Rönesans döneminde Platoncu düşünce
Yunan ve Latin düşüncesine ait eserlere yönelik çeviri etkinlikleriyle başlayan Hümanizm hareketi İlk Çağ düşünürlerinin eserlerini çevirme işine özellikle 15. yüzyılda yoğunlaştı. İlk dikkat çeken eserler de Platon’unkilerdi. Öncü Platonculardan biri olan Plethon, Cosimo de Medici’nin desteği ile Floransa’da bir Platon Akademisi kurdu (1440). Bu akademi Platon’un yapıtlarının ilk elden çevirisini yapma amacını gütmekteydi. Platonculuğu Aristotelesçiliğe karşı savunmak temel görevlerindendi. Bu çabalar bir süre sonra Platonculuktan ziyade Yeni-Platoncu çizgilerin agır bastığı bir düşünceyle sonuçlandı. Akademi sayesinde Platon’u kaynağından ögrenen birçok düşünür Platoncu kanatta yer aldılar. Bunlardan biri Pico Della Mirandola, bir diğeri ise Marsilius Ficinus (1433-1499) idi.
Ficinus’a göre Platonculuk, insan bilgeliğinin özüydü ve eğer Katolik öğretisiyle uyumlu kılınabilirse bu öğretiyi gençleştirebilir, onu daha tinsel nitelikli bir öğreti haline getirebilirdi. Ona göre Platon ve Aristoteles’in felsefeleri, aslında aynı hakikatin iki farklı ifadesiydi. Ficinus Hıristiyanlığı Tanrının kendisini açmasının bir biçimi olarak görmüş ve bu dini felsefe ile uzlaştırmaya çalışmıştır. Evren en başında Tanrı’nın bulunduğu düzenli bir basamaklar sistemidir. İnsan ruhu da Tanrıdan türemiştir ve ölümden sonra yine Tanrıya dönecektir. Evrenin bütün baglantıları insan ruhunda bulunur. Bu yüzden insanda tüm evreni bilme gücü vardır. Bu fikirler Platoncu olmaktan çok yeni-Platoncu görüşlerdir.
Yeni Platonculuk etkisindeki en özgün düşünür Nicolaus Cusanus’tur (1401- 1464) Başlıca yapıtları: De Docta Ignorantşa (1440). De Conjecturşs (1440). De Pace Seu Concordantia Fidei (1453). Cusanus’un felsefi yaklaşımı skolastik etkiler ile Rönesans ruhu arasında gidip gelmektedir. Bu nedenle bir geçiş dönemi düşünürü olarak kabul edilebilir. Yeni-Platoncu bir düşünür olarak felsefesinde Tanrı bilgisinin önemli yer tutması şaşırtıcı değildir. Ona göre us, Tanrı bilgisini elde etmekte yetersiz kalır. Gerçi us bize bir dünya bilgisi verebilir: Duyularımız aracılığıyla bilince gelen dağınık duyu verilerini imgelem yetisi birleştirir ve bunun sonucunda tasarımlar ya da kavramlar ortaya çıkar. Bu tasarımlar ya da kavramlar üzerinde işleyen aklımız, bunlar arasındaki ilişkileri keşfederek bunları birleştirir ve böylece bilgilerimiz oluşur. Ne var ki düşünme yetimiz bu kez de bilgiler arasındaki ayrılıkları ortadan kaldırarak mutlak bir birlik oluşturmaya yönelir ama bu yolda tıkanır. Çünkü akıl çokluklar ve farklılıklar olmadan iş göremez. Bu nedenle Cusanus, mutlak birliği temsil eden Tanrı bilgisine bu yolla, yani düşünme yetisi ile ulaşamayacağını anlar. Bu duruma Cusanus öğrenilmiş bilgisizlik (docta ignorantia) adını vermektedir. Bunun anlamı düşünüm yetisinin sınırlarını bilmesidir ve Tanrı bu sınırın ötesinde kalmaktadır. O halde Tanrıya ulaşmanın başka bir yolu olmalıdır. Cusanus’a göre bu yol bir tür sezgi yolu, başka deyişle mistik bir aydınlanma yoludur. Bu şekilde kavrayış ya da kavramsal bilgi olmadan bir görünüm elde edilebilir. Bir başka deyişle Tanrı gönül gözüyle görülebilir. Mistik kişi bir esrime (coşku içinde kendinden geçme) yaşantısı içinde Tanrının kavramsal bilgisine degil belki ama görünümüne ulaşabilir. Tanrı tüm karşıtların kendi- sinde birliğe ulaştığı mutlak varlıktır; şeylerin içindeki sonsuz tözdür. Böylece öz ve töz, görünüm ve gerçeklik, gizlilik ve açıklık onda bir ve aynı şeydir. Onda tüm degerler mutlak olarak bulunur. Dünya Tanrının bir açılımıdır. Birlik olan varlık çokluga dönüşmüştür; çokluk da Tanrı’da birlik olmaktadır. Tanrı her şeyin gizil özüdür, böylece her gerçek şey de bütün şeylerin özüdür. Bu bir tüm-tanrıcılık demekt ir. Oysa bu nokta Cusanus’un felsefesinde bir çelişki oluşturmaktadır. Çünkü Hıristiyan görüşe sarılarak dünyanın Tanrıdan farklılığını onaylamaktadır: Tanrı tüm karşıtların birliğidir, doğada ise tüm karşıt güçler zaman ve mekâna dağılmış olarak görünürler. “Şeylerin özü Tanrısal öz ile özdeş değildir; şeyler sonludur ve tanrısal ideaları tam olarak gerçekleştiremezler” (Thilly, 2007: 7). Bu nedenle sonul anlamda Tanrı ve doğa özdeş değildirler.
Cusanus bilim konusundaysa Aristotelesçi evren anlayışını yadsıyan bir tutum takınmıştır: Ona göre evrende yetkin bir daire bulunamaz, bu nedenle gezegenler in yörüngelerinin düzgün bir daire olması düşünülemez. Bu görüş Kepler’e giden yolu açmıştır. Ona göre evrenin bir sınırı olduğu görüşü de kabul edilemez. Evrenin ne bir merkezi, ne de çevresi vardır. Öznenin durduğu yer merkez görev i görür. Bu gezegende bulunduğumuz için burasını merkez kabul etmişizdir. Cusanus’un tüm bu görüşleri bilim adına ilerici görüşlerdir ama evrenin bilimsel bir kuramını sistematik olarak ve haklı çıkarılabilir nitelikte ortaya koyamamıştır. “Doğaya ilişkin tüm görüşlerini daha çok kendi soyut uslamlamalarına ve mantıksal ölçümleme ve sonuç çıkarmalarına dayandırmıştır. Tüm bu görüşlerinden Copernicus’un haberdar olduğu ve çağ açıcı çalışmasında bu görüşlerden yararlandığı kabul edilmektedir” (Çelik, 2010: 209).
Kaynak: İLKÇAĞ FELSEFESİ, s. 35-36, T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 3550, AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 2384