Montesquieu ve Aristokratik Liberalizm: Fransa Örneği
Locke’un İngiltere için geliştirdiği liberal model Fransa’da farklı şekillerde yankı bulmuştur. İngiltere’den Fransa’ya yansıyan liberalizm Sieyès (1748-1836) ve Voltaire (1694-1788) gibi düşünürler tarafından bir burjuva liberalizmi olarak algılanmıştır.
Rousseau (1712-1778) ise burjuvazinin yükseliş devrinde halkın iktidarını savunmuştur. Bu bölümde düşüncelerini inceleyeceğimiz Montesquieu (1689-1755) ise aristokratik bir liberalizmi savunmuştur.
Soylu bir aileye mensup olan Montesquieu 1716 yılında Bordeaux parlamentosuna seçilmiştir. O dönemde Fransa’da karşımıza çıkan parlamentolar, bugünkü gibi halkın seçtiği vekillerden oluşan ve yasama görevi yapan kurumlar değillerdi. Fransız Devrimi’nden önce parlamentoların üyeleri kral tarafından seçilmekte ya da üyelik babadan oğula geçmekteydi. Parlamentoların başlıca görevleri yargılama, kralın emirlerini kayıt ve ilan etmekti. Ayrıca krala bazı uyarı ve tavsiyelerde bulunma yetkisine sahiptiler.
Montesquieu’nün siyasal düşünceler tarihine en büyük katkısı yasalarla ilgili gözlem ve incelemeleridir. Yasaların neden her yerde aynı olmadığını, neden farklı ortamlarda farklı yasaların uygulandığını araştırmıştır. Bu farklılığa neden olan etkenleri tespit etmeye çalışmıştır. Montesquieu’ye göre yasalar “en geniş anlamda, eşyanın tabiatından kaynaklanan zorunlu ilişkilerdir”. Dolayısıyla ona göre yasa, yasa koyucunun dilediği gibi yapacağı bir şey değildir. “Yasaların Ruhu” adlı önemli eserinde bu durumu şöyle açıklamıştır:
“Yasalar kendileri için yapılan milletlere o kadar uygundur ki bir milletin yasalarının başka bir millete uygun düşmesi pek büyük bir rastlantı eseri olabilir (…). Yasalar, ülkenin fiziki durumuna, soğuk, sıcak veya ılıman iklime sahip olmasına; toprağın niteliğine, engebelerine, büyüklüğüne; halkın yaşama biçimine, çiftçi, avcı ya da çoban oluşuna; anayasanın dayanabileceği özgürlük derecesine; halkın dinine, eğilimlerine, zenginlik düzeyine, sayısına, ticaret hayatına, örf ve adetlerine uygun olmalıdır. (…) İşte yasaları bütün bu açılardan incelemek gerekir. Benim bu kitabımda yapmak istediğim budur. Ben bütün bu ilişkileri inceleyeceğim. Bunların tümü ‘yasaların ruhu’ denilen şeyi meydana getirirler.”
Doğal hukuk kuramcıları, insan tabiatının değişmez esaslara dayandığı yani evrensel olduğu ön kabulünden hareketle, buna uygun değişmez ve evrensel bir hukuktan söz ederler. Doğal hukuk kuramcılarına göre insan tabiatının ve tabiata uygun yasaların ne olduğunu da gene başka bir değişmez olan insan aklı bulup çıkaracaktır. İşte Montesquieu bu düşünceye karşı çıkarak farklı ortam ve toplumlarda farklı yasaların söz konusu olduğunu ileri sürmüştür. Yasaların Ruhu’nda savunduğu fikirlerle sosyoloji bilimine ve hukuk sosyolojisine önemli katkılarda bulunmuş, ayrıca siyaset biliminin de kurucuları arasında yerini almıştır.
Yasaların Ruhu adlı eserinde Montesquieu birçok kuram geliştirmiştir. Bunlardan en önemlileri iklimler kuramı, yönetim biçimleri kuramı ve kuvvetler ayrılığı kuramıdır.
Öncelikle Montesquieu’nün iklimin ve coğrafi koşulların yönetim biçimleri üzerindeki etkilerine dair geliştirdiği iklimler kuramına bakalım. Montesquieu’ye göre despotizmin daha çok Asya’da ortaya çıkması, insan haklarının ise Avrupa’da savunulması iklim farklılıklarına bağlıdır. Asya’daki sert iklim koşulları, aşırı soğuktan aşırı sıcağa geçiş, kuzeydeki sert insanların güneydeki gevşek insanlar üzerinde egemenlik kurmalarına yol açar. Büyük iklim farklarının olmadığı Avrupa’da ise her ırk aynı yapıcı ruhu taşır ve özgürlük ancak bu ılık iklimde gelişebilir. Ayrıca Avrupa, dağlar ve nehirlerle bölünmüş ufak bölgelerden oluşmuştur. Bu bölgelerde birbirinden bağımsız küçük siyasi birimler yaşar. Bunlardan her biri kendi kendilerini koruma imkânına sahiptir. Bu yüzden de bağımsızlık ve özgürlüklerine düşkündürler. Bu siyasi topluluklar hiçbir zaman kendilerini yutan büyük despotik imparatorluklar içinde erimemişlerdir. Oysa Asya’da çok geniş düzlükleri içine alan doğal engellerden yoksun alanlarda birçok kavmi kendi egemenliği altına alan devasa despotik imparatorluklar kurulmuştur.
Montesquieu’nün yönetim biçimleri kuramına göre üç tür yönetim biçimi vardır: cumhuriyet, monarşi ve despotizm. Fransız düşünüre göre cumhuriyet kralın olmadığı yönetim şeklidir. Soyluların yönetimde olduğu – kralın olmadığı – bir cumhuriyet de mümkün olabilir. Cumhuriyette egemenlik halkın tamamına veya bir bölümüne aittir.
Montesquieu “doğrudan” ve “temsili” olmak üzere iki tür cumhuriyetten bahseder ve kendi tercihinin “temsili cumhuriyet” olduğunu belirtir. Bu tercihini şöyle temellendirir: “Halk, egemenliğinin bir kısmını devretmek üzere seçtiği kişileri hayranlık uyandıran bir isabetle seçer (…) Ancak uygulama ve sonuçlandırma konusunda, zaman ve zemini seçmede yeteneksizdir”. Kısaca söylemek gerekirse Montesquieu’ye göre halk kendi kendini yönetecek yeterlikte değildir.
Montesquieu’ye göre her yönetim biçiminin kendine özgü bir temel ilkesi vardır. Rejimin yaşamını devam ettirebilmesi insanların bu temel ilkeye uygun davranmalarına bağlıdır. Cumhuriyetin ilkesi “erdem”dir. Her vatandaş kamu yararını kendi çıkarlarından üstün tuttuğu, yani erdemli davrandığı sürece cumhuriyet rejimi varlığını sürdürebilir. Diğer bir deyişle, cumhuriyetin varlığını koruyabilmesi ancak vatandaşların erdemli olmalarıyla mümkündür. Cumhuriyeti ayakta tutacak olan şey, kişilerin erdemli olmalarıdır. Bu ilke eğitim yoluyla bireylere kazandırılmalıdır. Ayrıca bu ilkenin yaşatılabilmesi için uygun yasaların hazırlanması da gereklidir. Erdem ilkesinin günümüzdeki karşılığı “vatandaşlık bilinci” veya “yurtseverlik”tir.
Montesquieu’nün yaşadığı dönemde cumhuriyet, ilk çağlardan yani Yunan ve Roma’dan kalma bir nostaljiden ibarettir. Eski çağlarda uygulanmış olan cumhuriyet yönetimi, Montesquieu için artık gerçekleştirilmesi pek mümkün olmayan bir yönetim biçimidir. İşte bu nedenledir ki Montesquieu için asıl üzerinde durulması ve düzeltilmesi gereken monarşidir. Monarşiye öyle bir form kazandırılmalıdır ki ılımlı ve dengeli bir yönetim biçimi hâline gelsin; kısaca söylemek gerekirse soylular ve burjuvalar yönetimde birlikte yer alsın.
Monarşi, tek kişinin yönetimidir. Fakat Montesquieu monarşinin önemli bir özelliğine dikkat çeker: Monark, yerleşmiş ve değişmez yasalara riayet ederek yönetir. Bu yönetim şeklinde yönetici kapris ve arzuları doğrultusunda bir yönetim sergileyemez, zira monarkın yetkilerini sınırlayan belli kanunlar vardır. Ayrıca monarkın bu yasalara uymasını sağlayacak, denge sağlayıcı bazı güçler de söz konusudur: Aristokrasi, Kilise, burjuvazinin güçlenmesiyle meydana gelen “Etats généraux”lara seçimle temsilci gönderen imtiyazlı şehirler, kral adına yargı yetkisini kullanan ve krala her konuda uyarı ve tavsiyelerde bulunabilen parlamentolar bu güçler arasında sayılabilir.
Kendisi de soylu olan Montesquieu’ye göre monarkın aşırılıklarını frenleyebilecek en önemli güç aristokrasidir. Soylular sınıfı, aristokraside en üst mertebeyi işgal eden monarka (Kral) direnerek liberal özgürlüklerin savunuculuğunu yapabilirler. Bu nedenledir ki soyluların olmadığı bir monarşi, despotizme dönüşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Aynı zamanda Kilise de halk ile monark arasında durarak krala karşı bir denge unsuru oluşturma kapasitesine sahiptir. Kısaca, soylular ve rahipler sınıfı, halk ile monarkın doğrudan karşı karşıya kalmalarını engelleyerek halkın monark tarafından ezilmesinin önüne geçebilirler.
Monarşinin temel ilkesi ise “şeref”tir. Bu ilkeye göre her sosyal tabaka, her ayrıcalıklı sınıf ve kişi kendi durumunu – yani onurunu – korumalı ki monarşi yaşayabilsin. Baskı – kral dâhil – nereden gelirse gelsin her sınıf buna direnebilmeli, şerefini koruyabilmelidir.
Despotizmde ise hükümdarın isteklerini sınırlayabilecek, onun arzu ve kaprislerinin dizginleyebilecek güçler yoktur. Sadece hükümdar ve halk vardır; bunlar arasında aracı kurumlar söz konusu değildir. Bu yönetim biçiminde temel ilke “korku”dur. Ayrıcalıklı sınıflar olmadığı için mutlak bir eşitlik söz konusudur. Ancak buradaki eşitlik, mutlak itaatte ve korkuda eşikliktir. Montesquieu’ye göre Asya’daki ülkelerin çoğu bu şekilde yönetilmektedir: Türkler, Japonlar, Çinliler vs. despotik bir yönetim altında, korku üzerine bina edilmiş ve kişilerin hiçlikte mutlak eşitliğine dayanan bir yönetimle yönetilmektedirler.
Montesquieu’nün Avusturya’nın doğusuna geçmediği hatırlandığında, bu anlattıklarını politik bir egzotizm olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Fransız düşünürün asıl amacının özelde XIV. Louis’nin despotik yönetimine karşı çıkmak, genel olarak ise mutlak monarşiyi dizginlemek olduğunu da belirtmek gerekir. Doğu’ya hızlı bir bakış atan Montesquieu, Batı’da olduğu gibi feodalite ve Kilise gibi – aracı – kurumlar göremeyince burada despotik yönetimlerin olduğuna hükmetmiştir. Doğu despotizmine dair analizleri ampirik hiçbir veriye dayanmamaktadır. Dolayısıyla bir yanılsama ve kuruntunun ifadeleri olarak değerlendirilmeyi hak etmektedir.
Montesquieu’nün Locke’tan ve İngiliz anayasacılığından esinlenerek geliştirdiği “kuvvetler ayrılığı” kuramı burjuva özgürlük anlayışının en önemli belgelerinden olan 1789 Fransız “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi” içinde de yer almıştır. Bildirinin 16. maddesinde “Kuvvetlerin ayrılmadığı ve özgürlüklerin teminat altına alınmadığı yerde anayasa yoktur” ifadesine yer verilmektedir. Batı’daki bütün çağdaş anayasalar kuvvetler ayrılığı ilkesini esas almaktadır.
Montesquieu Yasaların Ruhu adlı eserinin 11. Kitabını özgürlükler konusuna ayırmış ve özgürlüğü, yasalar tarafından yasak edilmeyeni yapabilmek diye tanımlamıştır. Ayrıca önlerinde kendilerini frenleyecek herhangi bir engel olmazsa yöneticilerin özgürlükleri çiğneyebileceği ve yetkilerini aşabileceğini belirtmiştir.
Montesquieu’ye göre dünyada, asıl amacı özgürlüğü temin etmek olan tek bir anayasa vardır, o da İngiliz Anayasası’dır. Özgürlüğün sağlanabilmesi için ılımlı ve ölçülü bir hükûmet gereklidir. Anayasa, temel olarak yetkilerin aşılması ve kötüye kullanılmasına engel olacak bir mekanizmaya sahip olmalıdır. Montesquieu’nün İngiliz Anayasası’nda gözlemlediği ve Fransa’ya da önerdiği bu mekanizmaya “kuvvetler ayrılığı” adı verilmektedir.
İngiltere’de yazılı bir anayasanın olmadığını, anayasa niteliği taşıyan kuralların çoğunun örf ve adetlerden meydana geldiğini hatırlatalım. İngiliz Anayasası, her güce karşı bir karşı güç yaratmayı ve neticede karma bir hükümet oluşturmayı hedeflemektedir. İngiliz Anayasası’nda kuvvet, kuvveti durdurmaktadır. Montesquieu’nün “Kuvvet kuvveti durdurmazsa özgürlük olmaz” sözü, çağdaş Batı demokrasilerinin temelini teşkil etmektedir.
Bahsedilen kuvvetler, devletin üç ayrı görevine tekabül etmektedir: yasaları yapmak (yasama), bunları uygulamak (yürütme) ve suçluları cezalandırmak (yargı).
Montesquieu’ye göre bu üç görev, aynı kişi veya kişilerin ellerinde olursa sistem yozlaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Buna engel olabilmek için bu görevler ayrı ayrı kişilere teslim edilmelidir. İngiltere’de yürütme görevi krala verilmiştir. Yürütme faaliyeti, çabukluk ve ani kararlar verebilme yeteneği gerektirmektedir. Dolayısıyla bu görev, tek bir kişiye ait olmalıdır. Zira yürütmenin birden fazla kişiye verilmesi karar almada ve uygulamada gecikmelere ve karasızlıklara yol açabilir.
Yasama gücü ise bir değil, iki meclise devredilmiştir. Meclislerden biri (Avam Kamarası) halkın, diğeri ise (Lortlar Kamarası) soyluların çıkarlarını savunacak temsilcilerden oluşmalıdır.
Yargı gücü ise belli bir gruba ait olmalı fakat bu grubun inisiyatif alanı son derece net çizgilerle (yasalarla) sınırlandırılmalıdır. Daha açık bir deyişle, yargıçlar kendi arzularına göre değil sadece yasalara göre karar verebilmelidir. Halk da yargıçlardan değil yasalardan çekinmelidir.
Montesquieu’ye göre “kuvvetler ayrılığı” ilkesiyle kuvvet kuvveti durduracak, her kuvvetin karşısında başka bir kuvvet yer alacaktır. Sosyal ve siyasal güçler arasındaki dengeyi sağlamanın tek yolu budur.
Hazırlayan: Sosyolog Ömer YILDIRIM