinde değerlendirilmeye başlanmıştır. Hatta madde temelli evren de deneyim ve usun bilebildiğiyle sınırlandırılmıştır (Duralı 2006, s. 88).

İngiliz felsefesindeki deneycilik ve buna bağlı gelişen bilgi anlayışı, Yeni Çağ Avrupa Medeniyeti’nin felsefe anlayışı üzerinde olduğu kadar, ekonomi ve siyasetteki temel yönelimleri üzerinde de büyük ölçüde belirleyici olmuştur (Bıçak 2004, s. 58).

Matematik fiziğin ilerlemesi, doğanın yapısının matematik kavramlarla anlaşılıp çözümlenebileceği, doğanın kendisi yerine zihinden türetilmiş kesin kavramlara dayanarak doğa yasalarının bulunabileceği düşünceleri için güçlü bir zemin hazırlamıştır. Bu düşünceleri doğa ile us, evren ile zihin arasında uygunluk olduğu, hatta 17. yüzyıldaki usçulara göre, bu uygunluğun, aynı anda hem evrenin tümüne hem de insan ruhuna aynı ilkeleri yerleştirmiş olan Tanrı’dan kaynaklandığı yönlü kabuller izlemiştir. 17. yüzyıl felsefesi, matematik fiziğe duyulan güvenin yarattığı güçlü rüzgarı arkasına alarak, yalnızca doğanın değil, felsefenin konularının da salt us aracılığıyla bilinebileceğini temellendirme çabalarına sahne olmuştur (Gökberk 2005, s. 222).

Günümüzde “epistemoloji” adıyla tanınan felsefe disiplini, her ne kadar felsefe tarihinin başlangıcından bu yana filozofları meşgul etmiş sorunlardan oluşuyor olsa da felsefe içinde doğmuş bu çocuğun adı, Yeni Çağ’da John Locke (1632-1704) tarafından konulmuştur (Özlem 2008, s. 41).

Locke, bilginin kaynağı, doğruluğu ve sınırları sorunlarıyla çerçevesini çizdiği epistemolojiyi özel bir felsefe disiplini olarak öne çıkarır ve tanrı, evren, yaratılış, ruh-madde ilişkisi gibi konular üzerinde spekülasyonlar yapmadan önce, insan bilgisinin kaynaklarının, sınırlarının araştırılması, yani epistemolojinin temel sorunlarıyla hesaplaşılması gerektiğini savunur (Locke 1992, II. ve III. Kitaplar).

Epistemoloji teriminin de kökü, Eski Yunancaya dayanır. “Sağlam temelli, hakiki bilgi” anlamında kullanılan episteme ile, günümüzde de pek çok disiplinin sonunda “bilim”, “araştırma”, “yasa”, “açıklama, kuram” gibi anlamlarda kullanılan logos sözcüklerinin birleşiminden oluşan epistemoloji, dilimizde “bilgi kuramı”, “bilgi felsefesi” gibi terimlerle karşılanmaktadır.

Aslında Descartes’ta da kesin bilgiye ulaşmak öne çıkan bir kaygı olmuştur, fakat Descartes’ın yapıtlarında bilgi ve varlık sorunları sıkı bir bağlantı içinde ve bir bütünlük arz edecek şekilde ele alınmış, Locke’a kadar filozoflarda bilgi sorunlarını felsefenin diğer sorunlarından ayrı başına inceleme kaygısı ön plana çıkmamıştır (Özlem 2008, s. 43).

Böylelikle 16. yüzyılda gelişen ve Galileo Galilei, Nicolaus Copernicus gibi düşünürlerin somut yaşamda etkileri görülen bilim ürünleriyle perçinlenen matematik fiziğin, Kıta Avrupa’sında usçuluğun, Ada’da (İngiltere) ise deneyciliğin yelkenlerini dolduran güçlü bir rüzgar olduğunu söyleyebiliriz.

Kant’a kadar sürecek yaklaşık 150-200 yıllık bir dönemde Batı Avrupa felsefesinin iki ana geleneği de ciddi görüş ayrılıklarına karşın, bilgi edinme işinin temeline insan yetilerini koymaları bakımından, Rönesans’tan gelen yeni ve otoriteden kurtulmayı amaçlayan düşünce yapısını devam ettirdikleri söylenebilir. Bu iki akımın diğer ortak yönü de tarih ve tarih yazıcılığı söz konusu olduğunda, Antik Çağ Yunan düşüncesinde yerleşen ve Orta Çağ’da Augustinus’un tanrıbilimsel denemesine karşın aşılamamış theoriahistoria karşıtlığını devam ettirmeleridir, diyebiliriz.

Kaynak: TARİH FELSEFESİ I, s. 81-83, T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 2453 AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 1425

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...